TEFSİR
Giriş Tarihi : 27-07-2023 22:43   Güncelleme : 09-08-2023 22:14

Tefsir Notları: Bakara Suresi -29- Ayetler: 141-145

Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.

Tefsir Notları: Bakara Suresi -29- Ayetler: 141-145

141. Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu tutulmayacaksınız.

Kuran-ı Kerim peygamber kıssalarına yer vermek, onlar üzerinde düşünmeyi teşvik etmek suretiyle, bir anlamda bu yaşananlardan ibret alınması ders çıkartılmasını istemiştir. Yoksa geçmişte yaşananlar sizin için bir övgü ve yergi nedeni olamaz. Onlar kendi yaptıklarından sizde kendi yaptıklarınızdan yaşadıklarınızdan sorumlusunuz.

"Onlar bir ümmetti, gelip geçti..." Yani kişilere takılıp kalmak ve onların kimliklerini tartışmak, şimdiki durumumuz üzerinde olumlu bir rol oynamaz. Onlar hakkında konuşmamak, etnik kökenlerini tartışma konusu yapmamak da sizin açınızdan bir kayba yol açmaz. Sizin yapmanız gereken, yarın hakkında sorguya çekileceğiniz hususlarla ilgilenmek geçmişler yaşananlardan ders çıkarmaktır. 

142. İnsanlardan birtakım beyinsizler: "Onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da Allah'ındır, batı da. Dilediğini dosdoğru yola yöneltip-iletir." Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid olsun.

Bu ayette kıble'nin Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dan, Mekke'deki Mescid-i Haram'a çevrilmesi kastediliyor. Bu ayet inmeden önce Peygamberimiz ve Müslümanlar namazda yüzünü Kudüs'e doğru çevirirdi; fakat, hicret'in ikinci yılının ortalarında yüzünü Kâbe'ye (Mekke) döndürmesi emredildi.

Risaletin ilk yıllarında, Mekke döneminin başlangıç yıllarında Peygamberimiz ve o'nunla birlikte olanlar ilk Müslümanlar namazlarında Kâbe'ye doğru yönelirlerdi. Kıble yine Kabe idi.

Bu, konuda belli bir vahiy gelmiş değildi, Ancak Allah’a iman eden Tevhid ehli için Kâbe yeryüzünde bilinen ilk Mâbed idi. Yalınız o dönemde Kabe İslam öncesi Arapların taptıkları çeşitli putlarla dolu idi. Buna rağmen Peygamberimiz ve ilk Müslümanlar namazlarını Kabe’ye yönelerek kılıyorlardı.

Hz. Peygamber, Kudüs'ün -tevhîd inancının öteki kutsal merkezi- yüceliğinin farkında olduğundan, kural olarak, Kâbe'nin güney duvarının önünde durup kuzeye doğru namaz kılardı ki hem Kabe'yi hem de Kudüs'ü karşısına alabilsin. Medine'ye hicretinden sonra kuzeye doğru, yalnız Kudüs'ü kıble edinerek namaz kılmaya devam etti. Ancak Medine'ye varışından yaklaşık onaltı ay sonra Kâbe'yi kesin şekilde Kur'an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin eden vahiy (bu surenin 142-150. ayetleri) geldi. Böylece Kudüs'ün "terk edilmesi", daha önce Müslümanların kendi kutsal şehirlerine doğru namaz kılmalarından dolayı sevinç duymuş olması gereken Medine Yahudilerini üzdü.[1]

Bu değişikliğin asıl önemini kavrayamayan bazı anlayışsız kişiler, müminlerin zihninde şüphe uyandırmak için çeşit çeşit fikirler öne sürmeye başladılar. Beyinsiz oldukları için, Allah'ın belli bir nokta veya yön ile sınırlı olduğunu, kıble değişikliğinin Allah'tan yüz çevirmek anlamına geldiğini düşünüyorlardı. Bu saçma fikir, doğunun da, batının da Allah'a ait olduğu ilân edilerek cevaplandırılmıştır. Kıble'nin belli bir yönde olması, Allah'ın sadece o yönde olduğu anlamına gelmez. Kendilerine hidayet verilenler bu tür kısır görüşlerle kendilerini meşgul etmezler. [2]

143.  Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; peygamber de üzerinizde bir şahid olsun. Senin üzerinde bulunduğun (yönü, Kâ'be'yi) kıble yapmamız, peygambere uyanları, iki topuğu üzerinde gerisin geri dönenlerden ayırt etmek içindir.  Doğrusu (bu,) Allah'ın hidayete ulaştırdıklarının dışında kalanlar için büyük (bir yük)tür. Allah, imanınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir.

Vasat ümmet lafzen, "orta bir toplum" yani, aşırılıklara düşmeyen ifrat ve tefritten sakınan, adil bir denge gözeten, dünya ve ahiret dengesini kuran, her konuda dengeli bir yol izleyen vasat bir ümmet.

Dünya ve Ahiret dengesi  bir anlamda mübalağalı bir zühdü reddederek insanın tabiatını ve imkanlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir topluluk bir topluluk olmaktır.

Arapça "Ümmet-i Vasat" kelimesi başka bir dilde hiçbir kelimenin tam anlamını ifade edemeyeceği kadar geniş anlamlıdır. O, belirli sınırları aşmayan, orta yolu izleyen, diğer milletlere âdil davranan ve diğer milletlerle olan ilişkilerini hak ve adalete dayandıran doğru ve soylu bir toplumdur.

Kur'an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve ölçülü olma çağrısı ile uyumlu olarak müminlere, hayatlarının bedenî ve maddî yönüne çok fazla ağırlık vermemelerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu "bedenî hayat" ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin ilahî iradenin eseri ve bu nedenle de meşru olduğunu kabul eder. Daha ileri bir tahlilde, "dengeli ve ölçülü bir toplum" ifadesinin insanın varoluş problemine İslamî yaklaşımı temsil ettiği söylenebilir: ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi ve insan hayatının bu ikili cephesindeki tabiî ve ilahî bütünlüğün açık bir teyidi. İslam'a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Allah'ın birliği ve bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece, burada "dengeli ve ölçülü toplum"dan söz edilmesi, Allah'ın birliğinin bir sembolü olarak Kâbe tema'sına uygun düşen bir giriştir.[3]

"Zor sınav" (kebîre) tanımlaması, Kur'an'da zikredilen önceki peygamberlerin büyük çoğunluğunun öğretilerini hatırlayarak Kudüs'e doğru namaz kılmaya alıştıkları halde Medine'ye hicretten sonra Müslümanlardan Kâbe'ye yönelmelerinin istenmesinden doğmaktaydı -ki Kâbe o zaman (H. 2. yılda) müşrik Kureyşliler tarafından hâlâ sayısız putlarını adadıkları bir Mâbed olarak kullanılmaktaydı. Buna karşılık Kur'an, gerçek müminlerin Kâbe'yi bir kez daha kıble olarak kabul etmekte zorlanmayacaklarını ifade eder: Müminler, Hz. İbrahim'in Mâbedini Allah'ın birliğinin bir sembolü ve İslam'ın ideolojik bütünlüğünün bir odak noktası olarak tesbit eden bu buyruğun gerisindeki ilahî hikmeti içgüdüsel olarak anlayabilirler. [4]

“Sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık” ifadesi Üstad Mevdudi’ye göre, İslâm ümmetinin önderliğinin ilân edilmesidir.  Aynı şekilde Kıble'nin, Mescid-i Aksa'dan Kâbe'ye çevrilmesi ise, İsrailoğulları'nın önderlik görevinden alınıp, yerine müslümanların konulduğunu gösteriyor.

Bu nedenle Kıble'nin Kudüs'ten Kâbe'ye çevrilmesi beyinsizlerin sandığı gibi sadece bir yön değişikliği değil, aslında önderlik görevinin İsrailoğulları'ndan alınıp Hz. Muhammed'e (s.a.) inananlara verildiğinin ilânıdır.

Önderlik şerefli bir konum olmakla birlikte, yanında birçok şerefli sorumlulukları da getirmektedir. Bu görev peygamberin diğer insanlara şahitlik etmesi gibi, İslâm toplumunun diğer insanlar önünde hakkın, doğruluğun ve adaletin yaşayan şahitleri olmalarını ve hakkın, doğruluğun ve adaletin anlamını tüm dünyaya göstermelerini gerektirir. Bu görev sebebiyle hesaba çekilecek İslâm toplumuna çok büyük sorumluluk düşer. Nasıl Hz. Peygamber (s.a.) Allah'ın hidayetini tebliğ etmekle görevli idiyse, aynı şekilde müminler de hidayeti diğer insanlara tebliğ etmekle sorumludurlar. Eğer Allah huzurunda bu görevi ellerinden geldiğince iyi bir şekilde yerine getirdiklerini gösteremezlerse orada cezalandırılacaklardır. Eğer Hakk'ın şahitleri olarak görevlerinde en ufak bir gevşeklik göstermişlerse, kendi kötü amelleri ile birlikte kendi önderlikleri zamanında yayılan kötülüklerden de sorumlu tutulacaklardır. Kıyamet gününde Allah şöyle soracaktır: "Dünyayı kasıp kavuran sapıklık, zulüm ve günah salgınını gördüğünüzde onu engelemek için ne yaptınız?"[5]

144. Biz, senin, yüzünü çok defa göğe doğru çevirip-durduğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni hoşnud olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allah, yapmakta olduklarınızdan gafil olmayandır

Kıblenin değiştirilmesi aynı zamanda gerçek müminlerle, önyargılarına tapanların ve ırkçıların ayırt edilmesini de sağlamıştı.

Bir tarafta, kendi Kâbe'lerini bırakıp Mescid-i Aksa'yı kıble olarak kabul etmeye hazır olmayan Araplar vardı. Mescidi Aksa kıble olurken onlar denendi. Bu zorlu bir sınavdı, fakat samimi müminler geçtiler, kavmiyetçilik putuna tapanlar ise sınavı kaybettiler. Kıblenin, Kudüs'ten Kâbe'ye çevrilmesiyle ise Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyanlar da deneniyordu. Atalarının kıblesinden başka bir kıble kabul etmek onlar için çok zordu. Bu şekilde İslâm'dan yüz çeviren ırkçılar Allah'ın gerçek kullarından ayırt edildi ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında sadece gerçek müminler kaldı. 

Bu ayet nazil olduğunda Peygamberimiz  davet üzere gittiği Bişr bin Ber'a bin Me'arür'un  evinde öğle namazı) kılıyordu.  Öğle namazının yarısında bu ayet nazil oldu. Peygamberimiz namaz sırasında hemen Kâbe'ye döndü, onun ardında namaz kılanlar da aynısını yaptılar.

Daha sonra Medine ve çevresine Kıble'nin değiştirildiği ilân edildi.

Berâ bin Azib diyor ki: Bu ilânın yapıldığı sırada bir grup insan namazı kılıyorlardı. Fakat kıblenin değiştirildiğini duyar duymaz Kâbe'ye döndüler. Enes bin Mâlik de ertesi gün Beni Selime'nin sabah namazında bu değişikliği duyduklarında cemaat halinde Kâbe'ye yöneldiklerini bildiriyor. "Senin yüzünü göğe çevirdiğini gördük" ve "Seni dilediğin kıbleye döndürdük" sözlerinden Peygamberimizin  bu kıble değişikliğini beklediği ve bu nedenle dua ettiği anlaşılmaktadır.

"Yüzünü Kâbe'ye doğru döndür" emri, dünyanın her yerinden tam olarak Kâbe'nin bulunduğu noktaya dönülmesi gerektiği anlamına gelmez. Dünyanın her yerinde, herkesin, her zaman böyle yapmasının çok zor olduğu açıktır. Bu nedenle Kuran bize yönümüzü noktası noktasına Kâbe'ye değil, Kâbe'ye "doğru" dönmemizi emretmektedir.

Fakat biz yine de, Kâbe'nin tam yönünü belirleyebilmek için elimizden geleni yapmalıyız. Eğer bir yönün Kâbe'nin yönü olduğuna kani olursak işte o zaman yüzümüzü o yöne döndürmeliyiz.

145. Andolsun, kendilerine kitap verilenlere her ayeti (delili) getirsen, yine de onlar senin kıblene uymaz; sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. (Hatta) Onlardan bir kısmı, bir kısmının kıblesine de uymaz. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.

Kıblenin değiştirilmesiyle ilgili kesin hükmün Allah’tan gelmiş olmasına rağmen Ehl-i kitap bu değişikliği kabul etmemekte direndiler. Bir önceki âyetten de anlaşılacağı üzere, onların bu direnişlerinin sebebi, değişiklik hükmünün yüce Allah’tan geldiğini bilmemeleri değil bencillik, ırkçılık, taassup, ayrılıkçılık gibi olumsuz düşüncelerinin ve duygularının esiri olmalarıdır. Ancak değişiklik hükmü Allah’tan gelmiştir; bu sebeple Hz. Peygamber ve ümmeti bu hükme uyacak ve artık asla yahudilerin kıblesine yönelmeyeceklerdir.

Esasen Ehl-i kitabın iki kesimi olan yahudilerle hıristiyanların bu konudaki uygulamaları da farklıydı; yahudiler Kudüs tarafına, hıristiyanlar ise doğuya yönelerek âyin yapıyorlardı. Hz. Muhammed daha önce Kudüs’e yönelmişti; ancak değişiklik hükmünün gelmesinden sonra sırf yahudilerin hatırı için bu hükmü ihmal etmesi de mümkün değildi. Peygamberimiz elbette Allah’ın emrine uyacak ve Kabe’ye yönelecekti ki öylede yaptı. Kaldı ki Allah Peygamberimizi kıble emrine uymadığı taktirde zalimlerde olacağı noktasında uyarıyor. “Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, kuşkusuz, o zaman zalimlerden olursun.”

 

[1] Muhammed Esed Tefsiri

[2] Tefhimul Kuran

[3] Muhammed Esed

[4] Muhammed Esed

[5] Tefhimul Kuran

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com