RÖPORTAJ
Giriş Tarihi : 05-06-2023 17:01   Güncelleme : 13-06-2023 22:18

Ümit Aktaş ile "Siyasi Yöntem Tartışmaları Nasıl Yapmalı" Üzerine..

Ümit Aktaş ile

Araştırmacı Yazar Ümit Aktaş İle  “Siyasal Arayışlar/Nasıl yapmalı” Adlı Eseri Üzerinden bir Röportaj...

Sait Alioğlu- Hertaraf Haber -İstanbul

İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz…

Kitabın 66. Sayfasında, “Şankıtî’nin de katıldığı bir biçimde, Muhammed İkbal’in, İslam tarihinin başlangıcında ‘Kuran ve sünnetin sayfalarına yayılmış halde bulabildiğimiz toplumsal, demokratik ve iktisadi sistemlerin embriyolar halinde donup kalması’na dair tespit, artık daha belirgin olarak ve sıkça zikredilmekte. Malik b. Nebi de, benzer bir biçimde, Sıffin’e kadar nebevî geleneğe uyarlı olan gidişatın, artık tekrarlanamayan ve giderek unutulan bir ‘anayasal doğuş’ dönemi olarak kaldığından söz etmişti. Bu ‘anayasal doğuş’ dönemi ise oldukça basit bir esasa dayanır: ‘Allah’tan başka egemen yoktur’. Tabi bu temel ilke, etkileri devletin kurumsal varlığının bütünüyle reddi gibi köktenci bir Haricî anarşizmine varan bir biçimde değil de, dinî ve siyasî otoritelerin toplum ile Allah arasına girecekleri bir hükümranlığın ve tahakkümün reddi olarak anlaşılmalıdır. Bu ise ifadesini tam olarak izonomi veya şura sistemi gibi toplumsal varlığın devlete karşı etkinliğini ve özerkliğini yitirmediği örneklerde bulur”, demektesiniz.

Bize ait temel kaynaklara başvurduktan sonra anarşizme de düşmeden bu tür bir egemenlik arayışı, Batı orijinli olan demokrasi ile nasıl bir arada bulunabilecektir?

 İslam’ın temel şûra ve istişare ilkeleri ne yazık ki tarih içerisinde bir uygulamaya dönüştürülmemiş, bunun yerine Muaviye’den itibaren hilafet adı altında kutsallaştırılan bir sultanlık/monarşi uygulanmış, ulema da siyasete dair düşüncelerini bu çerçevede ifade ettiğinden Müslüman toplumların siyaset anlayışı da bu doğrultuda biçimlenmiştir.Bu nedenle öncelikle bu tarihsel mirası eleştirerek, istişare/şûra mantığı ve pratiği üzerine kafa yormak zorundayız. Buna en yakın siyasal uygulama ise demokratik pratiklerde bulunmakta. Hatta Mana Yayınları tarafından yayınlanan “İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz” adlı kitabının308.sayfasında Şankıti, İbn Haldun’un, demokrasi ile şûra arasındaki benzerliklere işaret ettiğini ve Romalıların demokrasilerini İslami şûra diliyle betimlediklerinden bahsettiğini belirtmekte. İbn Haldun sözlerini şöyle sürdürmekte: ‘Romalılar işlerini üç yüz yirmi kişilik bir başkanlar topluluğu arasında şûra ile yönetiyorlardı…”

Her ne kadar bu biçimsel bir yakınlık olsa da, İslami bir siyaset düşüncesi açısından bu oldukça önemli siyasal yordam, Ömer bin Abdülaziz’in tanımıyla şûra sistemi, sultanlık/hilafet yönetimlerine dayanan siyasal mantığın dikkatlerden kaçırdığı Medine Sözleşmesine ve dönemine dayanan uygulamalarda bulunmaktadır. Çağımız demokrasisi ile Medine dönemi uygulamaları arasındaki en önemli benzerlikler siyasal katılım, şûra ve istişare, çoğulculuk, devlet toplum dengesi, Hz. Fatıma ve Hz. Aişe örnekliklerinde gözlendiği gibi kadınların da siyasete katılımı gibi önemli temel ilkelerdir.

Buralardan hareketle ve çağımızın demokratik siyaset düşüncesi ve uygulamalarından da yararlanarak ortaya uygun bir siyasallık çıkarılabilir. Ancak bizler bu konular üzerindeki kıylükal ile oyalanırken İslam dünyası başta siyaset olmak üzere birçok alanda sefalet ve hatta rezalet içerisinde bulunmaktadır. Temel sorunumuz ise istişare ilkesinden yoksunlaşma sonucu ortaya çıkan tüm katılımsal ve eleştirel süreçlerdeki zafiyetimizdir. Sözgelimi şûraya dayanan bir siyasallık, birlikte iş yapma anlamına gelen kooperatifler, birlikte çalışma ve kazanma anlamındaki şirketler, barış ve müzakere süreçlerindeki yetersizlikler, kadınların toplumsal süreçlerden eksiltilmeleri gibi.

Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor

Dar Koridor adlı eserin bir yerinde yazarlar “bazı toplumlar özgürken, diğerleri neden otoriter yönetimler altında veya anarşi içinde yaşadılar ve yaşıyorlar?”, “özgürlük batıya özgü bir durum mu?”, “özgürlüğün ve demokrasinin akıbeti ne olacak?” gibi bir ifade kullanmaktalar.

Burada konu özgürlük üzerine geliyorsa, yazarlarında yaptıkları vurguyu dikkate alarak söylemek gerekirse; Batı için nasıl ise de, özgürlüğün ve demokrasinin İslam toplumları için nasıl bir anlamının olması gerektiğini ve bunların İslam’la bir arada nasıl yürüyebileceğini hususunda neler söylenebilir?

 Adına ister demokrasi isterse şûra diyelim, tüm katılımcı süreçler açısından insanın özgürlüğü temel koşuldur. Beri yandan bu özgürlük de ancak insanların eşitçe katılabildiği siyasal süreçler içerisinde edimselleşebilir. Aksi halde salt kâğıt üzerinde kalan haklar kişiye de topluma da bir katkı sağlamadığı gibi, katılıma ve müzakereye kapalı toplumlar siyasal etkileşime ve ilişkiselliğe açık olmadığından kişisel ve toplumsal gelişime de engel olur.

Buradaki temel sorun, siyasal katılıma elvermeyen sultanlık/hilafet sisteminin özgürlükler açısından kısıtlayıcılığı ve hatta hem özgürlüğe hem de istişareye karşıtlığıdır. Bu ise Dar Koridor kitabında belirtildiği gibi, toplumla devlet arasındaki o kritik dengenin kurulamaması ve sonuçta ya baskıcı bir devletin toplumu sindirdiği ya da kaotik bir toplumun bir türlü uygun bir devlet modelini ortaya çıkaramadığı bir krize yol açar.

Özgürlüğü serbestlikle karıştıran bir zihniyet ise bu tip bir çarpıtmayı siyasal özgürlüğü baskılamak açısından bir dayanak noktası gibi kullanır. Oysa Allah, kendisine imanı bile dayatmaz insanlığa, sadece teklif eder. Şayet isteseydi hayvanlar gibi şartlı bir beşerilikle de yetinebilirdi. Ama temel mesele insanların özgürce karar almalarıdır ve bu konudaki tüm risklere rağmen bu ilahi kararlılık sürmektedir. Buna rıza göstermeyen ise sadece tiranlardır.

Adaleti Savunma Hakkının İkamesi ve Siyaset…

 “Adalet kavramı her ne kadar klasik siyasetnamelerin temel başvuru terimlerinden biri olsa da, her siyasal düzenlemenin kendine görelileştirildiği bir karmaşanın da kurbanıdır.”(s. 130) ifadelerine yer veriyorsunuz.

Eğer adalet görelileştirilebiliyor ve bir karmaşaya kurban edilebiliyorsa, İslam’ın(Kur’an’ın) adalet anlayışı ile zihinsel planda kendine neredeyse red edilmesi pek de mümkün görünmeyen seküler anlayışla çakıştığında; biz Müslümanlar hangisini alıp değerlendireceğiz ve bunun toplumsal planda ve güncel siyasette nasıl bir karşılığı söz konusu olacaktır?

Adaletin sultanlık/monarşi sistemlerindeki keyfilikleri bir kenara koyacak olursak, temelinde insanlar arasında cins, ırk, din ve soy farkı gözetilmemesinin temel koşul olduğu açıktır. Elbette ki bu sadece yargıyla sınırlandırılmayan, iktisadi bölüşüm, siyasal ve toplumsal haklardan ve hizmetlerden yararlanma gibi tüm alanları kapsar. Sözgelimi bölüşümde Hz. Ömer ve onu takiben Hz. Osman liyakati esas alırken, Hz. Ebubekir ve Hz. Ali eşitlikçi bir uygulamayı esas almıştır. Hatta Hz. Ali’nin bu konuda şöyle bir sözü de vardır: “İnsanlar ya dinde kardeşin ya da doğuştan eşindir.”

İnsanlar ise ismet sıfatını haizdir ve farklı dinlere veya ırklara ait olmaları haklarının kısıtlanması açısından bir gerekçe olamaz. Sözgelimi ülkemizde gayrimüslimlere uygulanan ayrımcılıklar ya da Kürtlere anadilde eğitim hakkının verilmemesi hem İslami hem de insani açılardan haksız uygulamalardır. Öte yandan işe alımlarda sınav sonuçlarına itibar etmemek ya da hizmetleri sunarken yapılan çeşitli saiklere dayanan ayrımcılıklar, adalet ilkesini sarsan haksızlıklardır. Kaldı ki doğrudan adalet dağıtıcısı olan yargı etrafındaki kuşkular, önyargılı edimler veya kişiye özel uygulamalar da bu konulardaki temel sorunlarımızın bir türlü giderilemediğini ortaya koymakta.

Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi…

Yanlışı ve doğrusuyla Kemalizm’in yapısına dikkat çekip, onun düşünsel zeminine ve kullandığı jakoben dile ve bu meyanda estirdiği fırtınalara rağmen, biz Müslümanların ilk dönemlerde modelleyip o dönemle sınırlı tuttuğumuz Medine dönemine ait Nebevi siyaseti, uzun ve kesintili bir aradan sonra devam ettirdiğimizi haklı olarak belirtiyorsunuz: “Padişahlığın kaldırılması ve cumhuriyetçiliğe geçiş, bir başka açıdan ise İslam tarihinin başında rüşeym halindeki bir uygulama olarak kalan İslam cumhuriyetçiliğine (şura sistemine) bir dönüş anlamına da gelebilecektir. Nitekim elli yıl sonra gerçekleştirilen İran’daki İslamî Devrim de, yönetim biçimi olarak cumhuriyeti benimseyecektir.”(s. 163)

İslam cumhuriyetçiliğinin, Batı bağlamında, kendi varlık sebebi açısından doğal olarak oluşmuş bulunan insan gruplarını kendi doğal mecrasından alıkoyup onları, birçok özelliklerini yok sayarak ve yine Batı adına ehlileştirmeye çalışılan bir vasatta bir yeri var mıdır ve bu ne kadar mümkün olabilir?

Burada sorun ya da yol ayrımı, Fransız Devrimine atıfta bulunarak Batılı bir cumhuriyetçiliğe geçiş mi, yoksa günümüz cumhuriyetçiliğinden hareket ederek neden başlangıçta bir rüşeym halinde kalan Medine toplumu uygulamasının geliştirilemediğinin sorgulanması mı meselesidir. Zira İslam toplumları yaklaşık 12-13 yüzyıl fiilen bu uygulamanın dışında kalmıştır.

Oysa Batılı toplumlar, kesintili aralıklarla da olsa Atina demokrasisi ve Roma cumhuriyetçiliğini sürdürmeye çalışmışlardır. Bu ise önemli bir tarihsel pratiktir. Oysa aynı süreçte çeşitli despotizmler İslam dünyasının iliklerine dek işlemiştir. Bu ise katılımcılık, eşitlik, müzakere ve şûra pratikleri kadar teorisinden de uzaklaşmak anlamına gelmektedir. Bunun olumsuz sonuçları ise İslam dünyasının her yanında gözlenmektedir.

Burada mesele Batı ülkelerinin herhangi birinden cumhuriyetçi veya demokratik pratikleri doğrudan alımlamak meselesi değildir. Çünkü orada da oldukça farklı pratikler bulunmaktadır. Önemli ve doğru olan bunun kendi toplumsal gerçekliğimize de uygun bir biçimde ve kendi tarihsel köklerimizi, özellikle de Medine uygulamasını da dikkate alarak gerçekleştirebilmektir. Çünkü esasında her iki uygulamanın kökleri de Sümer-Babil uygulamalarına ve pastoral yönetim tekniklerine dek gitmektedir.

Laisizm, Demokrasi ve İslam Dünyası…

“Cumhuriyetçi laisizmin toplumsal farklılıkları bastırarak yekpare bir ulusallık oluşturabilmek için dini kamusal alanlardan uzaklaştıran, ‘bilimselci’ (pozitivist), evrenselci (Batılılaşmacı bir evrensellik) ve totaliter (özellikle ırk ve dil hususundaki bir bütünleşmecilik) tutumuna karşı, demokrasiler pragmatik, çoğulcu ve dinlerin kendilerini kamusal alanda ifade etmeleri karşısında kayıtsızdırlar. Aslında bu temel ayrım, laisizmin dayandığı bilimselci ve evrenselci zihniyetin baskıcılığına karşı, insanların belli bir toplumsallık içerisinde yer aldığını ve ona dair her ne söylenecekse bu somut toplumsal bağlam göz önünde tutulmaksızın söylenemeyeceğini öne süren bir yaklaşım farkına da dayanır. Dolayısıyla da genel geçer bir toplumsal ya da siyasal akıl (dolayısıyla da bilim) yoktur; tıpkı böylesi evrensel bir insanın olmadığı gibi.” (166)

Yukarıdaki paragrafta bulunan “Demokrasiler pragmatik, çoğulcu ve dinlerin kendilerini kamusal alanda ifade etmeleri karşısında kayıtsızdırlar”,ifadesini baz aldığımızda, bazı parça doğrularla birlikte, ona atfedilen konulara göz attığımızda, Batı’da nasıl işliyorsa işlesin, ama bizde kendilerini rejimin koruyucu gücü olarak gören iktidar sahiplerinin, demokrasiye atfedilen kayıtsızlığı boşa çıkardığı görülür.

Bu konuda nasıl bir yol ve yöntem takip edilebilsin ve nasıl dil kullanılsın ki, bu kayıtsızlık durumu darbe almamış olsun?

Aslında buradaki dikkat çekilmek istenilen temel yön, Türkiye’deki Cumhuriyetin kendisini topluma dayatma biçimine karşı ortaya konulan karakteristiktir. Birincisi Türkiye’deki Cumhuriyet, aradan geçen yüz yıla rağmen demokratikleştirilebilmiş değildir. Çünkü demokrasi salt çoğunluğun iradesinin tecellisi ya da seçimli bir yönetim biçimi, yani cumhuriyet değildir. Katılımdır, çoğulculuktur, siyasi olduğu kadar iktisadi eşitliğin de oluşturulma çabasıdır, azınlık haklarıdır, müzakere süreçleridir ve sistemin tabandan tavana doğru işlemesidir. Öte yandan bu bize yıllarca dayatıldığı gibi bilimselci, laik, evrenselci ve hatta cumhuriyetçi bir yönetim de değildir.

Bu ilkeleri elbette ki tartışabiliriz ve hatta uygulayabiliriz de. Ama asla ve asla ideolojik dogmalar olarak topluma dayatamayız. Kaldı ki laik olmayan, krallıkla yönetilen, kendi gelenekleri içerisinde biçimlenmiş birçok Batı demokrasisi bulunmakta. Türkiye ise onca macera ve çabaya rağmen hâlâ Jakoben, laikçi, ulusalcı esaslara dayanan ve asla katılımcı ve çoğulcu olmayan bir Cumhuriyettir; bir demokrasi değil. Tıpkı şûra sistemiyle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan, bu haliyle de tersinden Türkiye Cumhuriyetini andıran İran İslam Cumhuriyeti gibi.

Siyasi Yöntem Tartışmaları ve Nasıl Yapmalı…

 “…Sözgelimi Ebu Hanife’nin (ve benzeri birçok şahsiyetin) kendi hayatları pahasına savunmaya çalıştıkları, günümüzde iktidara ait kılınmış olan birçok kamusal ve sivil uğraşın (eğitim, ticaret, din, siyaset ve hatta hukuk) toplumsallaştırılması; yani toplumun aktifleştirilerek, devletinse görece olarak daha kısıtlı bir konuma çekildiği bir ‘sivil’ anlayışın canlandırılması gibi.” (s. 174)

Bu temenniye ilkesel olarak katılmamak mümkün değil. İdeal olanında bu olduğu söylenebilir. Ama devlete hiç de kutsallık atfedilmese dahi, tabiri caizse sömürgeci/teslim alıcı emperyalist planların göz önünde olduğu bir dünyada, siz ne kadar toplumu aktifleştirip devleti de kısıtlı bir konma getirmek isteseniz de “elin oğlu” gelip sizi birçok alanda köşeye sıkıştıracaktır.

Böyle bir tehlikeye binaen, bu emperyalist emellere karşı nasıl yöntem bulabilir ve uygulayabiliriz?

Devlet, toplumun asli bir ihtiyacı olmaktan çok iktidar heveslilerinin egemenlik bahanesidir. Toplumu kurmak, korumak, savunmak… iktidarın ideolojik gerekçeleridir. Ve hatta çoğu kez toplum zayıflatılır, hakları elinden alınır ve tâbileştirilir. Yönetilir ve yönetilmeye muhtaç hale gelinceye değin acze düşürülür. Topluma ait hünerler sanki kendi marifetleriymiş gibi muktedirlere atfedilir. Oysa toplum kendisini örgütleyebilir, yönetebilir ve savunabilir.

Bu şartlar içerisinde oluşturulan, kendisini meşrulaştırabilmek için toplumun özgürlüklerini kısıtlayan devletlûlar, her dara düştüklerinde ve başları sıkıştığında toplumu, toplumsal güçleri hatırlarlar. İstiklal harbinde böyle olmuştu, depremlerde de böyle oldu. Dahası ise salt ihtişamı ve itibarı belirginleştirmek, buna dayanan bir hava yaratmak için müsrifçe harcamalardan ve bunların karşılanması için toplumun ekmeğini (ç)almaktan da kaçınılmaz.

Bu nedenle toplum kendi özgüçlerine sahip çıkmalı, özerkliğini korumalıdır. Buradaki temel düstur ise şûraya/demokrasiye dayanmak, örgütlenmeye tabandan başlamaktır. Batı toplumunda olduğu gibi bizde de, yeni çağda, işte bu yüzden ve içten içe, demokratik güçlerle cumhuriyetçi güçler, bu ilke etrafında çatışmaktadırlar. Kendilerini bir mürebbi edasıyla topluma dayatmaya ve hatta bu konuda liberallerle bile işbirliğine giderek toplumun iktisadi özerkliğini kısıtlamaya çalışan cumhuriyetçi tavra karşı demokratik güçler, eşitlikçi bir adaleti ve toplumsal özerkliği ayakta tutmaya çalışmaktadır.

Toplumun savunulmasındaki kritik nokta tam da burasıdır. Hükümranlıkla özerklik arasındaki bu İslam tarihinin daha en başında gözden yitirilen o kopma ya da kırılma noktası tam da burasıdır. Ve maalesef günümüzde de Şeriati’nin deyimiyle dine karşı din, tam da bu noktada toplumu aldatmakta ve o sahte dindarane edayla sömürüyü sürdürmektedir. Sonuç ise ekmek kadar özgürlüğün ve adaletin de toplumun elinden sinsice ve sureti haktan gözükerek (ç)alınmasıdır.

Bir Özgürleşme Mücadelesi Olarak İslamcılık…

“…İslamcılık ise, kendi tarihi içerisinde, İslam dünyasındaki gelişmelere de koşut bir biçimde kendisini ve önerilerini yenileyerek hayatta kalmayı becerdi.” (222)

Buradan hareketle, bir tek İslamcılık modeli olmadığını, esastan ve usulden sapmadan İslamcılığın birçok formunun var olduğunu ve önerilerine kaldığı yerden devam ettiği çıkarımında bulunuyoruz.

 Eğer İslamcılık bir özgürleşme durumu ve mücadele biçimi ise, bu formu ortaya koymaya çalışan ilk dönem İslamcıları (öncü İslamcılar), Abdülhamid’den itibaren başlattıkları mücadelelerinde neden etkisiz oldular?

İslamcıların temel sorunu, tam da işaret ettiğim gibi tarihin en başında yitirilen toplumsal özerkliği ve inisiyatifi ihya etmek gibi oldukça zorlu bir stratejiyi hayata geçirmek mecburiyetiydi. Toplum özsel güçlerinden yoksunlaştırılmıştı çünkü. Ve üstelik allamelerce topluma bir ihya gibi vazedilen, toplumu savunma edasıyla ortaya çıkan iktidarın hatırı için kendi özgüçlerinden vazgeçmesi, bunu sultanlara teslim etmesidir. Meselenin bu tür bir takdimi ve benimsetilmesi, İslamcılığın ayağını basacağı zemini daha en başından zayıflatmıştı. Toplumsal özerkliğin bastırılarak özgür seslerin susturulması süreci Muaviye tarafından başlatılsa da, günümüze kadar toplum büsbütün zayıflatılmış ve etkisizleştirilmiştir. Bu şartlar altında etkili olanlar ise ya sultanlar ya da askerlerdir.

Özsel güçlerinden yoksunlaştırılmış bir toplumu özerkleştirme çabası ise bir bedel ödemeyi gerektirmektedir; İslamcılık bu bedeli ödedi ve hâlâ da ödemeyi sürdürmekte. Çünkü bu çabanın her adımında yolu, amaçları iktidarı ele geçirip topluma egemen olmak olan müttefiklerince kesilmekte. Esasında toplum da buna razı. Siyasetin kendi işi olmadığına ikna edilmiş durumda. Bu anlamda sultanlar ya da eski İttihatçılar ne ise yenileri de aynı. Buna yol açan da İslam dünyasında toplumun dindar görünümlü mütehakkim güçlerce oldukça zayıflatılmış olması. İstisnalar bir yana, ulema kesimi de büyük ölçüde bunun meşruiyet çerçevesini hazırlayarak bir tür kirli işbirliğinin içerisinde.

Oysa Hz. Muhammed’in mücadelesinin en önemli tarafı tam da burasıdır; müşrik zorbalığa karşı toplumu etkinleştirmek (özerklik) ve birleştirmek (tevhit). Ama maalesef topluma (ümmete) bıraktığı şûra (toplumsal inisiyatif), toplumun özerkliği ve eşitlikçi bir adalet, kendisinin yetiştirdiği kuşakla birlikte giderek zayıflayacak, yerine bu toplumun özsel güçlerini savunacak nesiller ikame edilemeyecektir. Bu durumun farkına varan erken isimlerden birisi Ömer bin Abdülaziz’dir. Yenilerde ise bu durum İslamcı düşünürler tarafından dile getirilse de onlar da yeterli toplumsal desteği bulamamakta. Çünkü en başından beri süreç dine karşı din atmosferinin muğlaklığı içerisinde sürdürülmekte ve kazananlar çoğu kez zorbalar ve işbirlikçiler olmakta.

Türkiye Siyasetinin Muhalefet Sorunu…

 “…siyasetin asıl bittiği nokta, hak arama ve adalete ulaşma umutlarının tükendiği noktadır. Bu durumda umutlarını kesenler, muhalefetten de bir karşılık bulamayınca, çaresiz bir biçimde yeniden iktidara sığınarak haklarını bu yolla elde etmeye çalışacaklar; dolayısıyla göstermelik bir muhalefet dili veya rolü bu insanları, zulüm gördükleri bir iktidarın çevresine sürükleyebilecektir.” (295)

Güncelden hareketle bu ifadeleri teyiden söylersek, 2. Turu yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Millet İttifakı’nın, bazı indi mülahazalarla muhalefetin halka umut olmadıkları-belki de olamayacakları-görülmekte.

Sadece bu bağlamda muhalefet sorunu nasıl oluştu ve nasıl bir yol ve yöntem uygulanırsa, bu sorun ortadan kalkabilir?

Türkiye muhalefeti, sömürücü Batılı güçler ve bunların yerli acenteliğini yapan Cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP karşıtı kesimlerce oluşturuldu. Bu kesimler en son olarak Milli Görüş etrafında kümelenerek iktidara da ulaştılar. Ancak özellikle 2010 sonrasında, bu güçleri temsil eden Ak Parti, iktidarı elinde tutabilmek için denklemi yeniden tersine çevirerek ve ulusalcılarla işbirliğine giderek toplumun özerkleşmesine ve sistemin demokratikleşmesine karşı bir tutum içerisine girdi. Buna karşı bir strateji kotarmak isteyen Milli Görüş bakiyesi olan muhalif kesimlerle CHP ise, Kürt muhalefetini de yanına alarak toplumsal özerkliği temsil çabasına giriştilerse de, bu konuda henüz yeterli bir performans ortaya koyamadılar

Bunda CHP’nin en azından bir kısmının eski laikçi mevzilerinden tam olarak kopamaması kadar, Ak Parti içerisinde hoşnutsuz oldukları halde muhalefetin ikna edemediği dinci kesimlerin varlığı da, toplumun kafasını karıştıracak ölçüde etkili oldu. Hatta İslamcılar da her iki eğilim içerisinde yer aldıkları gibi bunların da dışında kalan kesimleriyle bu zihinsel dağınıklığın daha da derinleşmesine yol açtılar. Sorunun özü ise toplumsal ezberlerin ve alışkanlıkların, siyasal ve düşünsel değişimlerin hızına ayak uyduramamasıydı. Büyükşehirler bu konuda daha duyarlı olsa da, taşradaki şehirlerdeki cemaatsel ve bürokratik ağların etkisi, bu şehirlerin Ak Parti ile özdeşleşen dindarlık algısını beslediği gibi; bu algı, adaletsizlik ve haksızlıklara ilişkin duyarlılığın ve yoksulluğun etkilerinin deüstünü örterek, iktidar söyleminin direncini kırılamadı.

Sürecin zorluğu ve mevcut Başkanlık sisteminin denklemini sağlama mecburiyeti, özellikle muhalif güçlerin Millet İttifakı (demokratik güçler) içerisinde belli bir insicamı ve toplumsal özerkliğin temsilini sağlayamadı. Cumhuriyetçi güçleri temsil eden Cumhur İttifakının iktidar etrafında ve iktidar güçlerince savunulmasına karşı Millet İttifakı söylemini toplumsal güçleri toparlayabilecek ve demokratik/şûravi bir inisiyatifi sağlayabilecek bir berraklığa ulaştıramadı. Esasında bu sadece bir seçim süreciyle sınırlı bir çabayla da gerçekleştirilebilecek bir dönüşüm de değil. Söylemin oluşması ve halka mal olması gerekir ki Millet İttifakının çatlakları (laiklik, din, Kürtler, mülteciler, ulusalcılık…) ortak bir söylemin inşasını mümkün kılamayacak denli derin ve bileşenlerin bu konuya dair bir kararlılıkları da oluşmuş değil. Zira tarihsel ve toplumsal gerçeklikler ile öne konulan gelecek arasında önemli çelişkiler ve paradokslar var ve bunlar da sadece iyi niyetlerle ve sadece bir seçim ittifakıyla çözümlenebilecek gibi değil.

Esasında süreci sürükleyen de büyük ölçüde Kılıçdaroğlu’nun çabası. Bu kişisel çabanın böylesine önemli bir süreci sürükleyebilecek, toplumsal ve tarihsel çelişkileri izale edebilecek güçte olamayacağı da ortada. Helalleşme çağrısı gerek şart olsa da yeterli değil. Kürt sorunu biz kabul edelim ya da etmeyelim Türkiye’nin ve bölgenin en önemli sorunu. Bu sorun yeterince açık ve cesur bir biçimde ifade edilemedi ve bu konuda iktidarın terör söylemine dayanan baskısının altında kalındı. Askerlerin Suriye’den çekilmesi ve Suriye ile barışçı bir çözüm üretilmesi meselesinde de, konunun mülteci meselesinin altında kaldığı bir savunmacı pozisyona çekilindi ve dolayısıyla sorunun özü ve buna ilişkin barışçı bir inisiyatifin imkânı da kaybedildi. 

Dolayısıyla şayet demokratik bir toplumsal inisiyatif oluşturulmak isteniyorsa sürecin toplumsallaştırılarak kişisel inisiyatiflere bağlılıktan çıkarılması gerekir ki bu ise içtenlik, özveri ve çaba ile sürdürülebilecek bir stratejik bilgelikle mümkündür. 

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com