Bilindiği üzere tarihçiler Roma’yı üçe ayırırlar; Pagan Roma, Hıristiyan Roma ve Müslüman Roma.
Pagan Roma, MÖ 753’te ikiz kardeşler Romus ve Romulus tarafından kurulmuştur.
MS 379 yılında İmparator I. Theodosius tarafından, Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak Hristiyanlığın ilan edilmesiyle beraber Paganizm yasaklanmış ve Pagan Roma tarih sahnesinden çekilmiş, yerini Hıristiyan Roma almıştır.
Çok daha öncesinden üniversal imparatorluk benzeşikliğine zaten sahip olan Osmanlı’nın 1453’te İstanbul’u fethi ile doğan Müslüman Roma da, Hıristiyan Roma’yı ilga etmiştir.
Latin kökenli bu deyim, kısaca sözleşmelerde tarafların birbirine verdikleri vaatleri yerine getirme taahhüdüdür ve “ahde/akde vefa ilkesi” olarak hukuk sisteminde mündemiçtir; kökleri Pagan (putperest) Roma İmparatorluğu hukukuna dayanır.
İşte bu “pacta sund servanda” ilkesi, üçlemenin ilk dönemi olan Pagan Roma’nın hukuk sistemi içinde doğmuş, bugün itibariyle tüm dünyanın devletler ve bireyler hukukunu etkilemiştir.
Bu ilke, öz itibariyle devletler hukuku alanında iki devlet arasında yapılmış anlaşmaya sadakat gösterme yükümlülüğü olarak özetlenebilir. Bu deyim ile devletlerin kendi iradeleriyle anlaşma yapabilme ve iyi niyet kuralları çerçevesinde bu anlaşmaya sadık kalma gerçekliği ifade edilir.
Böylece normlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alarak, devletler genel hukukunda tüm devletlerin, -kendilerinden üstün bir kuvvet kabul etmemelerine karşın,- sırf yaptıkları anlaşmalara riayet edecekleri saikiyle doğmuş olan bu ilke, devletler genel hukukunda “bağlayıcılık” sorununun çözümünü sağlamıştır.
Bireysel anlamda da sözleşme hukukuna egemen olan bu ilke, tüm dünyada olduğu gibi Türk hukuk sisteminde de kabul edilmiştir. Bu ilkeye göre yapılan ve imza edilen sözleşme yerine getirilmelidir. Koşullar sonradan değişse bile, borçlu ve alacaklı sözleşmeyle imza edilen anlaşmaya sadık kalmalı, özellikle borçlu borcunu ödemekten kaçmamalıdır.
Bu ilkenin hangi sebeple ortaya çıktığını söylemek zor olmasa gerek; güçlünün zayıfa zulmettiği bir düzende, bunun önüne geçilerek hak ve adaletin temini sağlanmak istenmiştir.
Geniş manada ele alırsak, bu ilke hayatımızın merkezinde yer alır aslında ve tüm ilişkilerimizi kapsar; babanın evladıyla, eşlerin birbiriyle, komşular arasında, işadamları arasında, okul, asker, mesai arkadaşları arasında…
Ancak; Çanakkale’de, Yemen’de şehit olduğunu bilmediği kocasını ömrünün son demine kadar bekleyip, “Oğlum, baban gelirse bana haber ver ha!” diyen eşler, yerini kocasının kendisine verdiği kredi kartlarıyla mutlu olan bireylere bırakmıştır mesela.
Bugün, geçmişimizle kıyasladığımızda ülke olarak, ümmet olarak sıkıntısını en fazla çektiğimiz yitiğimizdir ahde vefa.
Çevrelerindeki insanlara, öğrencilerine, emri altında çalıştırdığı işçilerine, memurlarına üst değerler hakkında nasihatlerde bulunanların da yitiğidir ahde vefa.
Paraya, statüye, menfaate değişip, sırf kendimiz için kurup dostlarımızı, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, hatta ana babamızı dışında tuttuğumuz içi boş çekirdek hayatlarımızın yitiğidir ahde vefa.
İnsanlığın yitiğidir ahde vefa ve onu daha çok kaybetmek adına çekirdek hayatımızı daha da yalıtırız insanlardan.
En büyük tezatımızdır üstelik; çevremizdekileri yargılamaya kalkışıp, “sen ne vefasız çıktın” derken, aslında hep bu ilkeye atıf yaparız farkına varmadan, ama bir dosta, bir arkadaşa karşı kendi hususi hayatımızın özünde bulunmaz ahde vefa.
Kâh bir menfaat çukuruna atıveririz dava arkadaşımızı, kâh bir malın mülkün sorgusunda kaybederiz dostumuzun gönlündeki yerimizi; ancak yine de, asli bir vazifesi olarak hâlâ o arkadaşımızdan bekleriz ahde vefayı. Çünkü incinmeye onun hakkı yoktur, süslü laflarla bezediğimiz niyetimizin dışa vurumunda, bizim kullandığımız kadardır varlığı, değeri oysa en başından beri… Hiç yoluna sattığımız arkadaşımızdır yine de vefasız olan… İnmeyiz o hesap soruculuk konforuyla oturduğumuz o yüce yerlerden… Güvenilir olmak zorundadır bize karşı arkadaşımız, ama asla ben onun için güvenilir miyim, diye bakmayız aynaya… Ahde vefa beklediğimiz dünyamızda, bırakıp gideceğimiz üç arşın bezle, kırık bir gönüldür aslında…
Evet, acı kaybımızdır, başımız sağ olsundur, yoklukla malul yitiğimizdir ahde vefa.
İnsanları suçlarız ve sosyal medyadan mesajlar göndeririz adresi bizde saklı kimselere. Bazen altına bir not ekleriz “o kendini biliyor” diye. İnsanların ne kadar vefasız olduğundan dem vurur, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, çevremize eşyaların bile bir ruhu olduğunu söylerken, dostlarımızın, insanların bir ruhunun olduğunu ihmal ederiz. Hep haksızlığa uğrayan bizizdir. Çevremizdeki insanlar da hep kendini düşünür, asıl onlardır hep bencil olan. Böylece kimseye kıymet vermemeyi salık veririz kendimize. Çünkü hep iyilik yaptıklarımızın hançeri vardır sırtımızda.
Aslında insani değerler noktasında etrafımıza anlatadurduğumuz “o üstün kişilik” ütopiktir ve bizim gerçek hayatımızda karşılığı yoktur “kişilikli olmak” hâli.
Yardımlaşmanın erdeminden bahsederken, kendimizi rahatlattığımız infaklardan, sadakalardan ibarettir hayatımız mesela.
Dostluktan bahsettiğimiz şey bize yük olunmamasıdır.
Arkadaşlıktan beklentimiz, bizim onun hayatının da merkezinde olmamızdır aslında.
Erdeminden bahsettiğimiz değerler boğazımızdan aşağı inmez; o yüzden evlat, yaşlı ana babasına bakmaz…
O yüzden düşenin dostu olmaz…
O yüzden insanın yükü ağırdır insana…
O yüzdendir gözümüzü kırpmadan merhametsiz oluşumuz…
O yüzden iki alacaklı sokakta karşılaştıklarında silahlar konuşur…,
O yüzden çocuklarımızın anası bir maktul, o yüzden çocuklarımızın babası eşektir nafaka yükünü taşımak için…
Çevremizdeki doğa, hayvan, insan her şey potansiyel yatırım unsurudur o yüzden…
O yüzden bayramlar tatil zamanlarıdır sadece; arifesinde ölülerin, bayramında dirilerin gönlünün alınması gerektiğini bilmeyiz o yüzden…
Oysa Pagan Roma’dan hukuksal sisteme giren “pacta sund servanda” ilkesi bir hukuk deyimi olmaktan çıkıp ruhumuza işleyebilse, aslında bunun bize ait bir “öz” olduğunu yeniden hatırlayabilsek, kendi insani yitiğimize sahip çıkabilsek, sokakta, haberlerde karşılaştığımız tüm çirkin, mide bulandırıcı vakıalardan temizlenmiş birer kişi, sonra aile, sonra mahalle, şehir, millet oluruz. Sen böyle arınırsın, toplum böyle arınır belki de…
Evet; ahde vefa ilkesi pagan, yani putperest bir imparatorluğun, Roma’nın mirasıdır.
En acısı da budur; bugün biz Müslüman’ız ve ilişkilerimizde Putperest Roma Hukuku’nda olduğu kadar bile ahde vefa duygumuz yok maalesef.
Dedim ya, asıl bizim yitiğimizdir ahde vefa; “Ahdi yerine getirin, ahdi bozanlar sorumludur.” çünkü (İsra 34).
“Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım.” (Bakara 40) der vefalıların en merhametlisi bize.
Ahde vefanın en büyüğü, en sonsuzu “Allah’a verdiğin sözü tutmaktır.” oysa (En’am 152).
Allah’a söz veren kişi, kimseye ahde vefasızlık yapamaz çünkü…