DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Mehmet Deveci
Mehmet Deveci
Giriş Tarihi : 04-01-2017 17:24

Boğazlı Kazak

Annem gözlerimi ilk açtığımda rengimin beyaz olduğu söylemişti.  Şaşırmıştım. Kendimi hiç öyle düşünmemiştim. Beyaz renk bana bir yabancı yaşam olarak gelmişti. Meğer benim ilk rengimmiş. Daha doğrusu benim rengim beyazmış. Sonrasında bulunduğum bu hali asıl rengim sanmışım. Hani evlatlık verildiği aileyi asıl ailesi bilirken, bir gün acı haberi öğrenmek gibi.

O günden sonra kendimi beyaz olarak düşündüm. Olmadı. Yaşanmamış bir hayatın hayalini kuramadım. Oysa annem hep derdi; bizler dünyanın içindeyiz ama içimizde dünyalar var, diye. Belki de henüz o aşamaya gelemedim. Yani başka dünyaları keşfedemedi küçük akılcağızım. İyi de ne zaman büyüyeceğim ki ben? Kendimi hep eksik ve olmamış hissederken birilerinin eskisi, sökülmeye başlanmış yaşamı olacağım gitgide. 

 

Annem tohum halindeyken, toprağın soğuk bağrına ilk düştüğü günlerde, hep benim hayalimle katlanmış o soğuğa. Karanlık gecelerin uzun ayazlarında benim gözlerimi açacağım günü düşünmüş. Topraktan başını kaldırıp yeryüzüne ilk bakışında, sabahın ilk ışıklarıyla karşılaştığında yine ben gelmişim aklına ve yaklaşan günün sevinciyle oyalamış kendini. Hep benim dünyaya geleceğim günü, bundan ne kadar mutlu olacağımı düşünerek kendi mutluluğunu da buna bağlamış. Yani bana. Gördüğü her şeyde bana sorular sorup, neyden mutlu olurumu bilip, içine, yani henüz doğmamış parçasına fısıldamış. Bir gün bir kelebek konmuş dallarına. Ona benim geleceğimin müjdesini verip,  benimle karşılaşınca çok mutlu olacağımı bile söylemiş. Yani benim adıma sözler verip hayaller kurmuş. Ah anne. Benim sevimli yoldaşım. Şimdi nerelerdesin. Beni gövdende saklayıp, büyütüp nerelere gittin. Bir gün yeniden kavuşabilecek miyiz seninle? Sen nasıl beni beklediysen, ben de hep seninle kavuşacağımız günün umudu ile yaşıyorum. Bunun imkânsız olduğunu bile bile. Sana göre imkânsız diye bir şey yoktu değil mi? Ama ben senin kadar güçlü ve dayanıklı değilim. Sen annesin. Ben ise sadece senden bir parça…

Bana bir ilkbahar günü toprağa ekildiğini anlatmıştın. O gün çok heyecanlı olduğunu, sevinç ve korku arası duygular yaşadığını fısıldamıştın. O günü yeniden yaşıyordun sanki. Senin bu çocuksu heyecanın beni hep mutlu ederdi. İyi ki benim annemsin diye içimden sevinir dururdum. Sonra benim dünyaya geliş zamanlarımın yaklaştığı günlerden bahsetmiştin. Bilmem hatırlar mısın? Benimle ilgili hiçbir şeyi de unutmazsın ya. Tohumundan kahverengi bir çubuğun gökyüzüne doğru dikilişini anlatmıştın kahkaha ile. Bir yabancı gibi demiştin o çubuğa. Bir yabancı gibi göğüne yükselmiş ve sana beni hediye etmişti. Ilık bir yaz sabahı gözlerimi açışımı nasıl da gözyaşları içinde anlatmıştın hatırlıyor musun? Gece düşünü bile görmüşsün. Sabaha bu düşün gerçek olduğunu görüp sevinç gözyaşları dökmüşsün. Küçük kozalarımdan çıkacağım günü beklemişsin uzun yaz gecelerinde. Yazın o sıcak zamanlarında beni merak edip endişelenmişsin. Sonra bir seher vakti kozamın aralıklarından ince beyaz bir iplik gibi süzülüşümü görüp bağırmışsın kendi içinde; geldi, geldi, sevinç yumağım geldi…

 

Masum bir yanın vardı diyordun bana. Ilık bir meltem yeli tadındaydın. Zarif bir endamın gözünü gökyüzüne açışını, sevgi sözcükleriyle karşılamışsın. Kendinden bir parçanın dünyaya gelişinden gizli bir gurur duymuşsun. En çok da mutlu olmuşsun gelişimle. Toprağının, gövdenin üzerinde sessiz sakin duruşumu bir an olsun göz önünden ayırmadan, esen rüzgarların ıslığına eşlik edişimi büyük bir takdirle izlemişsin. Senin orada oluşun da bana hep bir güven vermişti. Bir gün büyüyüp bu yerlerden gideceksin evladım deyip, uzaklara bakarak gözlerinin nemini gizleyerek anlattığın hikayeleri büyük bir heyecanla dinlemiş, bir yandan  o macerayı yaşamak isterken, diğer yandan da senden ayrılmak zorunda kalışımın korkusunu yaşamıştım. Üzülme! Demiştin bana. Üzülmek için çok küçüksün daha, demiştin. İlerde bunun için çok vaktin olacak. Bu söylediğini o zaman pek de anlamamıştım. Şimdi bu sözünü anlıyor ve içimin her noktasında yaşıyorum.

Büyümek biraz da üzülmekmiş be anne.

 

Sen ne çok üzüldün kim bilir. Kendi üzüntülerim seni düşünmekle dolu. Sen geliyorsun aklıma ve kendi üzülmelerimin üzerine bir çizgi çekiliyor sanki.

O günü hatırlıyor musun? Hani artık tamamen büyüdüğüm, senin bana hazırlıklı olmam için sürekli anlattığın o günü. Önce tarla sahibi gelmişti bir sabah. Yanındaki rençperine ‘artık vakti geldi’ demişti. Sevinçlerini gözyaşıyla dinlemiştik. O gün, bu gün mü anne? demiştim sana. Evet, bile dememişti. Sessizliğin ne hüzünlü bir cevaptı anne. İlk defa bana cevap vermemiş, susmuştun. Sessizliğin içimin büyük boşluğuna nasıl da oturmuştu. Sana üzüldüğümü söyleyememiştim. Ama artık üzülebiliyordum. Büyümüştüm anlaşılan. İnanabiliyor musun; ben artık üzülebiliyordum… Sen, daha çok üzülme diye bunu sana söyleyememiştim. Oysa söylemek istedim. Söylesem belki beni yine yatıştıran cevaplarınla teskin edecektin. Ama susmandan korktum. Senin suskun duruşunu, yani çaresizliğini bir defa görmüş ve bir daha asla görmek istememiştim.

 

Köyün yaşlı teyzeleri ertesi sabah erkenden gelmişlerdi tarlamıza. Şalvarlarını giymişler, eşarplarıyla yüzlerini de kapayarak beni dalımdan, kozamdan, senden ayırıp büyük bir çuvalın içine koymuşlardı. İçimden ‘anne’, demiştim sana. İçinden ‘yavrum’ deyişini duymuştum. Üzülme, dememiştin ama. Artık hiç demeyeceğin kelime buydu sanki. Keşke bana ‘üzülme’ deseydin anne. Anneler ‘üzülme’ deyince, çocuklar hiç üzülmeyecekmiş gibi geliyor bana. Hiç üzülmeyeceğim, demek isterdim sana. Bile bile yalan söyleyip, buna kendim de inanmak isterdim. O ayrılık gününe beni o kadar çok alıştırmıştın ki, anlattığın hikâyeleri sanki yaşamış, bir tecrübe olarak izlemiştim hayal dünyamda. İşte şimdi bir traktör römorkunda, diğer arkadaşlarla gidiyoruz. Hepimiz ağlıyoruz anne. Üzülüyoruz. Çünkü hepimiz aynı yaşta; üzülecek yaştayız.

 

Beni hiç bırakmayacağını, benimle sürekli konuşacağını söylemiştin. Ben de anne. Ben de hep konuşacağım seninle. Buna inanıyorum demiştin. Ben de bu inançla konuşacağım seninle. Büyük bacalı fabrikaların deposundayız şimdi. Diğer çocuklar alıştı sanki. Birbirleriyle şakalaşıp, bundan sonra hangi aşamalardan geçeceğimiz üzerinde tartışıyorlar. Ben dinliyorum onları. Bana ne kadar sessizsin diyorlar.

Bu iyi bir şey mi anne?

 

Sonrasında bir sürü işlem geçti üzerimizden. Bizi birbirimizden ayırdılar. Farklı şeyler duyuyorduk. Başka başka tüccarların elinde dolaşıyor, geleceğimiz son şeklin hayaliyle özlemlerimizi bastırmak istiyorduk. Sen bana sormuştun; ne olmak istersin, diye. Bilmem, demiştim. Şimdi de öyle. Bilmiyorum. Sonra beni başka bir fabrikaya götürdüler. Güzelce yıkayıp, kuruladılar. Beyazdım ya, bembeyaz oldum orada. Kendimi beğendim. Meğerse bu gördüğüm son beyaz halimmiş. Büyük, renk renk kutuların olduğu bir odaya getirdiler sonra. Of anne. Küçük evladın ne çok şey yaşadı öyle. Senin yaşadıklarından bile fazladır eminim. Hepimizin bir görevi var. O amaç doğrultusunda kullanılacağımız söylemiştin ya. Benim yolculuğum yorucu oldu biraz. Ama heyecanlı da. Karşımda kırmızı, yeşil, mavi ve siyah renkler vardı. İçimden bir renk tutmadım açıkçası. Kaderime razı oldum senin gibi. Benim yanımdaki arkadaşı maviye, diğerini yeşile ve beni de siyaha boyadılar. Sanki boyanmadık da hep o renkteymişiz gibi hissettik kendimizi. O kadar gerçek yani.  Simsiyah oldum anne. İtici bir siyah değil ama. Ne bileyim, sevdim bu halimi. En azından tek rengim. Rengim belli oldu artık. Bu merak ile çok yorulmuştum.

İşte böyle anne. Nereden nereye… Beyaz renkli küçük, zayıf yavrucuğun şimdi siyah. Birazdan bizi örgü fabrikasına götüreceklermiş. Bakalım ne çıkacak. Ama ben siyah, boğazlı bir kazak olmak isterim. Üzerine giyen kişinin bedenini sıkıca sarıp, onun şeklini almak isterim. Garipsemeyeceğim bir kişi, bir yaşam olsun yeter.

 

Ne bileyim işte.

 

Çok bir beklentim yok hayattan. En çok sevdiği kazağı olayım, üzerinde eskiyeyim istiyorum.

 

NELER SÖYLENDİ?
@
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA