Ömer Seyfettin 17 Nisan 1919 tarihli Diken mecmuasında “Korkunç Bir Ceza” adında bir hikâye neşreder;
Avrupa’daki sanayileşmenin, öküzden makinaya, topraktan çeliğe, köyden kente göçlerin Anadolu’ya da sirayet ettiği ilk zamanlardır.
Hasan Ağa da kentli olmak uğruna köyünü terk edip, zevcesi Gülsüm Hanım’ı da yancağızınaalarak İstanbul’un yolunu tutmuş, Fatih semtinde bir ev kiralamış ve geçimini sağlamak üzere aynı semtte bir de helvacı dükkânı açmıştır.
Hemşehrileri, İstanbul’a yeni geldiği için, şerefine Hasan Ağa’ya bir davet vermişlerdir, ancak karısı evde yalnız kalacağından, korkmaması için onu teskin etmeye çalışır;“Hanım, sen bir kişicik bul, onunla yat, sakın korkma, ben geleceğim.” diyerek davete gider.
İlk defa yalnız kalan Gülsüm korkar, kocasının ne kastettiğini anlamadığı için sokakta gördüğü insanlara “Kişicik sen misin?” diye sormaya başlar.
Aynı soruyu sorduğu zamparanın teki bir külhanbeyi, karşısındaki hanımefendinin köylülüğünü, saflığını hemen anlar ve şen’i emellerine alet etmek için avı ayağına gelmiş çakal misali, “aradığın kişicik benim” der. Gülsüm, bu kart zampara külhanbeyini eve götürür ve beraber yatarlar.
Davette içi rahat etmeyen Hasan Ağa, gecenin ilerleyen saatlerinde evine döner; bir de ne görsün? Karısı Gülsüm, yatakta bir külhanbeyiyle; “Yabancı bir herifin döşeğimde ne işi var?” diye bağırmaya başlar; kadın da külhanbeyi de korkudan titrerler.
Gülsüm, “Bey, sen bana bir kişicik bul, onu eve al ki, tek başına kalıp da korkma dedin, ben de sokağa çıkıp, kişicik aradım, bu adam da aradığın kişicik benim dedi, aldım eve getirdim.” der.
Hasan Ağa, karısının saflığını görünce, bu kez tüm öfkesiyle külhanbeyinin üzerine yürür.
Zampara külhanbeyi, kaçabileceği bir boşluk bulamayınca, suçluluk hâlet-i ruhiyesiyle evin bir köşesine sinmiş, Hasan Ağa’nın ne yapacağını tahayyül etmeye çalışarak korkar.
Gecenin geç vakti, ortalık zifiri karanlık.
Hasan Ağa, zampara adamı sırtlar ve Fatih’te ikamet ettiği evden çıkıp, Yedikule'ye kadar götürür.
Külhanbeyinin, “Acaba beni nasıl öldürecek; doğrayacak mı, şişleyecek mi, surlardan mı atacak, denizde mi boğacak…” diye kırk tane korkuyla, ne şekilde öldürüleceğini düşünmekten saçları ağarır.
Nihayet Yedikule'ye varırlar.
Hasan Ağa, sırtındaki zampara adamı yere indirir, kendi alnından şıpır şıpır damlayan teri kolunun tersiyle siler, gözlerini kart zamparaya diker;
“Sakın ha bir daha bizim eve gelme! Seni bir daha evimde yakalarsam vallahi billahi bu sefer Yedikule’ye değil, ta Ayastefanos'a kadar götürür, orada bırakırım.” diye tehdit edip, gerisin geriye evinin yolunu tutar.
-o-
Alçak ve zalim İsrail, eğer soykırıma, katliama devam ederse, bebek, çocuk, kadın demeden katletmeyi sürdürürse, ona Kudüs’ün sadece batı tarafını verip, burayı başkent yap, yarısı nerene yetmiyor diyebiliriz.
Bir de Coca Cola satın alıp, kanalizasyon mazgalına dökeriz ve 1,5 ay sonra gelecek olan mübarek ramazan ayında, iftar sofralarımıza Fanta, Yedigün, olmadı mis gibi Elvan gazozu koyarız.
Diplomatik temaslardan çok korkar İsrail; bunu bilir, bu korkusunun üzerine üzerine gideriz.
Yetmez! Kendisine attığımız fırçalardan ödü kopan İsrail’in, diplomatik temsilcilerini geri çekme kararının ardından bakarız. Öyle bir bakarız ki, bakışlarımızdan feci tırsar.
İnanın bu, Hasan Ağa’nın, zampara külhanbeyine verdiği cezadan daha aşağılayıcı, daha küçültücü, daha rezil edici, daha kahredici bir ceza olacaktır.
Kahrolsun İsrail!
-o-