DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Cevdet Işık
Cevdet Işık
Giriş Tarihi : 26-05-2023 18:09

İleri Toplumsal Tahayyül Ve Kuran....

-1-
İnsan ilginç bir varlıktır. Bu ilginçliğe paralel olarak, insan hayatı da ilginç oluyor doğal olarak. Bu durumun garipsenecek bir tarafı yok. İnsan ne ise hayatı da o olacak tabi. Fakat gerçekten bu böyle midir? Böyledir demeyi çok isterdim ama her zaman bu böyle olmuyor. Yani insan ne ise odur lakin ne olduğunu söylüyorsa o olmayabilir. İnsan farkında olsun veya olmasın, bu bir çelişkinin ifadesidir. Bu durumun genel veya istisnai bir durum olduğunu ifade etmek doğru olmaz. Zira bunun için elimizde kesin bir bilgi yoktur. Herkes bizatihi kendi özelinden hareketle (öyle derinlemesine değil, yüzeysel bir gözlemle), bu olumsuzluğun birçok örneğine tanıklık edebilir. Bu duruma olumsuzluk diyorum, çünkü hayatta yaşanan sorunların ekseriyeti, insanın yaşadığı çelişkilerle birebir ilişkilidir. Zaten özeleştiriyi gerekli kılan da insanın kendisine yönelik çelişkilerin verdiği rahatsızlığı giderme isteği değil midir?

Çelişkiler insan için bir sorun teşkil etmiyorsa, hayatın çelişkili olması da bir sorun teşkil etmeyecektir. Aslında çelişkili hayat bir tuhaflık göstergesidir. Bu tuhaflığı normal görmek ise anormal bir durumdur. Şayet bir sorun varsa ve bu sorun, sorun olarak görülmüyorsa, o zaman insanın kendisi bir sorun haline gelmiş demektir. İnsanın kendisi derken, insanın sahip olduğu duruştan söz ediyorum. İnsanın duruşu olumlu veya olumsuz olabilir. Bu ayrı bir şeydir. Buradaki duruş sorunu, aslında bir duruşun olmaması sorunudur. İnsanın çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu, bozulmuşluğu, yapıp ettiklerinin bir duruşu ifade etmemesinden kaynaklanır. Bir duruşu olmamak demek, omurgasız olmak veya her tarafa yuvarlanabilir olmak demektir. Bir duruşa, duruş tarzına tekabül etmeyen durumlarla birlikte anlama sorunları da oluşabilir. Anlama sorunları, bütün anlamsızlıkların kapısı gibidir. Açılmayagörsün bu kapı, bir açıldı mı artık çelişkilerin bini bir para eder.  

Anlamlı duruşla güven arasında sıkı bir ilişki vardır. Yapılanların anlamlı olması güvene, anlamsız olması ise güvensizliğe yol açar. Herhangi bir toplumsal yapıda güven eksikliğinin varlığı, birçok alanda bozulmanın da sebebidir. Güvensizlik vasfına sahip kimseler için herhangi bir zaman ve zeminin önemi yoktur. Onlar öncelikle kendileriyle bir güven sorunu içindedir. Bu halleriyle etraflarına güven vermezler. Çünkü dayanak olarak zihni bir teminatları yoktur. Sürekli olarak zaman ve zeminden nasıl bir yarar görüleceğinin hesabını yaparlar. Yani zaman ve zeminin anlamı devşirilecek yarara bağlanmıştır. Temelini güvensizliğin oluşturduğu bu tipolojiye, toplumsal yapının kemiricileri gözüyle bakılabilir. Bu kemirme-sömürme anlayışı, onları birer fırsat avcısı yapmıştır. Her zaman ve zeminin kendine göre fırsat avcıları olagelmiştir. Onlar zaman ve zemine katkı sunmazlar, zaman ve zeminden katkı alırlar. Bencillik en bariz vasıflarıdır. İlkeli olma kaygıları da yoktur. Bütün bu ve benzeri özelliklerden başka, anlamsız duruşun bir de yön-kıble sorunu (yönsüzlük) söz konusudur. 

