Rabbimiz Teâlâ sayısız varlık yaratmış. Her varlığa kimlik olan vasıflar vermiş. Hiçbir varlığın lüzumsuz olmadığını bildirmiş. Lüzumsuz varlık olmadığına göre, her varlık fonksiyonel bir yapıya sahip demektir. Her varlığın fonksiyonel yapısı, aynı zamanda o varlığın sahip olduğu imkân olmaktadır. Varlığın var olması bu imkânla mümkün olmaktadır. Varlığı var eden bu imkân sistemli bir işleyişe tabidir. Her şey son derece ince bir hesap ve ölçü üzeredir. Kozmosu oluşturan sonsuz sayıdaki varlığın bu hesap ve ölçü dâhilindeki sistemli yapısı, tevhidin en muhteşem resmini oluşturur. Bu ihtişamlı tevhid resminde her varlık üzerine düşeni kusursuz bir şekilde yerine getirir. Zaten bu varlıklar için başka bir seçenek de mümkün değildir. Çünkü iradeleri yoktur. Allah’ın koyduğu yasa ne ise o yasa gereğince var olurlar. Bu anlamda kozmosta, kaos oluşturacak hiçbir ihlal söz konusu değildir.
İnsanın iradeli olması, yani seçenekli yaşama imkânına sahip olması, doğal olarak hayat için sorunların kapısını aralamak anlamına gelir. Her tercihle birlikte muhtemel bir sorun da var olur. Doğru çözüm getirilmediği zaman her sorun hayatın akışını bozan bir hastalığa, bir uyumsuzluğa dönüşebilir. Fıtratı bozan irili ufaklı bütün hastalık ve uyumsuzluklar, toplumsal kaosun zeminini oluşturur. Kaosu oluşturan zeminde neyin ne olduğu belli değildir. Netlik değil, sis ve pus vardır. Bu manada insanlık tarihi, hep bir kavga ve kargaşa halinin sürüp gittiği bir tarih olmuştur. Bütün sorunların, bütün kaos ve kavgaların nihai olarak gelip dayandığı temel sebeplerin ortak paydasında adaletin ihlal edilmesi vardır. Bir yerde adalet düşüncesinin yara alması demek, o yerde hayatın da yara alması demektir. Böylece hak ve hakikat zedelenir ve güvensizlik genel bir kanaat haline gelir. Bu durumda oluşan zarar ve ziyanın etkisi bütün varlık üzerinde görülmeye başlar.
Bütün bir varlığı adaletle ikame eden Rabbimiz Teâlâ, toplumsal hayatın da adalet üzerine ikame edilmesini emrediyor. Bunun için her insan öncelikle kendi sorumluluk sahasını bilerek üzerine düşeni yapmalı, yer ve zamana nasıl bir anlam biçtiğini sorgulayarak yola düşmelidir. Çünkü üzerinde bulunduğu yerin ve kendisine verilmiş imkânların ne anlama geldiğini bilmezse, nasıl bir hayat süreceğini de bilmeyecektir. İşte insanın bu önemli engeli sorunsuz bir şekilde aşması için Allah, vahiy indirmek suretiyle insanın elinden tutmakta, insana varlık ve hayatın hikmetini haber vermektedir. İnsan vahiyle birlikte doğru bilgiyle buluşmuş olur. Böylece doğru bir hayatın da temelini atma imkânı elde etmiş olur. Doğru bilgi hak ve hakikate açılan kapının anahtarıdır. Varlık hakkında, varoluş hakkında hak ve hakikatle buluşmadan sahih bir adalet düşüncesi de inşa edilemez. İnsanda ve toplumda adaletin inşası: Hak ve hakikat; doğru bilgi, doğru hayat.
Hakikatlerin en hakikatini Allah inancı oluşturmaktadır. Bu inanç sadece ‘Allah’a inanıyorum’ demekten ibaret değildir. Allah inancı kesin ve keskin bir inançtır. İnsan nasıl ki kendisinden şüphe etmiyorsa, aynen bu şekilde Allah inancı da şüphesiz olmalıdır. Bu ilk aşamadır. İkinci aşama, mademki Allah vardır, öyleyse O’nunla bir ilişki de olmalıdır. İnsanın Allah ile ilişkisi vahiy aracılığıyla en doğru şekilde mümkün olabilir. Bu konuda her kim hangi din ve inanca sahip ise o din ve inancın gereğini yerine getirmelidir. Aksi takdirde net bir şekilde yalancı olmaktan kurtulamayacaktır. Allah ile ilişkinin ilk basamağı iç disiplini, ikinci basamağı ise dış disiplini oluşturur. İlk basamağın gereği duygu ve düşüncede Allah’a hiçbir varlığı ortak koşmama, ikinci basamakta ise emir ve yasaklarıyla hayatı tanzim etmek söz konusudur. İnsanda adalet düşüncesinin inşası için fesada uğramamış bir fıtri yapı da gerekiyor. Bu şekilde hesabı verilecek yaşantılarla bireysel ve toplumsal varoluş gerçekleştiği zaman adalet toplumu da inşa olabilecektir.
Müslümanların adalet düşüncesi vahiy tarafından inşa edilir. Buna göre Allah’ın ilahlığı dışında hiçbir ilahlığa yer verilmez. Vahiy tarafından bildirilen emir ve yasaklar mutlak surette kabul edilerek hayata geçirilir. Yani tarihte özellikle de yönetim kademelerinde sıklıkla yapıldığı gibi, Kur’an hayata uydurulmaz; hayat Kur’an’a uydurulur. Aslında Kur’an’ın emir ve yasaklarına bakıldığı zaman görülecek olan, insanlığın ortak değerleridir. Bugün zirve yapmış bir durumda olan Müslümanların paradoksal yaşantılarından kurtulmaları hiç de zor değildir. Sadece inandığını ve kabul ettiğini söyledikleri her ne varsa onların bilincine varmaları gerekiyor. İnsana yakışan da zaten budur. Yani ne söylediğini ve ne yaptığını bilmesidir. Eğer Müslümanlar yapıp ettiklerini bilerek ve anlamına vararak yapıp ederlerse adalet düşüncesini de inşa etmiş olacaklardır. Bu bağlamda dini sadece Allah’a has kılmak gerekir. Onun için de gerçekten iman ettiğini söyleyen her kim varsa muhakkak Allah’ın mesajıyla nasıl bir ilişki içinde olduğunu derinlemesine tetkik etmek zorundadır. Böylece her zaman yaka silkinen ve en büyük adaletsizliğin göstergesi olan paradoksal hayattan kurtulmak mümkün olacaktır.