DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Cevdet Işık
Cevdet Işık
Giriş Tarihi : 02-10-2023 07:50

Ben Öteki ve Ötekileştirme...

-1-

Her varlığın kendine has bir dili vardır. Malum; dil, bir ifade aracıdır. Her varlığın kendini ifade etme biçimi, kendine has diliyle olur. Akıl ve iradesi olmayan bütün varlıkların dillerini sahip oldukları yapısal özellikler oluşturur. Varlık deyince, mecburen canlı-cansız ayrımını yapmak gerekir. Cansız varlıkların dilini anlamanın yolu, deneysel çalışmalar yapmaktan geçer. Deneysel çalışmalarla hâl bilgisi dediğimiz yapısal özelliklere ulaşmak mümkün olur. Cansızların sahip oldukları hâl bilgisine, cansızların hâl dili diyoruz. Canlı varlıklara gelince, onların dillerine de hâl dili diyoruz. Fakat hareket ve tepki açısından, canlılar cansızlardan farklıdır. Canlılar içinde biyolojik özellikler bakımından insana en çok benzeyen hayvanların hareket ve tepkileri içgüdüsel, insanlarınki ise düşünseldir. Varlıklarla ilgili bu bilindik şeyleri şunun için yazdım: İnsandan başka hiçbir varlık ‘ben’ demez. Çünkü insandan başka hiçbir varlık akıl ve irade sahibi değildir. Akıl ve irade olmayınca bilinç, bilinç olmayınca seçim ve seçim olmayınca da değişim imkânı olmaz.

Varlığı biricik yapan sahip olduğu farklılıktır. Bilindiği kadarıyla dünya, sahip olduğu yaşam koşullarından dolayı evrende biriciktir. İnsan da sahip olduğu akıl ve irade bakımından biricik olma ayrıcalığına sahiptir. Bu ayrıcalığın bir getirisi olarak her insanın ‘ben’ diyebileceği özgür, özgün ve özerk bir benlik imkânı vardır. İnsanın benliği, eğer bir bozulma olmamışsa fıtri yapısına eklenen niteliklerle oluşur. Her insanın, yaptığı tercihlerle birlikte sahip olduğu benliğe, benlik kurgusu diyoruz. Bütün benzerliklerine rağmen nasıl ki her insanın parmak izleri farklı ise aynı şekilde sahip oldukları benlik kurguları da farklıdır. Yani birbirinin aynısı olan iki tane benlikten söz etmek mümkün değildir. İnsanı bir varlık olarak var kılan, benliğin kendine özgü niteliksel yapısıdır. Şayet her açıdan birbirinin aynısı olan benlikler var olsaydı, o zaman hepsinden ayrı ayrı değil, bir tanesinden söz etmek yeterli olurdu.

‘Ben’ demek için ‘benlik’ sahibi olmak gerekir. ‘Benlik’ sahibi olan her insanın bir kimlik ve kişiliği vardır. Kimlik ve kişiliği değerler oluşturur. Değerler insan için aidiyeti oluşturan niteliksel ilkelerdir. Sadece değerler değil, aynı zamanda insanın yakın çevresi de aidiyeti oluşturan önemli etkenler arasında yer alır. Ayrıca kültürel ortam, eğitim kurumları ve bilgi-iletişim ağları da insanın kimlik, kişilik ve aidiyetinin oluşumunda çok önemli bir etkiye sahiptir. Böylece aynı kültürel ortam ve eğitimden geçmiş insanlar benzer duygu, düşünce ve hedeflere sahip olur. Yaşamın vazgeçilmez unsuru olan toplumsal zemin, söz konusu bu benzerliklerle inşa olmaktadır.

İnsanın benliği insanın kendisidir. Benlik sahibi olmanın zorunlu sonucu tutarlı olmaktır. Çelişkileri, paradoksları, tenakuzları sorun etmeyen kimselerin herhangi bir benliğe sahip olduğu söylenemez. Dolayısıyla böyle kimselerin ‘ben’ demeleri de bir anlam ifade etmez. Benliği hükümsüz kılan en önemli davranışsal bozukluk taklittir. Yaşamın taklit yoluyla sürdürülmesi, benlikten yoksunluğun en önemli göstergesidir. Böyle kimselerin ‘ben’ demesinin bir karşılığı yoktur. Sonuç olarak ‘ben’ demek için kişilik, kişilik için değer ve değer için de bir dinin, bir paradigmanın gerekli olduğu sonucuna varmış oluyoruz.

-2-

Varlıklar arasında her zaman bir mesafe vardır. Mesafenin var olması varlıkları ayırmayı, ayrı görmeyi kolaylaştırır. Yani bir bakıma mesafe, farkı fark ettiren fark gibidir. Varlıkları birbirinin ötekisi yapan, varlıklar arasındaki mesafedir. Mesafe derken, sadece metre cinsinden ölçümü yapılan mesafe akla gelmemelidir. Her varlığın sahip olduğu niteliksel farklılıklar da aynı zamanda varlıklar arasında bir mesafe oluşturur. Niteliksel farklılıklar, fonksiyonel farklılıkları da beraberinde getirir. Fonksiyonel farklılıklar hayatın devamı için birer imkân durumundadır. Her varlık, fonksiyonel özgünlüğüyle, başka varlıklar için öteki konumunda bulunur. Bütün yapısal oluşumlar ötekinin dayanışmasını gerektirir. Toplumsal yapılar da, ötekilerin gösterdiği dayanışma ile var olur. Bir bakıma öteki, yapısal oluşumların varoluş koşulu gibidir. Ötekinin varlığı toplumsal yapı için, adeta evrensel bir yasa konumundadır. Onun için toplumsal yapılar, özellik olarak homojen değil, heterojendir. İnsan, bakmayı, okumayı, tanımayı ve ilişkide bulunmayı ötekinin farklılığı üzerinden yapar. Yani ötekinin farklılığı demek, hayatın renkliliği, canlılığı demektir.

İnsan özelinde meseleye baktığımız zaman, her insan bir ‘ben’ ve ‘ben’ dışında olan her şey ise bir ‘öteki’ konumundadır. İnsan hayat yolculuğunu bir ‘ben’ olarak yapar. İnsanın yaptığı yolculuk iki boyutlu bir yolculuktur. Bu yolculuğun bir boyutu içe doğru, diğeri ise dışa doğrudur. İnsan bu iki boyutlu yolculukla bir istikamet sahibi olur. İnsanın içe doğru yolculuğu, kendine (ben) doğru bir yolculuktur. Bu yolculuk tümüyle bir anlam yolculuğudur. İnsan anlam yolculuğu yaparak olmuş olanı, olanı ve olacak olanı anlamaya çalışır. Çünkü tuttuğu istikamet dolayısıyla güvende olmak ister. İnsanın tercihleri, içe doğru yapılan yolculuğun meyveleri gibidir. Bu meyveler hem yararlı hem de zararlı olabilir. Yapılan tercihlerin zararlı olmaması için, insanın varoluş amacını bilmesi gerekir. İnsanın dışa doğru yaptığı yolculuk ise ötekilere yapılan bir yolculuktur. Söz konusu ötekiler paydasında, insanlarla birlikte algı radarına takılan her şey yer alır. İnsanın dışa olan yolculuğu edimseldir. İnsan yapmak istediğini yapmak için eyleme geçer. Her eylemin bir faili vardır. Muhatabı olmayan bir fail veya fiilden söz edemeyiz. Konumsal olarak failin muhatabına ‘öteki’ denir.