İnsanın, “insan olmak” bakımından sahip olduğu bir “anlam” vardır. Söz konusu bu anlamı, insanın özü olarak ifade ediyoruz. Fıtri olarak her insan, bu özü-içeriği destekleyen verili bir altyapıya sahiptir. İnsan bu verili altyapının da avantajıyla, birtakım değerler eşliğinde kendisine bir konum belirlemeye çalışır. İnsanın kendisi için uygun gördüğü konuma, insanın anlamsal duruşu diyoruz. İnsanın kendisi için uygun gördüğü duruş, aynı zamanda insanın şahsiyetiyle de bağlantılıdır. Şahsiyetin ilkelerle ilgisi dikkate alındığında, duruş sahibinin de ilkeli olduğunu söylemiş oluyoruz. Dolayısıyla şahsiyet ve ilkeleri olmayan insanlar için bir duruş söz konusu olmamaktadır. 

Geldiğimiz noktada; yeri, konumu, duruşu ve rengiyle ne yapmak istediğini bilen bir şahsiyet sahibi insan olmanın önemli olduğu gerçeğiyle karşılaşmış oluyoruz. İnsanın sahip olduğu anlamsal duruşun temelinde değer vardır. Değer, insanın hareket alanını belirleyen sınır-çit misalidir. Medeni anlamda değer manevi, ilişki ise maddi bir özelliğe sahiptir. Elbette manevi içeriğe sahip ilişkiler de vardır. Şimdi bu zemin üzerinden, “ileri toplumsal tahayyülü” ele alacağız. Olgusal manada “ileri” ne anlama gelmektedir? İleriyi ileri yapan mesafenin başı ve sonundan ne anlamalıyız? İleri insan, geri insan var mıdır?

-2-
İnsanın önemli özellikleri arasında konuşmanın apayrı bir yeri vardır. Sahip olduğumuz dil aracılığıyla duygu, düşünce ve meramımızı ifade ederiz. Bize ait olduğunu düşündüğümüz kelimelerle derdimizi anlatmaya çalışırız. Fakat her şey böylesine basit, yalın ve masum değildir. Çünkü konuştuğumuz kelime ve kavramların bize ait olmama ihtimali söz konusudur. Konuştuğumuz kelime ve kavramlar ne kadar bize aitse, sahip olduğumuz duruş da o kadar bize ait olacaktır. Bize ait olmayan kelime ve kavramlarla, doğru dürüst bir iletişim kurmanın, ortak bir anlayış ve bilinç oluşturmanın zorluğunu, karşımıza çıkan sorunlarla daha iyi anlarız. Herhangi bir toplumda insanlar birbirlerini anlayacak bir dille konuşmuyorlarsa, o toplumda çözülmenin olması da kaçınılmaz hale gelecektir. Ortak bir anlayış ve bilince götürmeyen bir dille, ortak bir toplumsal yapı ve kültür oluşturmak mümkün olmaz. Dolayısıyla olması gereken ortak değerlerden mahrum insanlar, olması gereken ortak gelecekten de mahrum olurlar.  

Bir toplumun ileri veya geri olmasının yankıları insandan insana, toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılık arz eder. Çünkü her insan, toplum ve kültürün anlamsal duruşları aynı değildir. İnsanların merkezi değer sistemlerini oluşturan referansların farklılığı, bakış ve duruş tarzlarını da birbirinden farklı kılmaktadır. Merkezi değer sistemlerine aidiyetin olmadığı bireysel ve toplumsal bir odaktan söz etmek mümkün olmayacaktır. İnsanların ileri veya geri tabirlerini kullanmaları için, merkezi değer sistemi diye tanımladığımız bir kalkış yerinin olması gerekir. Herhangi bir merkezi değer sistemi olmadan yapılacak “ilericilik” ve “gericilik” değerlendirmeleri karşılığı olmayan değerlendirmelerdir. Bu değerlendirmelerin misali havanda su dövmektir. Havandaki suyu istediğiniz kadar dövünüz, sonuç olarak sadece etrafınızı ıslatmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. Sadece güç ve zaman israfına imza atmış olursunuz.

“İleri” kavramını, belli olan bir amaç ve istikamet doğrultusunda kat edilen mesafe olarak düşündüğümüzde, toplumsal tahayyülün bir gerçekliğinin olması için, toplumu oluşturan fertlerin ekseriyetinin aynı amaç ve istikamete sahip olması gerekir. Bunun da yukarıda izah etmeye çalıştığım üzere, mümkün mertebe yaşanan çelişkilerin minimize edilmesi ve ortaklık derecesi kuvvetli değersel duruş tarzlarıyla tahkim edilmesi gerekir. Bu, herkesin her konuda aynı olması gerektiği anlamına gelmiyor. Herkesin her konuda aynı olduğu bir yerde, hayattan söz etmemiz mümkün değildir. Byung-Chul Han, böylesi bir aynılığın söz konusu edildiği ortamları, haklı olarak “aynılık cehennemi” olarak niteler. Aslında aynılığın baskın olduğu durumlarda, referans anlamında merkez olarak kabul edilecek bir değerler sistemine de gerek kalmaz. “İleri” gitmek veya ilerlemek için hem nitelik ve hem de nicelik olarak farklılıkların var olması, ihtiyaç olarak hissediliyor olması gerekir. O zaman kötü vasfını haiz durumlardan uzaklaşmak ve iyi vasfını haiz durumlara ise yakınlaşmak için bir mesafe alınarak ilerlemek mümkün olacaktır. 

İleri toplumsal tahayyül için, öncelikle dikkatlerin yoğunlaşması gereken yer toplumsal yapının kendisidir. Bir toplumsal yapı dediğimiz zaman, akla ilk gelen şey, insanların birbirleriyle olan ilişkileridir. Toplumsal yapılarda ilişkilerin uyum üzere olması esastır. Şayet bir toplumsal yapıda çatışmalar yoğunluk kazanmışsa, o yapı çöküş evresinde bulunuyor demektir. Toplumların çöküş evrelerinin en önemli özelliği kaos ve karmaşadır. Kaos ve karmaşa dönemleri, arayışların en çok olduğu dönemlerdir. Toplumsal yapıyı oluşturan değerlerden uzaklaşma söz konusu olmuştur. Artık toplumsallaşmanın dinamikleri yara almıştır. Bu durumda adaletin varlığı sözde kalır ve insanların adalet duyguları zedelenir. Herkesin hakkına razı olduğu, güven ve huzurun temin edildiği, hakkaniyetin var olduğu bir toplum tahayyülü, ortak bir özlem haline gelir. İşte bu ortak özlem, insanlık tarihinin toplumsal değişim ve devrimlerinin en önemli motivasyon kaynağı olmuştur.  

-3-
Kur’an’ın ileri toplumsal tahayyül açısından ileri sürdüğü anlamsal duruşun niteliği üzerinde kafa yormak, her Müslüman için ifa edilmesi gereken bir sorumluluktur. Haddi zatında bu konu üzerinde düşünüldükten sonra Müslüman olma kararını verme doğallığını, geleneğin demirden örülmüş duvarı sayesinde kaçırmış olmak üzücü bir durumdur. Fakat suçu sadece geleneğe yıkarak işin içinden çıkmanın hem doğru ve hem de adil olmayacağını da belirtmekte yarar vardır. Çünkü Müslüman bir aile ve toplumda olduğumuzu var saysak da, ilkokuldan başlayan ve üniversite ile zirvesine çıkan seküler-laik bir eğitim sisteminin, kişilik yapımız üzerinde belirleyici olduğunu da unutmamak gerekir. Dolayısıyla hem bireysel ve hem de toplumsal yapının oluşumunda, Kur’an’ın referans alınmadığını, “Müslümanım” diyenlerin işledikleri cürümleri de İslam ve Kur’an’la ilişkilendirmenin sakat bir değerlendirme olacağını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çünkü her Müslümanın en doğal hakkı olan İslami bir eğitimi alma hakkı söz konusu olmamıştır. 

İslami bir eğitimin imkânlarının neler olduğu ayrı bir konu olduğu için burada bu konu üzerinde durmaya şimdilik gerek yoktur. Onun için ileri toplumsal tahayyüle, yaşayan bir örnekliği göstermek mümkün olmasa da, Kur’an’ın mesajlarından bir fikir sahibi olmak hiç de zor değildir. Şimdiye kadar eleştiri konusu yaptığımız hususlarda Kur’ani bakış ve anlayışa da kendi öznelliğimiz ölçüsünde kısaca işaret etmek yararlı olacaktır.

Kur’an’ın kalkış noktası insandır. Kur’an insanı özgürlüğe davet eder. Özgürlüğü sadece bağımsızlık ve serbestlik bağlamında ele almak ve bu şekilde değerlendirme yapmak doğru değildir. Kur’an’ın özgürlük çağrısı, verilen kararlarda sorumluluk almayı gerektirir. İnsanın düşünmesini, değerlendirme yapmasını ve en doğru tercihte bulunmasını salık verir. Bunun için de insanı okumaya davet eder. İnsan da okumanın hakkını vererek, bu davete icabet etmelidir. Okumanın hakkını vermek, kitabın müellifini dikkate alarak okuma yapmaktır. Çünkü hem kitap ve hem de kitabı oluşturan unsurlar, müellifin mülkiyetidir. O mülkiyette yapılacak herhangi bir hak gaspı, işlenmiş en büyük cürüm olacaktır.  

Evren, doğa ve canlılar gibi bütün yaratılmışlar birer kitap veya kitabın cümleleri gibidir. Bunların müellifi de Allah’tır. Onun için yapılacak okumalar da Allah’ın adıyla olmalıdır. Çünkü her varlık okunabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu anlamda insanın kendisi hem özne ve hem de nesne özelliğine sahiptir. Onun için en doğru olan, insanın kendi öznelliğinden başlayarak okuma yapmasıdır. İnsandan başka hiçbir varlık kendi kendisini okuma özelliğine sahip değildir. İnsan kendi kendisini okuyarak, kendi kitabını yazar aslında. İnsanın yazdığı kitap insanın yaşadığı hayattır. Kur’an, insanın yazdığı kitapla yüzleştirileceğini haber veriyor. Bu şekilde insan hesabını vermiş olacak. Kur’an bu hesabın verileceği güne Hesap Günü diyor.

Bütün okumaların elbette bir amacı olmalıdır. Kur’an, insanın çelişki içinde olmaması için okumayı gerekli görür. Yani insan her an bir çelişkiye düşme potansiyeline sahip olduğu için uyanık olmalıdır. İşte bu uyanıklık için Kur’an, insanın dikkatini bazı konulara yönlendirir. İnsanın iman noktasında tercihte bulunması, bu konudaki en hassas noktayı teşkil etmektedir. İman eden insan, öncelikle küçük düşürücü bütün çelişkilerin önüne set çekmiş olur. Bu setin içeriğini, temel ve mutlak manada hüküm ve hikmet sahibi olarak Allah’tan başka ilah kabul etmemek oluşturur. Bunun insana olan etkisi iki şekilde olmaktadır: Bir tanesi, çelişkilerden uzak, kuvvetli bir iç disiplin şeklinde, diğeri ise kendinden emin olarak özgüven sahibi olmak şeklinde tezahür ediyor. İnsanın kişilik sahibi olması insanın özgürlüğünün en önemli göstergesidir. 

Kur’an, çelişkilere kapı kapatan bir hayat kitabıdır. Hem iman ve hem de inkâr bir arada olmaz. Böyle bir kişilik söz konusu olamaz. Müslüman için yaşanabilecek en büyük çelişki imanla inkârın bir arada olması durumudur. Bilen bir insan için böyle bir şey zaten mümkün olmaz. Onun için mümin ve münkir vasıflarının bir arada olması durumu şiddetle kınanmıştır. Hicretle başlayan Medine döneminde münafıklar bu şekilde davranmışlardı. Münafıkların bu tutumu, inkâr edenlerin tutumundan daha çirkin olarak nitelenmiştir. Onun için bu tür çelişkili bir tutum ve davranış ile bu davranışın emarelerine dikkat çekilmiştir. Münafıklık insanın yaşayabileceği en büyük çelişkidir. Bu çelişkisel durum insanı aşağıların aşağısına düşüren bir durumdur. 

Söz namustur. Söz veren, sözle nikâhlanmış olur. Tutulmayan söz, patlayan bomba gibidir. Önce tutmayanı sonra da çevresini tahrip eder. Güvensizlik ortamı bu şekilde oluşur. O sebepten inanmadığın sözü söyleme, tutmayacağın sözü de verme. Ne söylersen bilerek söyle. İnanman da inanmaman da bilinçli olmalı. “İnandığın gibi dosdoğru ol”. Bu ayet öylesine bir berraklığa davet ediyor ki Peygamberi bile ziyadesiyle yormuş. Bütün bunlar niçin peki? Çelişkinin zehirli ağına düşmemek için tabi. 

Çelişkileri mümkün mertebe hayatından çıkaran Müslüman dosdoğru yola girmiş demektir. En önemli engel olan kendi engelini aşan kimsenin diğer engelleri aşması artık kolay olacaktır. Kendilik sorununu halleden kimse, sahip olacağı duruşun nitelikleriyle donanmaya başlar. Tevhid, adalet, şura ve kardeşlik gibi temel ilkeler eşliğinde bireysel ve toplumsal yaşamda bir güvenlik üssüne dönüşür. Yapıp ettiklerinin referansını merkezi değer sistemi olan Kur’an ve Peygamber örnekliği oluşturur. Böylece kendi diline, kendi kelime ve kavramlarına sahip bir kişilik olur. Burada işin en dikkat çekici tarafı şudur: Müslümanların toplumu açısından ortak bir merkezi değer sistemi ve gelecek bakımından ortak bir amacın oluşmuş olmasıdır. Müslüman toplumun ortak değer sistemini Kur’an ve Peygamber örnekliği oluştururken, ortak amacını ise hayırlı bir topluluk oluşturur. Aynı şekilde yapılıp edilenlerin en üst ve nihai amaç birliği de ortaya çıkmış olur:  Hayatı “Allah için” yaşamak.

Müslümanlar için ileri toplumsal tahayyülün ifadesini, hadis olduğu da söylenen şu söz, çok özlü bir şekilde dile getiriyor: “İki günü bir olan zarardadır.” Burada hangi açıdan zararın söz konusu olduğu önemlidir. Çünkü bu haliyle farklı anlamları yüklemeye uygun geniş bir yelpazeye sahip olduğunu görebiliyoruz. Söz konusu Müslümanlar olduğuna göre, tabii ki Allah’ın hoşnutluğu açısından olacaktır. Kur’an’ın ağırlıklı olarak mesajları Allah’ın hoşnutluğunu esas alamaya vurgu yapar. İnananları bu amaca yönlendirir. Bu anlamda Müslümanlar hayra çağırır, iyiliği söyler ve kötülükten kaçınır. Kötülük yapanları ise güzel bir şekilde uyarır. Bireysel, toplumsal ve uhrevi kurtuluşun bu şekilde olduğunun bilincinde olur. 

Kur’an’a göre zamanın boyutlarını hayat ve ölüm oluşturur. Ölüm bir yok oluş değil, boyutları farklı bir varoluştur. Her insan kendi hayat kitabıyla bu varoluşta layık olduğu yerde bulunacaktır. Müslüman dünya hayatını bu hesabı dikkate alarak yaşar. Bu, Müslümanın unutmaması gereken bir özelliğidir. Ölüm sonrasının bir gerçeklik olarak kabulüyle, ileri toplumsal tahayyülün sınırları da ortaya çıkmış olur. Bu ortak amaç için hem bireysel ve hem de toplumsal olarak, Allah için hakkın ayakta tutulması, adaletle tanıklık edilmesi ve sorumluluk bilinci gibi niteliklerle yol alınması istenir. Kur’an’ın rehberliği değerler üzerinden, sürekli olarak ileri toplumsal bir tahayyülü hatırda bulundurur.

Tüm yaratılmışlar içinde insanın duruşu farklıdır. Her varlık, fıtratının gereğine uygun bir duruşa sahiptir. İnsan için böyle bir bağlayıcılık yoktur. İnsan akıl ve irade sahibi olduğu için, istediği duruşu seçebilir. En başından beri tuhaf olarak nitelediğim herhangi bir duruşa sahip olmamayı, insan için bir çelişki olarak niteliyorum. İnsanın duruşundan toplumun duruşuna doğru bir paralelliğin olması için, insanların mutabık kaldıkları bir merkezi değer sistemine ihtiyaç vardır. Kabul edilmiş yaygın tabirle Kur’an ve Sünnet, Müslümanların merkezi değer sistemini oluşturmaktadır. Kur’an, insandan topluma doğru değerlerin inşa ettiği aşamalı bir süreçle hep daha iyiye doğru yönlendirmektedir. Her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah’ın ilahlığı mutlak doğru olarak kabul edilir. Bu tevhid esası, Müslümanların hepsini bir topluluk (ümmet) haline getirir.

Müslümanların topluluğu bir vücuda benzetilir. Bir Müslümanın derdi bütün Müslümanların derdi olarak kabul edilir. Bunun da ötesinde Müslüman olsun veya olmasın bütün mazlumların sorunları, Müslümanların kendi sorunları gibi kabul edilir. Bu şekilde her insan için özlemi duyulan ileri toplumsal tahayyülü gerçekleştirme imkânı da doğmuş olur. İleri toplumsal tahayyülün gerçek sonuçları ise Hesap Günü’nde ortaya çıkacaktır. İnsanlar tek başlarına hesap vermekten başka toplu olarak da hesaplarını verecektir. Kur’an böylece değer eksenli olarak ileri toplumsal tahayyülün önünü açarak; insanın ufkunu ölüme kadar değil, ölüm sonrasını da kapsayacak biçimde oluşturur. Bu ufuktan yoksun bütün bireysel ve toplumsal tahayyüllerin ilerilik vasfı, sadece ve sadece bir yanılsamadan ibaret olacaktır.  

“Öyleyse sizler hayra çağıran, meşru ve iyi olanı öneren, kötü ve yanlış olandan da sakındıran bir topluluk olun! İşte onlar, evet onlardır sonsuz mutluluğa erenler.” (Âl-i İmran, 3:104)

Not: Bu yazı, Kurani Hayat dergisinin 87. sayısında yayınlanmıştır.

NELER SÖYLENDİ?
@
Cevdet Işık

Cevdet Işık

DİĞER YAZILARI Yanılsamaları Fark Etmek.. Olduğun Yer Bulunduğun Durum... Kanla Yazılan Manifesto: Gazze İnsani Bir Sorun ve Sorumluluk Olarak Filistin... Ben Öteki ve Ötekileştirme... Açık Vermek... Akılsız ve Düşüncesiz Umutlar... Deprem ve Ölüm.. Sistemsel Meşruiyet... Sistemin İçi Ve Dışı... Bir Umut Devrimi Yapmak Mezopotamya’da Hüzün: Engelleri Aşıp Da Geldim... Algısal Yanılgılar Yakınlaşmanın Doğası Üzerine-1 İnsan Bir Yolcudur.... Adalet Düşüncesinin İnşası Gerçekliğe Düşen Cemre: Oruç Bir Yolcu Gelir Gibi... Dumdum Kurşunu Tarih Felsefesinin Gerekliliği Konuşan Kuran Hz. Ali.... Mikro Milliyetçilikler Sezai Karakoç Tanıklığım.. Milliyetçi Tasavvurları Aşmak-2- Milliyetçi Tasavvurları Aşmak-1 İtibar Üzerine... İktidar Tiryakiliği Kesintisiz Çoklu Okumalar Hayatsız Gündem Gündemsiz Hayat.. Kudüs Gerçekliğini Doğru Okumak... Nadide Zamanlar Yaşamsal Bir Unsur Olarak “Müphemlik” Bir Sorunsal Olarak Gündem Sorumluluğun Zirvesinde Bir Mü’min: Mehmet Akif.. Öznelliğin İktidarı-2 Öznelliğin İktidarı-1 Zamanın Ayarını Kaçırmak Öznel Özerklik-3 Öznel Özerklik-2 Öznel Özerklik-1 Hayat Ve Hicret Yanıltıcı Varoluşsal Katılık... Kur’an Ahlakının Gerekliliği Hüzünle Giden Ramazan.. İnsanı Tanımak Müslümanların Kafes Hayatı Şuradan Şuraya Post Truth Dünyada Müslüman Kalmak Adaletin Ayağa Kalkması Yaraların Kabuk Bağlaması... Bir Nitelik Olarak Adaleti Ayakta Tutmak.. Sanal Resepsiyon.. Can Alıcı Ve Can Yakıcı Kısım İçerik Bakımından Adalet Çarkı Adl Üzere Bir Hayat Adaletin Kuşatıcılığı Aklın Hakikatinden Uzaklaşmak Cenneti Arayan Adam Felsefik Bir Nazarla Seçim Olgusu Kilitli Labirent: Üstünlük Çıkmazı
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA