Cihan Aktaş Litros Dergisi’nde "Yoksulluk ve Takva" başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte o yazı:
70’lerin ve 90’ların sonlarını aratmayan büyük bir enflasyonun endişeleri içinde girdik Ramazan’a. Gelir uçurumları keskin bir şekilde derinleşiyor. Önceki akşam katıldığım kalabalık, bir iftarda yoksullaşma konusu açıldı. Kimisi otuz kırk yıl önceki maddi şartları hatırlatarak, yoksullaşmanın görece olduğunu savunuyordu. Aç insan yoktu yani. Bu da elbette kişinin nereden durup baktığıyla ilgili bir tespit. Bazen, geçmişin padişahlarından, sultanlarından daha müreffeh bir hayat yaşadığımız söylenir ya, onun gibi. Oysa aslolan insanların haysiyetli bir hayat sürdürmesinin asgari şartlarının sağlanması.
Yüksek yüksek sitelerin arkasında türdeşle sürdürülen hayatlar yine türdeşle gerçekleştirilen iş ve faaliyetlerle sınırlı kalıyorsa, yoksulluk da ötelenen bir meseleye dönüşebilir pekâlâ. Hep birbirleriyle görüşür oldukça, aynı metinleri okudukça, yanılgılarını kolayca hoş görür hale geliyor kesimler. Yüreğini ve fikrini beslemediği, adım başı nefsini sorgulamadığı sürece insan çok çabuk güçten düşen ve solgunlaşan bir varlık.
Türkiye’nin önünü bağlayan birçok sorunun görünürlük kazanması, 90’larda yoksulla zengini aynı tasada bir araya getiren faaaliyetlerle mümkün olabilmişti. Refah Partili belediyeler, halkla birlik olup çöp dağlarıyla mücadele ediyor, yazar ve hatipler kendi haline terk edilmiş, bir hizmet halkasının dışında tutulan mahallelere giderek halkla iç içe konuşmalar yapıyorlardı. Üstelik hizmet anlayışı o partiyle bu partiyle de sınırlı değildi, Hakkı incitirdi bu, bilinirdi, takva üzerine yol alanlarca. Seçim hesapları için gerçeklerin karartılmasına izin vermezdi alnı secde görenler. Esenler, bu dayanışmanın en canlı bir şekilde yaşandığı ilçelerden biri.
Otuz kırk yıl önce belki çoğumuzun evinde şimdi pek çok evde bulunan elektronik eşyalar yoktu, ama bir özgüvene sahip, dinamik, eyleme çabası içinde gençlerdik. Asıl zenginliğin sade hayatta, asıl varoluşun paylaşmada oluştuğunu bilirdik, ailelerimiz ve okuduğumuz kitaplar bizlere bunu verebilmişlerdi. İslami kesimden gruplar, gizli saklı yoksulları arar ve bulurlardı. Üstelik onlara yaklaşımlarında bir zarafet hakimdi hep. Kardeşlik havzalarında hediyeleşme şeklinde takdim edilirdi yardımlar. Yoksul, eline sıkıştırılmış torbalarla fotoğraflar vermeye mecbur edilmezdi; sosyal medya yoktu henüz.
Takva üzerine yaşayan, verilen konusunda kendisinin sadece bir aracı olduğunun ayırtındadır. Ramazan günü 500 Tl lik yardım için insanlar sabah erkenden kuyruklara giriyor bazı şehirlerde, bu yardımlarda bulunmanın daha zarif bir yolu yok mudur? Bunu başarabilenler hâlâ var: Kapılarına asılmış bulur ev halkı, Vicdan Hareketi kurucusu sevgili Gökçe Değirmen’in izbe mahallelere taşıdığı yardım torbalarını.
Sahih bir üretkenliği veya paylaşmanın güzelliğini yaşayamayan, kasa kasa altını da olsa bir türlü varlığa kanamayacaktır. Bu dediğim elbette yoksulluk güzellemesi değil, hazıra konmaya alıştıran uygulamaların eleştirisi. ‘’Altın’’dan söz ettim… İliç’te altın madeninin faaliyeti, yerli halka büyük bir refah getirdiği görüşüyle savunuldu hep. Gelgelelim siyanürle zehirlendi bereketli topraklar. Şimdi ise ağızlarına bir parmak bal çalınmış köylüler sütünü yoğurdunu şaibeli diye satamaz hale düştü. Ve o insanlar eskilerde olduğu gibi göçecek bir yer bulmakta da zorlanacaklar.
İnsan çevre körüdür, aksi için çaba sarf etmediği sürece; Ramazan bu körlüğü aşmanın da ayı. Gösterişçi tüketim yaralar, elde olanı paylaşmak arındırır, oruç bunu da öğretir ya benliklerimize…