Sorumluluğun Zirvesinde Bir Mü’min: Mehmet Akif..

Cevdet Işık

27-12-2020 13:34

Osmanlının önlenemeyen çözülüşü hızlanarak devam etmektedir. Balkanlar, kaynayan kazan misali, ateşi gittikçe yükselmektedir. Batılıların ektikleri fitne tohumları yeşermekte ve her tarafta kargaşa ve huzursuzluk hayatın görünen yüzü olmaktadır. Yüzyıllar boyunca barış içinde yaşayan halklar, artık özgürlük ve bağımsızlık adına seslerini yükseltmektedir. Osmanlılar yavaş yavaş hâkimi oldukları topraklardan çekilmektedir. Eşkıyalar için gün doğmuş ve onlar için “devlet adamlığına” terfi yolları açılmıştır. Bir taraftan Ruslar boğazımızı sıkarken, diğer taraftan Batılıların oluşturdukları fitnelerle, İstanbul’da farklı mizansenler uygulamaya konmaktadır. Devlet yönetimindeki sarsıntılar çözülmeyi, çözülme belirsizliği ve belirsizlik ise toplumsal yapıda büyük yaralar açarak umutsuzluğu beslemektedir.

Fatih Medresesi müderrislerinden Mehmed Tahir Efendinin oğlu olan Mehmet Akif, tasvirini kısaca yaptığım böyle bir dünyaya gözlerini açar. Aslında babası, oğluna isim olarak Mehmet Ragıyf ismini vermiştir. Fakat yaygın olarak kullanılmayan ‘Ragıyf’ ismi, söylemdeki zorluktan dolayı, zamanla ‘Akif’ olarak değişecektir. Tahir Efendi sadece bir baba değil, aynı zamanda “büyük bir şefkatle ailesine davranan, sabahları çocuklarını uyandıran, kahvaltısını yaptıran, saçlarını tarayıp okula gönderen” bir kimsedir.

Tahir Efendi öldüğünde Mehmet Akif on dört yaşındadır. Bir baba olarak Tahir Efendinin çocukları üzerindeki etkisi çok büyüktür. Öyle ki Mehmet Akif, babasının ölümünden yirmi altı yıl sonra, yani kırk yaşında iken babası hakkında şunları diyecektir: “Benim babam hem hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim.” Bu da bize, insanın yetişmesinde, kişilik sahibi olmasında, anne-babanın sahip olduğu sorumluluğun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu vesileyle, çocuklara dair birkaç kelam etmekte yarar vardır: Çocuklar, sorumluluğumuzda bulunan, paha biçilmez değerdeki emanetlere benzerler. Onları, sıradan varlıklar gibi görme lüksüne sahip değiliz. Böyle yapanlar, aslında bu tavırlarıyla geleceklerini karartmış olurlar. Onları, varoluş amacına uygun olmayan bir şekilde yetiştirdiğimiz zaman, elimizdeki emanete ihanet etmiş olacağımızı bilmeliyiz. Bunun zor bir hesap olduğunun farkına varmalıyız. Ayrıca çocuklarımızın en büyük sermayemiz olduğunu, asla ve kat’a unutmamalıyız. Bu bir hayat memat sorunu olduğu için, tedbirlerimizi almalıyız ki, gelecekte altından kalkamayacağımız hesaplarla karşılaşmayalım. Onun içindir ki, sadece neslimizi sürdürecek kimseler yetiştirmiyoruz. Aynı zamanda, hem dünyayı ve hem de ahireti cennete çevirecek sermayeyi yetiştirdiğimizin bilincinde olarak hesap kitabımızı yapmalıyız.

Mehmet Akif’in yaşadığı dönem, hakikaten zor bir dönemdir. Her gelen felaket, gelecek olan daha büyük bir felaketi haber vermektedir. Aile, okul ve yaşadığı çevre, Akif’i dıştan şekillendiren faktörlerdir. Fakat bu, bir şahsiyet sahibi olmak için yeterli değildir. Bir de, insanın içten içe bir karara varması gerekmektedir. Hem kendisinin ve hem de dış dünyanın farkına varacak, olup bitenlere ‘nasıl’ ve ‘niçin’ baktığını bilecek ve buna göre bir değerlendirme yapabilecek bir iç disipline de ihtiyaç vardır. Bütün bunlar için de düşünme sürecini oluşturan bütün aşamaları aktif tutmak gerekir.

Geçmiş (mazi) üzerinde durularak muhasebe edilmeli ve gerekli dersler çıkarılmalıydı. Gelecek (ati) üzerinde durularak muhasebe edilmeli ve hedefler belirlenmeliydi. Şimdiki zaman (hal) üzerinde durularak muhasebe edilmeli ve en doğru tavır belirlenmeliydi. Akif’in, bütün bu süreçleri bir arada sürdürecek, illiyet bağlarını birbirine bağlayacak bir tefekkürle, sorumluluk bilincini kuşanma kararını ve dolayısıyla, kendi yaşam tarzını belirleme zamanı gelmişti. Sezai Karakoç, okul, aile gibi harici unsurların etkin olduğu birinci dönemi ‘klasik dönem’ ve içten gelen kıpırdanışların yönlendirdiği ikinci dönemi ise ‘entelektüel kültür dönemi’ olarak adlandırır: “Birinci dönemde Akif özü oluşuyor, ikinci dönemde bu öz bir şahsiyet halini alıyor.”[1] Şahsiyetini oluşturmuş bir mü’min olarak Mehmet Akif, sadece ailevi ızdırapları derinden hissederek değil, aynı zamanda ümmetin ızdıraplarını da derinden hissederek, sorumluluğun zirvesine varmış ve elinden gelen bütün imkânlarını kullanarak, daha doğrusu ‘her şeyini feda ederek’ çalışmıştır. Mehmet Akif, kuşandığı sorumluluk bilincinin (takva) gereğini yerine getirmekten hiçbir zaman geri durmamıştır.

Mehmet Akif, devlet ve toplum olarak yaşanmakta olan çözülüşün önüne geçmek için çözümün adresi olarak İslam’ı göstermiştir. Bunun için o, sürekli olarak İslam idealini anlatmış ve İslam’ın doğru anlaşılması için gayret göstermiştir. Bu manada kendisini içinde bulduğu kesim İslamcılar kesimi olmuştur. Malum olduğu üzere o dönemdeki kötü gidişe çare olarak ileri sürülen üç akım vardır. Bunlardan bir tanesi; çarenin batılılaşmada olduğunu ileri süren Batıcılar idi. Bunlara göre eğer biz Batılı değerleri alıp o değerlere göre hayatımızı tanzim edersek, yani batıcı olursak, bütün sorunlarımızdan kurtulacağız. Bir diğer akım ise, çareyi Türk ırkının ve varlığının bilincine varmakta bulan Türkçüler idi. Yok oluşa doğru giden devletin de milletin de bu durumdan kurtulmasının, ancak İslam’ın değerlerine tam anlamıyla sarılmakta bulan kesime ise İslamcılar denilmekte idi. Yetişme tarzı ve sahip olduğu değerler dolayısıyla, Mehmet Akif’in İslamcılar içinde yer alması gayet normaldir.

İslamcı düşüncenin yayın organı olarak, Ağustos 1908’de, II. Meşrutiyet’in ilanından bir ay sonra kurulan Sırat-ı Müstakim dergisini görmekteyiz. Bu derginin sahipliğini, Ebulula Zeynelabidin ve Eşref Edip yapıyorlardı. Bu derginin kuruluş sürecinde Sait Halim Paşa ile Mehmet Akif’in de aktif rol aldıklarını biliyoruz. İslamcı aydınların toplandıkları bu dergi, 1912’de sadece Eşref Edip’in sorumluluğunda yayınlanmaya devam eder ve isim değiştirerek Sebilürreşat adını alır. Mehmet Akif derginin başyazarıdır. Mehmet Akif’in nerdeyse bütün şiir ve yazıları burada yayınlanmıştır.

İslamcılık düşüncesinin üzerinde durduğu ana fikir şudur: En büyük sorun, tek tek insanların ahlakları ve davranışlarında görülen bozukluktur. Bizim varlığımızın tehlikeye girmesinin en büyük sebebi de budur. Çünkü bizler İslam’ın değerlerinden koptuk. Onun için kurtuluş çaresi olarak, tekrar İslam’ın değerlerine dönüş yapmalı ve sağlam bir ip olarak sımsıkı sarılmalıyız. Genel olarak bu tez dile getirilmiştir. “İslamcılık, aslında klasik görüştü. Fakat ayrı bir şekilde sunuluyordu. Belki de bu yüzden tam anlaşılamadı. Karşıdakiler, onu, hemen bir çırpıda, “eski” diye mahkûm ediyorlardı. Hâlbuki mesele, yeni bir medeniyet aramak değil, cemiyetin malı medeniyeti, yeni şartlar içine yerleştirebilmek, daha doğrusu, ondan, yeni şartların sorusunu sormak ve cevabını almaktı.”[2] İşte tam bu noktada, devreye birbirinden farklı olarak, İslam adına farklı tonlardaki anlayışların ön aldığını görmekteyiz. Soru ve sorunların çözülsün diye getirildikleri yer İslam değil, İslam gibi görünen, yüzyıllarca içtihada kapalı tutulan anlayışlardır. İslam’ın anlaşılmasının zor bir hale gelmesinin sebebi bu olsa gerektir.

Mehmet Akif sahip olduğu sorumluluk bilincinin gereği, zamanının hiçbir olayına kayıtsız kalmamış ve bir mü’min olarak üzerine düşeni yapmıştır. Ama bu, ‘yaptığı her şeyde isabet etmiştir’ demek değildir. Örnek olması bakımından, destek verdiği 1908’deki II. Meşrutiyet ile şiirleriyle en ağır bir şekilde eleştirdiği II. Abdülhamit, tartışmalı konular arasında yer almaktadır. Bütün bunları istibdat olarak gördüğü uygulamalardan dolayı yapmıştır. Fakat İttihat ve Terakki’nin eline yetki geçip uygulamalarına şahit olduğu zaman, “… bu değil beklediğim hürriyet” diyerek,  büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını görmekteyiz. Akif, aynı hayal kırıklığını Cumhuriyet’in ilanından sonra da yaşayacaktır. Zira beklenen istikbalin tam zıt istikametinde bir istikbal oluşmuştur. Oysa Akif ne emekler vermişti!? Eşref Edip’le birlikte, İşgal altındaki İstanbul’dan Balıkesir’e gelir gelmez, kıldıkları Cuma namazından sonra, Zağanos Paşa camisinde halka vaaz ederek, halktan Milli Mücadele’ye destek vermelerini istemişti. Balıkesir’den ayrılıp Ankara’ya geldikten sonra da Hacı Bayram camiinde vaaz vermeye başlamıştı. Bu şekilde Milli Mücadele için yardım alabileceği bütün illere gitmiş ve vaazlarını vermeye devam etmişti.

Akif’in, Milli Mücadele boyunca verdiği vaazların ağırlık noktasını, bu vatanın kaybedilmesi halinde artık gidebilecek bir yerimizin olmayacağı konusu oluşturmuştur. Onun için bu cihada katılmayı farz olarak niteler ve böylece insanlarda var olan şüpheleri gidermeye çalışmıştır. Oluşmuş veya oluşabilecek isyanları yatıştırmaya ve gönülleri sevgi ve aşkla tutuşturma gayretini göstermiştir. Ama sonuç itibariyle gelinen noktada, koskocaman bir hayal kırıklığı oluşmuştur. Sezai Karakoç, bu konu ile ilgili olarak şu tesbite yer vermektedir: “ Cihan ve İstiklal savaşları bitip devrimler başlayınca Akif’in sustuğunu görüyoruz. Bu yıllara Akif’in “Boykot” yılları diyebiliriz. Akif gibi bir şairin cemiyette oluşan büyük bir değişiklik karşısında susması, denebilir ki en büyük tepkisi, en güçlü protestosudur.”[3] Bu tespitten hareketle şunu rahatlıkla diyebiliriz: Akif’in konuşması da susması da, kuşanmış olduğu sorumluluk bilincinin (takva) bir gereğidir.

Akif’in verdiği mücadele, doğrunun yanında yanlışı da gösteren bir işleve sahipti. Bir taraftan karanlığı gösterirken, diğer taraftan aydınlığı göstermektedir. Sadece sloganik bir dil kullanarak, gerçeklikten uzak ve hayali konuşmalar yapmıyordu. O, bizatihi hayatın içinde ve hayatın bütün ayrıntılarında yer almaktan geri durmuyordu. “Mehmet Akif’in çift yönlü bir cephede fikir savaşı verdiği görülüyor; “Üç buçuk soysuz” ve “biçare dindaşlar” olarak tarif ettiği bu iki kesim, ülkenin mahvolmasının baş sorumlularıdır. Soysuzlar, gelenin keyfi için kalkıp geçmişe sövülmesini istemekte, biçareler de geçmişi kutsamakta, maziperestlik yapmakta ve geçmişin hurafelerini gelenek adına sürdürmeye çalışmaktadır.”[4]  Onun içindir ki, Akif’in şiirleri hayatı olduğu gibi gösterir, anlamı arka plana atmaz, öne çıkarır. Akif’in şiiri, soyut olanın değil, somut olanın şiiridir. Çünkü Akif’te, bütün bir ümmetle birlikte yaşadığı depremin zararlarını en aza indirme sorumluluğu öne çıkmaktadır. Zaten Safahat’ın ilk şiirinde; sanatı bilmediğini, dolayısıyla sanatkâr da olmadığını, bütün hünerinin samimiyeti olduğunu söyleyerek; eserlerinin, aczinin gözyaşı olduğunu belirtir. Şu dizelerle şiir biter:

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;

Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!

Oku, şayet sana bir hisli yürek lazımsa;

Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.

Mehmet Akif’i sorumluluğun zirvesine taşıyan en önemli saik, İslam Ümmetinin içinde bulunduğu gaflet durumuydu. Öyle bir gaflet durumu ki, karanlık gecelerden daha karanlık bir durum idi. Onun için “uyan, uyan ey ümmet-i merhume sabah oldu” diye haykıracaktır. Akif, yaşadığı zamanın umumi manzarasını “Şark” adlı şiirinde çok çarpıcı dizelerle anlatır. “Harab iller; serilmiş hanumanlar; başsız ümmetler/Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar/Buruşmuş çehreler; ters alınlar;işlemez yollar/Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar./ Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar../Tegallübler, esaretler, tahakkümler, mezelletler/ Rüyalar, türlü iğrenç ibtilalar, türlü eller/Örümcek bağlamış tütmez ocaklar, yanmış ormanlar/ Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar…/ Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar/ Gaza namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar…/Ipıssız aşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar/ Emek mahrumu günler; fikri ferda bilmez akşamlar…/Geçerken ağladım geçtim; dururken ağladım durdum/ Duyan yok ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum..”

Bir kısmını buraya aldığım şiirin, günümüz İslam Dünyası’nın içinde bulunduğu bazı durumlarla ne kadar çok çakıştığını ibretle gözlemek mümkündür. Akif, bu durum karşısında ağlamakta ve kurtuluş için didinmektedir. Onun kuşandığı sorumluluk bilinci yani takva, onu arayışlara sevk etmekte, meselenin köklerine inerek çözümler aramaktadır.

Mehmet Akif’e göre, başımıza gelenlerin en önemli sebebi, Kur’an’ı, anlam ve gayesinin dışına çıkararak yaptığımız muameledir. Kur’an’ın bize ne anlattığını, nasıl olmamız gerektiğini ve nasıl davranmamız gerektiğini bilmiyoruz. Akif, şu güzelim dizelerle bu soruna parmak basmaktadır: “İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de/ Yoksa bir maksat aranmaz mı ayetlerde/Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan Kur’an’ın/ Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın/ Ya açarız nazmı celilin bakarız yaprağına/ Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına/ İnmemiştir hele Kur’an hakkıyla bilin/ Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için…” “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alarak ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” Kur’an’ın emir ve yasakları bilinmeli, anlaşılmalı ve hayata uygulanmalıdır ki, onunla yükselebilelim. Hayat gerçekliğinde, Kur’an’la ilgili olarak karşımıza çıkanları, tümüyle hurafeler oluşturduğu için, yükseleceğimiz yerde, alçaldıkça alçalıyoruz. Akif’e kulak verelim: “Çalış dedikçe şeriat çalışmadın durdun/ Onun hesabına birçok hurafe uydurdun/ Sonunda bir de tevekkül sokuşturdun araya/ Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya” “ “Allah’a dayandım” diye çıkma sen yataktan/ Mana-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nadan!” Akif’in, yaşanan Müslümanlıkla ilgili olarak amansız eleştirileri ve hesaplaşması devam eder: “Mütefekkirler dini de hiç anlamamış;/ Ruh-i İslam-ı telakkileri yanlış/ Sanıyorlar ki, terakkiye tahammül edemez;/Asrın asar-ı kemaliyle tekâmül edemez.” İşte en dikkati çeken ifade: “ “Müslümanlık” denilen ruh-i ilahi, arasak/ “Müslümanlık” diyen insan yığınından uzak” “Bekayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir;/ Çalış çalış ki, beka sa’y olursa hak edilir.”

Sonuç Olarak

Mehmet Akif, bir Kur’an şairidir. Bütün bakış açısını Kur’an oluşturmuştur. Allah’tan başka hiçbir ilah tanımadığı için, sözünü hiç kimseden sakınmamıştır. Doğru bildiğini söylemekten çekinmemiştir. O, sözünün eri bir insandır. Eşref Edip’in, Mehmet Akif hakkındaki görüşlerinden yararlanarak tanımaya çalışalım: O, fikriyatını şu formül üzerine kurmuştu : “Din= ahlak+vatanseverlik+ilim.” O, sadece yazan değil, aynı zamanda doğrularıyla yaşayan bir kimseydi. Fedakâr ve vefakâr bir insandı. Fedakârlıkta, bütün imkânlarını zorlardı. Ona göre vefasızlık en büyük namertlikti. Onun vefası, önce Allah’a ve Resule, sonra da diğer insanlaradır. O, aynı zamanda çok mütevazı bir kimsedir. Gösterişi sevmez, sırası gelmezse ilmini bile göstermezdi. İzzet-i nefsini rencide eden hiç bir şeye tahammül etmezdi. Çok metanet sahibiydi. Bütün insanlara karşı hayırlı bir kimseydi. Verdiği sözü muhakkak tutardı. Hayatta tahammül edemeyeceği en büyük yük, minnet altında kalmaktı. Fenalığa karşı iyilikle karşılık vermeye çalışır ve bundan zevk alırdı. Ömründe bir kerecik olsun güce boyun eğmemişti. Sevdikleriyle çok latife ederdi. En sevdiği şey yalnız kalıp düşünmekti. Okumak ve yazmak en büyük zevkiydi. İrfan ve liyakata meftundu. İlkesi şu idi: Eski, eski olduğu için atılmaz, fena olursa atılır. Yeni, yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır. Siyasetten Allah’a sığınırdı. Çok hür fikirli ve hoşgörülü idi. Onun hoşgörülü olmadığı yalnız bir şeyi vardı; dini. Hâsılı o, kemalatını Kur’an’dan alan, sorumluluğun zirvesinde bulunan bir mü’min olarak mükemmel bir insandı. Rabbim rahmetiyle muamele eylesin.[5]

[1] Sezai Karakoç, Mehmed Akif, s.14

[2] Sezai Karakoç, a.g.e, s.18

[3] Sezai Karakoç, a.g.e, s.39

[4] R.İhsan Eliaçık, Mehmet Akif Ersoy, s.95-96

[5] Bu yazı Kur’ani Hayat Dergisi’nin 56. sayısında yayınlanmıştır.

DİĞER YAZILARI Gazze Bir İşarettir 01-01-1970 03:00 Yanılsamaları Fark Etmek.. 01-01-1970 03:00 Olduğun Yer Bulunduğun Durum... 01-01-1970 03:00 Kanla Yazılan Manifesto: Gazze 01-01-1970 03:00 İnsani Bir Sorun ve Sorumluluk Olarak Filistin... 01-01-1970 03:00 Ben Öteki ve Ötekileştirme... 01-01-1970 03:00 Açık Vermek... 01-01-1970 03:00 İleri Toplumsal Tahayyül Ve Kuran.... 01-01-1970 03:00 Akılsız ve Düşüncesiz Umutlar... 01-01-1970 03:00 Deprem ve Ölüm.. 01-01-1970 03:00 Sistemsel Meşruiyet... 01-01-1970 03:00 Sistemin İçi Ve Dışı... 01-01-1970 03:00 Bir Umut Devrimi Yapmak 01-01-1970 03:00 Mezopotamya’da Hüzün: Engelleri Aşıp Da Geldim... 01-01-1970 03:00 Algısal Yanılgılar 01-01-1970 03:00 Yakınlaşmanın Doğası Üzerine-1 01-01-1970 03:00 İnsan Bir Yolcudur.... 01-01-1970 03:00 Adalet Düşüncesinin İnşası 01-01-1970 03:00 Gerçekliğe Düşen Cemre: Oruç 01-01-1970 03:00 Bir Yolcu Gelir Gibi... 01-01-1970 03:00 Dumdum Kurşunu 01-01-1970 03:00 Tarih Felsefesinin Gerekliliği 01-01-1970 03:00 Konuşan Kuran Hz. Ali.... 01-01-1970 03:00 Mikro Milliyetçilikler 01-01-1970 03:00 Sezai Karakoç Tanıklığım.. 01-01-1970 03:00 Milliyetçi Tasavvurları Aşmak-2- 01-01-1970 03:00 Milliyetçi Tasavvurları Aşmak-1 01-01-1970 03:00 İtibar Üzerine... 01-01-1970 03:00 İktidar Tiryakiliği 01-01-1970 03:00 Kesintisiz Çoklu Okumalar 01-01-1970 03:00 Hayatsız Gündem Gündemsiz Hayat.. 01-01-1970 03:00 Kudüs Gerçekliğini Doğru Okumak... 01-01-1970 03:00 Nadide Zamanlar 01-01-1970 03:00 Yaşamsal Bir Unsur Olarak “Müphemlik” 01-01-1970 03:00 Bir Sorunsal Olarak Gündem 01-01-1970 03:00 Öznelliğin İktidarı-2 01-01-1970 03:00 Öznelliğin İktidarı-1 01-01-1970 03:00 Zamanın Ayarını Kaçırmak 01-01-1970 03:00 Öznel Özerklik-3 01-01-1970 03:00 Öznel Özerklik-2 01-01-1970 03:00 Öznel Özerklik-1 01-01-1970 03:00 Hayat Ve Hicret 01-01-1970 03:00 Yanıltıcı Varoluşsal Katılık... 01-01-1970 03:00 Kur’an Ahlakının Gerekliliği 01-01-1970 03:00 Hüzünle Giden Ramazan.. 01-01-1970 03:00 İnsanı Tanımak 01-01-1970 03:00 Müslümanların Kafes Hayatı 01-01-1970 03:00 Şuradan Şuraya 01-01-1970 03:00 Post Truth Dünyada Müslüman Kalmak 01-01-1970 03:00 Adaletin Ayağa Kalkması 01-01-1970 03:00 Yaraların Kabuk Bağlaması... 01-01-1970 03:00 Bir Nitelik Olarak Adaleti Ayakta Tutmak.. 01-01-1970 03:00 Sanal Resepsiyon.. 01-01-1970 03:00 Can Alıcı Ve Can Yakıcı Kısım 01-01-1970 03:00 İçerik Bakımından Adalet Çarkı 01-01-1970 03:00 Adl Üzere Bir Hayat 01-01-1970 03:00 Adaletin Kuşatıcılığı 01-01-1970 03:00 Aklın Hakikatinden Uzaklaşmak 01-01-1970 03:00 Cenneti Arayan Adam 01-01-1970 03:00 Felsefik Bir Nazarla Seçim Olgusu 01-01-1970 03:00 Kilitli Labirent: Üstünlük Çıkmazı 01-01-1970 03:00