Hayat yolculuğu ilişkilerin oluşturduğu bir yolculuktur. Toplumsal yapı insan ilişkileri üzerine kurulmuştur. İnsanın sahip olduğu karakteristik farklılık ilişkilerin de farklılığının temel nedenidir. İnsan ilişkilerinde önemli olan insanın kendi hakkına razı olması ve ötekinin hakkını gasp etmemesidir. İnsan bu temel doğruya sadık kaldığı zaman hayatı kolaylaşır, sorunları minimize olur ve huzur içinde yaşamak olanaklı hale gelir. Fakat insan hayatı böyle söylediğimiz gibi olmamış. İlk insanlardan itibaren hep bir çekişme, hep bir kavga ve hep bir kargaşa içinde olmuş. Çünkü insan, sahip olduğu akıl, irade ve öznel özerklik imkânını yanlış tercihler yaparak kullanmış. ‘Ben’ halindeki kişilik, bencillikle put haline dönüşmüş. ‘Öteki’ olarak var olan, nesne olarak görülerek ötekileştirilmiş. Söz konusu ötekileştirme ile birlikte tarihte eşi benzeri görülmemiş vahşetler yaşanmış. Örneğin insan sömürgeci bir zihne sahip olmuş. Bu zihinle insana insan gözüyle bakmamış. Onun için hayvan avlar gibi insanları avlamış. Ticari bir meta gibi gemilerde istiflemiş. En dehşetli ‘ötekileştirme’ ile olmadık muamelelere tabi tutmuş.

-3-

Her varlığın sahip olduğu bir konum vardır. Varlığın konumu varoluş amacına uygun bir konumdur. Onun için diyoruz ki, Allah her varlığı en uygun konumda yaratmıştır. Konum hususunda varlığın bir itiraz etme hak ve yetkisi yoktur. Yaratma ve konum belirleme takdiri mutlak anlamda Allah’ındır. Varoluşsal konumların bağlı olduğu yasalar vardır. Varlıkların bu yasalara karşı bir itirazı, bir itaatsizliği veya bir isyan iradesi bulunmamaktadır. Varlıkların tanzim edilmiş yasalarla varoluşları akıl almaz bir uyum ve ahenge sahiptir. Varlıklar bu halleriyle birer kitaba benzer. “Akleden kalpler” bu kitapları okuyabilir, anlayabilir ve böylece bilgi sahibi olabilir. Evrenin kendisi büyük bir kitap olduğu halde, evreni oluşturan irili ufaklı bütün varlıklar da birer kitap gibidir. Buna göre evrene, bütün kitapları kapsayan bir kütüphane olarak da bakılabilir. Varlıkların varoluşsal konumlarını, Allah’ın varlığa attığı imza olarak okumak mümkündür.

İnsan da Allah’ın olağanüstü bir kitabıdır. İnsan hem maddi tarafıyla hem de manevi tarafıyla olağanüstüdür. Öyle ki insan her iki açıdan birçok disiplinin konusu olmasına rağmen yine de meçhul olmaktan kurtulamamıştır. İnsanın hâlâ ulaşılamayan birçok tarafı vardır. Maddi ve manevi olarak okunması gereken insan kitabının hiçbir zaman bitirilecek bir kitap olmadığını söylemek mümkündür. İnsanın varoluşsal amaç ve konumunu elbette onu yazan ve yaratan Allah en doğru bilebilir. Bunu da vahiy yoluyla insana bildirmiştir: Kulluk.

Kulluk insanın varoluşsal konumudur. Kulluk kölelik demek değildir. Kul olanın aklı ve iradesi iptal olmaz. Aksine aklı ve iradesi aktif olarak devreye girer. Kulluk bütün tercihler gibi bir tercihtir. Allah, insana tercihinde isabet etmesi için vahiy indirmiş. Doğru ve yanlış olanın yol haritasını vermiş böylelikle. Allah’ın bildirdiği yol haritasına hidayet diyoruz. İnsanın hidayet üzere olması için geçmişten ve gelecekten örnekler veriyor. İnsana düşünme, kıyas etme ve tercihinde yanlış yapmamasını söylüyor. İnsanın baş belası olan üstünlük hususunda dikkatli olmasını istiyor. Âdem’in yaratılış hikâyesine dikkatleri çekiyor. İblis’in düştüğü hataya düşerek ötekini ötekileştirme diyor. İblis sahip olduğu benlikle üstünlük tasladı. Öteki olan Âdem’i küçümseyerek ötekileştirdi. Böylece varoluşsal konum bakımından haddi aşarak zalimlerden oldu. İddia ettiği bu konumdan dolayı ismi değişerek şeytana dönüştü. Onun için her ötekileştirme ile birlikte bir zulüm ortaya çıkıyor. Nerede bir zulüm varsa, orada bir ötekileştirme, bir haddini aşma ve bir varoluşsal konum ihlali söz konusudur.

Ötekileştirmenin mantığı şu şekilde işliyor: Öncelikle kategorik bir üstünlükle yola çıkılıyor. Ötekileştirmenin faili, sahip olduğunu düşündüğü varoluşsal konumdan dolayı üstünlük taslıyor. Üstünlük taslamanın gerekçesi İblis’te ateş olarak ortaya çıkmış. Nemrut ve Firavunda tanrılık olarak ortaya çıkmış. Karun’da mal, para, servet ve Bel’am’da ise din olarak ortaya çıkmış. Yahudilerde seçilmiş kavim ve Hristiyanlarda ise din adamı sınıfı olarak ortaya çıkmış. Şunu söylemek mümkün: Yer ve zamana göre ötekileştirme değişik gerekçelerle hep var olagelmiş. Ötekileştirmenin doğal sonucu, öteki ile ilişkiler üstten, buyurgan ve küçümseyici bir dile sahip olmuş. Elde bulunan dini, etnik, coğrafik ve ekonomik her ne olanak varsa, hep bu gaye için araçsallaştırılmış. Böylece ötekini hükmü altına alma, üzerinde tasarrufta bulunma yani köleliğe mahkûm etme hedeflenmiş. Ötekileştirmenin mantığına göre, öteki, tâbi tutulduğu aşağılık muameleyi hak etmektedir. Çünkü o insan değil, insana yakın aşağılık bir varlıktır.

-4-

‘Ben’ ve ‘öteki’nin, yaşamını sürdürdüğü sınırlı bir yer ve zamanı, sahip olduğu hak ve sorumlulukları vardır. ‘Ben’ ve ‘öteki’nin ortak paydası insan olmalarıdır. İnsanın kendisine yakışır insanca bir hayat sürdürmesi en temek hakkıdır. Hiçbir insan sahip olduğu temel insanlık haklarından mahrum edilmemelidir. Her insanın inanç ve düşüncede, beslenme ve barınmada, sağlık ve eğitimde, ticaret ve seyahatte, etnik aidiyet ve dilinden ötürü herhangi bir engelleme, kısıtlama, mahalle baskısı ve mobbing türü bir muameleye tabi tutulmamalıdır. Kuşkusuz bu doğru ve yerinde tespitlerin hayata geçmesi için adalete ihtiyaç vardır. Adaletin etkin var oluşu bir güç ve iktidarı gerekli kılmaktadır. İktidar-insan ilişkisi dikkate alındığı zaman, adaletin varlığı, adalet ortak paydasında bir araya gelecek insanlarla mümkün olacaktır. Burada sorun ‘ben’ dediğimiz insana gelip dayanmaktadır. İnsanın benliğini oluşturan değerlerle adaletin birbirini gerektiriyor olması gerekir. Bunun için de varoluşa biçilen anlam büyük bir önem kazanmaktadır. Bu anlamda Kur’an’ın insanlara sunduğu varoluş tasavvuru, adaleti zaruri kılan bir tasavvurdur. Kur’an’ın oluşturduğu tasavvurla Allah, insan, yer, zaman, varlık, hayat, ölüm, mülkiyet, emanet gibi kavramların anlamına varılır. Bu gibi kavramların anlamsal bütünlüğünün açtığı yol, insanın haddini, hududunu bildiği adaletin yoludur. Adaletin yol olduğu bir dünyada ‘ben’ ve ‘öteki’ ile ilgili, çözümsüz herhangi bir sorunun olması mümkün değildir.

İnsanlık tarihi insanın insanla olan mücadelesinden ibaret bir tarihtir. Sürüp gitmekte olan iki ana damar, her zaman ve her yerde varlığıyla gündemde olmuştur. Kur’an’a göre bu iki damardan bir tanesi adaleti esas alan hak, hakikat ve marufun olduğu damar, diğeri ise zulûmatı esas alan bâtılın, yanlışın ve münkerin olduğu damardır. İnsanın olduğu her yerde bu iki damarın gereği olan eğilimler vardır. Hz. Âdem’in çocuklarından bugüne kadar farklı şekillerde yapılan ötekileştirmelerle insan rahat yüzü görmemiştir. Talanlar, katliamlar, savaşlar, soykırımlar ve akla gelebilecek her türlü fuhşiyâtın ötekileştirmeyle şöyle veya böyle bir ilgisi olmuştur. Gücü eline geçirenlerin ‘öteki’ üzerinde estirdiği terör, her zaman için ibretle anılacak lanetlik tablolar olarak tarihteki yerini almıştır.

Sanayi Devrimi’yle birlikte ateşli silahların devreye girmesi, insanlık için büyük felaketleri de beraberinde getirmiştir. Müslümanların tarihten çekilmeleri, Batı’da görülen Reform ve Rönesans ile birlikte rasyonalizmin devreye girmesi dinin (kilisenin) etkisini de ortadan kaldırdı. Emperyalist emelleri gerçekleştirmek için yapılan sömürgecilik faaliyetleri insanlık tarihinin en yüzkarası ötekileştirmenin belgesi olan faaliyetler olmuştur. İnsanın bu denli aşağılanarak ötekileştirildiği başka zamanlar olmasa gerektir. Yapılan iki emperyalist paylaşım savaşıyla dünya, bu ötekileştirme zihniyeti tarafından yeniden paylaştırıldı. Modern zamanlarda yapılan fiziki saldırılar, mahiyet değiştirerek insan bilincini de içine aldı. Her zaman etkisi üst düzeyde olan teknolojik gelişmeler burada da etkisini göstermiştir.

21. yüzyılın başlarından itibaren etkisi görülmeye başlanan postmodern zihniyete göre değerlerin bir önemi yoktur. Hayat ve hayatla ilgili her şeyin göreceliği üzerinden insanın benlik ve bilinci büyük bir saldırıya uğradı. Bu saldırının halen devam eden bir saldırı olduğunu söylemek gerekir. İnsan zihnini hedef alan bu saldırılarla birlikte, insanın bir ‘ben’ olma durumu da büyük bir hasar görmüş oldu. Bu aşamadan sonra insanın kullanışlılık durumu da artmış oldu. Artık teknoloji marifetiyle oluşturulacak gerçekliği olmayan dünyalarla insan üzerindeki denetim ve kontrol de mümkün hale gelecekti. Teknoloji devleri sanal dünyalarla sömürü ağlarını tahkim ederken, geri bıraktırılmış uluslar ise etnik, kültürel ve siyasal sorunlarla meşgul edilecekti. Türkiye’de halen devam etmekte olan Kürt sorunu, halkı Müslüman olan ülkelerde devam eden mezhep sorunları, sınırlar üzerine inşa edilen sorunlar ve en önemlisi de Müslüman coğrafyanın kalbine saplanan Siyonist İsrail sorunu hep emperyalizmin değirmenine su taşıyan sorunlardır. Bütün bu sorunların temelinde ötekileştirme zihniyetinin olduğunu fark etmek gerekir. İnsanlığı, özellikle de Müslümanları birbirine düşman eden bu ötekileştirmeden bilinçli bir zihniyetle kurtulmak mümkündür. Antonio Damasio’nun dediği gibi, bilinçli bir zihin, içinde bir ‘ben’ olan zihindir. Müslümanların sahip olduğu ‘ben’ adaleti gözeten İslami değerlerden oluşan bir ben’dir. Ötekinin de varlığını koruyup kollayan bu ‘ben’ olmadan ötekileştirme tuzağından emin olmak mümkün olmayacaktır.

Bugün Müslümanlar sahip olmaları gereken İslami benlikten mahrum bir hayat yaşamaktadır. İslami benlikten mahrumiyetin sebebi, İslami değerlerden uzak olmaktır. Yüzyılları aşan bir zamandır “içe ve geçmişe kapanmanın” bir sonucu olarak, sadece “hamaset ve popülizmle” yol alınmaktadır. Hamaset ve popülizmin doğal sonucu olarak yapılan ise öteki paydasında yer alanları ötekileştirmekten ibaret olmuştur. Bu ötekileştirme bilhassa etnik yapı ve mezhep üzerinden devam etmektedir. Müslümanların sağlıklı bir İslami benlikten mahrum olmaları her türlü neo-putçu kulvara sürüklenmeyi de beraberinde getirmiştir. Bugün Müslümanlar sınırları sömürgeciler tarafından çizilmiş dar alanlarda adeta hapis hayatı yaşamaktadır. İşin en kötüsü de ellerine tutuşturulmuş vatan, ulus, bayrak gibi putlarla mutlu olmaya ikna olmalarıdır. Bu gaflet deryasından kurtulmanın tek yolu sorguyu, eleştirel dikkati, tefekkürü elden bırakmayan sağlıklı, kişilikli bir İslami benlikten geçmektedir.

Not: Bu yazı Kurani Hayat dergisinin 85. Sayısında yayınlanmıştır.

 

NELER SÖYLENDİ?
@
Cevdet Işık

Cevdet Işık

DİĞER YAZILARI Yanılsamaları Fark Etmek.. Olduğun Yer Bulunduğun Durum... Kanla Yazılan Manifesto: Gazze İnsani Bir Sorun ve Sorumluluk Olarak Filistin... Açık Vermek... İleri Toplumsal Tahayyül Ve Kuran.... Akılsız ve Düşüncesiz Umutlar... Deprem ve Ölüm.. Sistemsel Meşruiyet... Sistemin İçi Ve Dışı... Bir Umut Devrimi Yapmak Mezopotamya’da Hüzün: Engelleri Aşıp Da Geldim... Algısal Yanılgılar Yakınlaşmanın Doğası Üzerine-1 İnsan Bir Yolcudur.... Adalet Düşüncesinin İnşası Gerçekliğe Düşen Cemre: Oruç Bir Yolcu Gelir Gibi... Dumdum Kurşunu Tarih Felsefesinin Gerekliliği Konuşan Kuran Hz. Ali.... Mikro Milliyetçilikler Sezai Karakoç Tanıklığım.. Milliyetçi Tasavvurları Aşmak-2- Milliyetçi Tasavvurları Aşmak-1 İtibar Üzerine... İktidar Tiryakiliği Kesintisiz Çoklu Okumalar Hayatsız Gündem Gündemsiz Hayat.. Kudüs Gerçekliğini Doğru Okumak... Nadide Zamanlar Yaşamsal Bir Unsur Olarak “Müphemlik” Bir Sorunsal Olarak Gündem Sorumluluğun Zirvesinde Bir Mü’min: Mehmet Akif.. Öznelliğin İktidarı-2 Öznelliğin İktidarı-1 Zamanın Ayarını Kaçırmak Öznel Özerklik-3 Öznel Özerklik-2 Öznel Özerklik-1 Hayat Ve Hicret Yanıltıcı Varoluşsal Katılık... Kur’an Ahlakının Gerekliliği Hüzünle Giden Ramazan.. İnsanı Tanımak Müslümanların Kafes Hayatı Şuradan Şuraya Post Truth Dünyada Müslüman Kalmak Adaletin Ayağa Kalkması Yaraların Kabuk Bağlaması... Bir Nitelik Olarak Adaleti Ayakta Tutmak.. Sanal Resepsiyon.. Can Alıcı Ve Can Yakıcı Kısım İçerik Bakımından Adalet Çarkı Adl Üzere Bir Hayat Adaletin Kuşatıcılığı Aklın Hakikatinden Uzaklaşmak Cenneti Arayan Adam Felsefik Bir Nazarla Seçim Olgusu Kilitli Labirent: Üstünlük Çıkmazı
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA