Eyüp’te küçücük bir esnaf lokantasında (sadece) dört kişi bir sohbete tutuşmuştuk kısa bir zaman evvel. İki arkadaşım memur, bir arkadaş lokantacı; bir de ben varım yemek masasında. İşte burada anlatacaklarım, hepi topu üç dakika süren bu sohbetin hikâyesidir.
Lokantaya girdik Allah’ın selamıyla; “Selamunaleykum.”
O meşhur misafirperverliğimizle karşılandık, boş bir masaya buyur edildik.
Ne var, ne yok, nasılsın faslından sonra, arkadaşımızın parmağındaki iri mavi taşlı yüzüğe gözümüz takıldı.
İlk konuya da böylece giriş yaptık:
Gardaşım, nedir yüzüğündeki taş?
Turkuaz taşı.
Ama turkuaz taşının damarları olur, bu boyalı taş gibi duruyor.
O damarlar firuze taşında olur.
Turkuaz taşının bir diğer adı firuze zaten.
Ha öyle mi? Demek ki sahte!
Sahte taş vermişler sana; hem turkuaz taşının rengi bu kadar koyu mavi değildir.
Turkuaz konusu devam etmedi; saniyeler içinde “değiştir” butonuna basıp, başka bir dala konuverdik:
Aynı Kemal Kılıçdaroğlu gibi yani.
Vallaha ya; adamın hiçbir önerisi yok, sırf laf üretiyor.
Değil mi ama?! Varsa projen ortaya koy arkadaş, yoksa da sus!
Ne önerisi olacak, yok ki. SSK’yı trilyonlarca zarara uğratmış.
Mesela Tayyip bir şey yapıyor, bu da her şeye karşı çıkıyor.
Kuru laf. Onun yaptığını beğenmiyorsan sen de farklı bir şey yap.
Tayyip fırında kuzu yapıyor örneğin, sen ortaya bir patlıcan musakka bile koyamıyorsun.
Yani!.. Sen de git mesela patlıcan musakka yap farklı olarak.
Her yemeğin bir ustalığı, inceliği var işte böyle. Mesela patlıcanı kızartınca soğuk suya atıp çıkaracaksın ki, yağı çekilsin.
Allah Allah! Yağı gitsin diye soğuk suya mı koymak gerekiyor? (Makas değişti!)
Tabi ya. Yıllardır bu mesleğin içindeyiz, ama bizim de bilmediğimiz daha neler var.
İlginç! Ben bilmiyordum patlıcanın yağı çekilsin diye suya konduğunu.
Bunu biz biliyoruz mesela, işimiz bu; ama Fatih Sultan Mehmet’in aşçıları bilmezmiş.
Evet öyleymiş, çünkü Fatih patlıcan yememiş hiç.
Niye ki? Patlıcan sevmez miymiş?
Amerika 1492’de keşfedildi ya! Yeni Dünya’nın bu yiyecekleri Osmanlı mutfağına gelene kadar Fatih göçüp gitmiş.
Allah Allah! Bu nimetleri tatmamış mübarek demek ki. Ama büyük adammış vesselam. (Yeni mevziye atlama teşebbüsü)
Evet. Mesela patates ve domates de yememiş. (Teşebbüs boşa düştü)
Ali Şeriati’nin domatesle ilgili anlattığı bir hikâye var. Mollanın birinin oğlu fuhuş, kumar, içki her türlü melanete bulaşmış da, babası “Ya Sabır” çekip dururmuş. Bir gün mollanın oğlu yanına birkaç kız, bir iki âlemci arkadaşıyla iskambil takımını, birkaç şişe de şarabını alıp eve gelmiş. Bir elinde de kese kağıdının içinde domates varmış meğer.
Ee!
Molla köpürmüş; ulan hergele, zina ettin, ses etmedim; kumar oynadın sustum; içki içip sarhoş geldin, sabrettim; şimdi utanmadan bir de domates alıp gelmişsin. Defol gözümün önünden!
Niye öyle demiş? Domates helal oysa!
Hani domates de Amerika’nın keşfinden sonra sofralarımıza gelmiş ya! Gâvur yiyeceği önyargısı işte.
Sadece İran’da değil ki; Ortaçağ Avrupası’ndan hemen sonra da domates kerih kabul edilirmiş, zehirli olduğu düşünülürmüş. Tabi o zamanlarda cam, teflon tava yok. İnsanlar yemeklerini alüminyum veya bakır kaplarda pişiriyorlarmış. Domates pişirdiklerinde zehirlenme hadiseleri daha çok olmaya başlamış. Yedikleri kaplara değil, Allah’ın domatesine kusur bulmuşlar. Oysa domates pişirildiğinde bu metal kaplardaki zehrin çözünüp açığa çıkmasını kolaylaştırırmış. Yani kusur domateste değil, pişirilen metal kaptaymış, ama bunu bilememişler.
Görüyor musun neler var daha bilmediğimiz?!
Çok ilginç yahu! Allah’ın nimetine kusur bulmuşlar demek.
Ee, abi işler nasıl? Var mı bir sıkıntı?
Yok çok şükür, çorba kaynıyor işte!
İyi, iyi! Allah helal kazançlar versin.
Abi bize müsaade, acil çıkmamız lazım.
Allah yolunuzu açık etsin.
İşte böyle! Siyasi, dini, içtimai hayatın hemen her noktasında manipüle edilmeye kendi eliyle bu kadar yatkın bir toplumuz. Ortak toprak parçası, bayrak ve kültür etrafında toplanıp, bunlar için ölünce millet oluyoruz. Allah’ın bilmemizi ve etrafında halkalanmamızı emrettiği esaslardan uzak ve bilgisiz, dolayısıyla da ilgisiz kalınca, birileri gerçek amaçlarını çok kolay maskeleyip, kendi istedikleri şekilde kolayca manipüle ediveriyor bizleri.
Oysa bilmenin ya da bilen birilerinin kıymetini bilseydik, o veya bu fraksiyonun, görüşün, retoriğin, yönlendirmenin etkisinde kalmaz, ölümü değil, yaşamayı ve yaşatmayı esas alırdık. Gerçekten de etrafında dönüp durduğumuz ve çok değerli, çok önemli, çok hayati sandığımız ne varsa, ne gün kopacağını bilmediğimiz kıyamet saatiyle beraber buharlaşıp gidecek ve fark edeceğiz ki, meğer ahiri anlamda hiçbir değeri yokmuş, boşmuş. Hayır hayır, buharlaşmayacak; tam aksine hesap görülürken boynumuza yük olacak.
Düşünüp, anlayıp, bilseydik daldan dala bir toplum olmazdık!
Oysa ne diyor Allah; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Oysa ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.” (Zümer 9)