MAKALE
Giriş Tarihi : 23-05-2023 21:57   Güncelleme : 28-05-2023 15:17

Ali Bulaç Yazdı: Yerimize başkaları gelir!

Ali Bulaç Yazdı: Yerimize başkaları gelir!

Yüce Allah’ın Müslümanlardan talebi, yeryüzünde adaleti ve barışı tesis etmeleridir. Hayli geniş bir semantiğe sahip olan adaletin tesisinden maksat kime karşı yapılmış olursa olsun zalimlerin engellenmesiyle gerçekleşir. Bu görevlerini yerine getirmeyenleri Allah dilerse onları yok eder, yerlerine daha iyilerini getirir. Bu kavimler bazında olabileceği gibi, bir kavmin iktidar gücünü, toplumsal inisiyatifini elinde bulunduran seçkinleri, sorumluları için de geçerlidir. Yeryüzünde hiçbir toplum ebedi değildir, isyanında sonuna kadar devam edemez. Tarihten silinmiş nice devletler, güçlü iktidarlar, görkemli medeniyetler vardır. Aynı şekilde bir toplumda da iktidarlar sürekli değişir, el değiştirir. Zulmeden, hukuka riayet etmeyenler bir süre sonra gider, adaletle hükmedenler yerlerini alır. Bu da ilahi sünnetlerden biridir. Yüce Allah hükmünü verdi mi, hiçbir güç önüne geçemez.

Olup bitenlerden anlaşılıyor ki, bugün biz Müslümanlar yeryüzünde adaleti ve barışı tesis edecek niyet ve gayrette değiliz. Değil herkes için özgürlüğün, ahlaki dürüstlüğün, adalet ve ihtiramın vaat edildiği bir dünya düzeni kurmak, içine düştüğümüz bu zilletten çıkabilecek durumda bile değiliz.

Neden bu durumdayız ve ne yapmamız gerekir. Durumumuzu şu ayetler ışığında gözden geçirmeye çalışalım:

 “131. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Andolsun, biz sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve sizlere: “Allah’tan korkup-sakının” diye tavsiye ettik. Eğer inkâra saparsanız, şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hamde lâyık olandır. 132. Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.  133. Eğer dilerse, ey insanlar, sizi giderir (yokeder) ve başkalarını getirir. Allah, buna güç yetirendir.” (4/Nisa, 131-133.)

Haklara riayet ve Allah’tan sakınma tarih boyunca Allah’ın sahife ve kitap gönderdiği bütün din mensupları için söz konusudur. Müfessirler burada geçen “Sizden önce kitap verilenler”in vahye muhatap olan bütün beşeriyeti içine aldığını söylemişlerdir ki, doğrudur.

Allah, adil ve ahlaki bir hayatın mümkün olabilmesi için bu emir ve yasakları koyarken, kendisinin herhangi bir şeye ihtiyacı yoktur. (64/Teğabun, 6.) Hepsi yine insanın yararınadır. Göklerin ve yerin mülkü ve melekutu O’nundur, herkese ve her şeye karşı müstağnidir. İnsan bu temel çerçeveye riayet ettiğinde hem dünyada hem ahirette mutlu olur. İnsanların birbirlerinin hak ve hukuklarını çiğnemesi, hatta Allah’a isyankâr davranması O’na bir zarar vermez (14/İbrahim, 8), O sabırlıdır, mühlet verir. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Hiç kimse işittiği (maruz kaldığı) eziyetler karşısında Allah kadar sabırlı değildir. Onlar Allah’a ortak koşarlar, çocuk isnat ederler. Yine de Allah onlara rızık ve sağlık verir” (Buhari, tevhid, 3; Müslim, Salatu’l-münafıkin, 49). Allah kullarına karşı sabırlı, merhametli ve şefkatlidir. Günah işlediklerinde hemen ceza vermez; tevbe etmelerini bekler (Müslim, Tevbe, 31). Diğer yandan ceza vereceği zaman, aleyhinde hiçbir delilin (hüccet) kalmamasını ister. “Göklerin ve yerin Allah’a ait olması” hususunun üç defa zikredilmiş olması bir hikmete mebnidir:

a) İnsanlar başkalarının haklarına riayet ederlerse, mesela birbiriyle geçinemeyen eşler güzellikle ayrılacak olursa, göklerin ve yerin sahibi Allah, dilerse onlara kendi katından bol ihsanda bulunur;

b) İnsanlar inkâra sapacak veya ilahi uyarılara rağmen birbirlerinin hak ve hukukunu çiğneyecek olurlarsa, göklerin ve yerin sahibi Allah’a bir zararları dokunamaz, zararları kendi nefislerine olur;

c) Göklerin ve yerin sahibi “Allah vekil olarak yeter”. O’ndan başkasına güvenmenin faydası yoktur.

Bütün varlıkların, insanların ve cinlerin yaratılış gayesi Allah’a kullukta bulunmaları, O’nun ismini yüceltmeleri ve O’na hamd etmeleridir. O zatında buna layıktır. Böyle olmakla beraber,  insanlar isyan edecek olursa, zannetmesinler ki, güçleri sayesinde Allah’ın mülkünü işgal etmektedirler. Allah, dilerse bu türü, beşeriyeti yok eder, yerine başka bir türü getirir. Bunu Müslüman olsun olmasın, herkesin bilmesi gerekir.  Yüce Allah’ın “Eğer dilerse, ey insanlar, sizi giderir (yok eder) ve başkalarını getirir” cümlesine üç anlam verilebilir:

a) Bazı müfessirlerin iddia ettiği gibi inkârcıları giderir, yerlerine inanacak başka toplulukları getirir;

b) Ahlaki görevlerini yerine getirmeyecek olurlarsa Müslümanları giderir, yerlerine O’na hakkıyla kulluk edecek başka toplulukları getirir. Allah’a gerektiği gibi itaat etmeyenler Müslüman dahi olsalar -ki bu iman ve salih amelin hayatlarını şekillendirdiği Müslümanlık değil, nominal Müslümanlıktır-, Allah dilerse onların da yerine bir başka topluluğu getirir; onlar Allah’a karşı görevlerini hakkıyla yerine getirirler.

c) Her birini “yeryüzünün halifesi” olarak yaratan ve bu gezegeni yararlarına amade kılan türümüzü giderir, başka bir türü var eder.

Ayetin genel bağlamı ve hitabın “Ey İnsanlar!” diye başlamasını göz önüne alacak olursak, söz konusu olan insanların tamamı, yani türümüz olduğunu söylemek de mümkün. Bu durumda belki biz, bizden önceki bir türün yerine yeryüzüne getirildiysek, isyanımız dolayısıyla Allah bizi giderir yerimize başka bir tür getirir, Allah-u a’lem!

Netice itibariyle kim dünyevi bir takım çıkarlar adına, isyan edecekse, başkalarına zarar verecekse, bilsin ki, dünyanın da ahiretin de yararı Allah katındadır. Yani insan Allah’ın buyruklarına riayet ederek ilişkilerini geliştirir ve hayatını ilahi hükümlere göre yaşarsa hem dünyevi yararlar elde eder, hem ahirette ebedi kurtuluşa ve mutluluğa sahip olur. (17/İsra, 18 ve 42/Şura, 20.) 

“135. Ey imân edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlarister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (4/135.)

Ayet, en yüksek derecede ahlaki bir tutuma işaret etmektedir. Bu da, hak söz konusu olduğunda kişinin hem kendi hem en yakınları aleyhine şahitlikte bulunabileceğini belirtir. Bir insanın kendi aleyhinde şahitliği, başkasının üzerinde hakkı olduğunu kabul edip ikrar etmesi, hakkı teslim etmesi demektir. Böylece başkalarına gelebilecek bir zararı önler veya bir yararın elde edilmesine vesile olur. Bunu yaparken nefsine ağır gelen bir şey yapar, ancak bunu “Allah için” yapar. Bu yüksek ahlaki ilke çerçevesinde gerektiğinde kişi, anne-babası, en yakınları, mensup olduğu grup, kabilesi, etnik kökeni veya siyasi partisi aleyhinde de şahitlik yapmak durumundadır. Bu sorumlu Müslüman olmanın gereğidir.

Adaleti ayakta tutmak”, her tutum ve durumda adaletin tesisine çalışmak ve bunu sürekli kılmak demektir. Mübalağa kipinden “kavvamin” elinizden geldiği kadar, çok çaba harcayarak, titizlik göstererek adaleti gözetin emrini ifade eder. Yüce Allah, kendinden başka ilah olmadığını adaleti ayakta tutarak açıklamıştır (3/Al-i İmran, 18). Yani Allah’ın birliği inancı ile adalet arasında doğrudan bir ilişki vardır. Allah’ın birliğini reddeden bir kişi adalet vasfını kaybeder, çünkü varlıktaki hakikati reddetmiş olur. En temel gerçeği, zaruri bir bilgi ve hakikati reddeden kimse, başka bilgi ve gerçekleri de inkâr edebilir, dile getirmeyebilir. Bu yüzden daimi olarak insanlardan istenen adaletli olmalarıdır. “Adaletli olmak takvaya en yakın” tutumdur (4/48; 5/Maide, 8). “Kim şahitliği gizleyecek olursa kalbi günahkâr kimse olur” (2/Bakara, 283; 65/Talak, 21).

İsmail Hakkı Bursevi, burada çocuğun ebeveyni aleyhinde şahitlik etmesinin, onlara itaatsizlik ve isyan manasına gelmediğini söyler. Hatta çocuğun ebeveyni aleyhinde şahitlik etmekten kaçınması helal değildir. Bu hassas bir konudur; genel kabul gören görüşe göre, çocuğun ebeveynin lehine veya anne babanın çocuğun lehine şahitlikte bulunması kabul edilmez. Çünkü aralarında çıkar birliği söz konusudur. Bunlardan birinin lehte şahitliği, sanki kendi lehine şahitlik yapmak gibidir. Adaleti tesis etmek üzere anne-babası ve yakınları aleyhinde de olsa şahitlik yapan kimse, gerçekte kendini ve ebeveynini ateşten korumuş olur (66/Tahrim, 6). Hedeflenen yegâne gaye hakkın hak sahibine verilmesidir. Kişi kendi istek ve arzularına, yakınları veya mensup olduğu gruba veya partiyle ilgili duygularına göre hareket edecek olsa, “Allah’ın yolundan sapmış olur” (38/Sad, 26). İnsan, şahsi çıkar elde etme gözettiği, başkalarından korktuğu zaman hakikati saptırır, yalan söyler, yalancı şahitlikte bulunur.

Önce kendi, sonra anne-babası ve en yakınları aleyhinde şahitlik yapma cesaretini gösteren bir insan başkaları aleyhinde şahitlik yapmaktan çekinmez. Tarafların iktidar sahibi, zengin veya yoksul olması bir şeyi değiştirmez. Ne zengin servetinden dolayı özel bir imtiyaza sahiptir ne yoksul, sırf yoksul olduğu için başkasına haksızlık yapma hakkını elinde bulundurmaktadır. Ancak genelde insanlar zenginlerden, güç sahiplerinden yana eğilim gösterirler. Bu eğilim adaletsizliğe, hak ve hukuk ihlallerine kapı açtığından, Allah her ne olursa olsun, her hak sahibine hakkının teslim edilmesini emreder. Bu çerçevede şahitlik sadece hakka hizmet etmek üzere yapılmalıdır.

Adalet, hak ve doğruluk adına yapılan şahitlik, ahlak açısından yüksek bir meziyet, hukuk açısından bir görevdir. Allah katında övülen insanların önemli özelliklerinden biri “Şahitliklerinde dosdoğru davrananlardır” (70/Mearic, 33).

Yalancı şahitlik ise ahlak açısından karakter zaafı ve düşkünlük, hukuk açısından suçtur. İbn-i Hazm “Kötü kadın, önce onunla düşüp kalkanın, yalancı şahit de lehinde şahitlik ettiği kimsenin gözünden düşer” demiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) “Yalan şahitliği” Allah’a ortak koşmadan ve anne-babaya karşı gelmeden sonra büyük günah olarak saymıştır (Buhari, İlm, 30; Ebu Davud, Akdiya, 15).

Aslında adaletin yerini bulması, gerçeğin ortaya çıkması ve hak sahibinin hakkını elde etmesi için yapılan şahitlik, bazı kişilerin aleyhinde olsa bile, sonuç itibariyle lehlerindedir. Çünkü birini haksızlıktan, zulüm yapmaktan vazgeçirmek veya ona engel olmak onun lehinedir. Nitekim Allah’ın Elçisi (s.a.v) “Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et” buyurmuştur. Orada bulunanların “Ey Allah’ın Elçisi, kişi zalime nasıl yardım eder?” diye sorunca, “Onu zulmünden alıkoyarsın, böylece ona yardım etmiş olursun” diye buyurmuştur (Buhari, İkrah, 7; Müslim, Birr, 62). Eğer tarafgirlik, grup asabiyeti, siyasi ve ekonomik çıkar müslümanların aklını iptal etmiş, vicdanlarını karartmışsa yapmaları gereken ilk iş “yeniden iman” etmeleridir. (4/Nisa, 136.)

40. Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim; Biz gerçekten güç yetireniz;  41. Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarına getirip-değiştirmeye. Üstelik Bizim önümüze geçilemez.  42. Şu hâlde sen, kendilerine vaadedilen (azap) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.” (70/Mearic, 40-42)

Hz. Peygamber (s.a.), tebliğ ve irşat görevini yerine getirmeye çalıştığında onun ahengini bozmak ya da aleyhte konuşulacak bir argüman, bir dedikodu, tezvirat bulmak maksadıyla müşrikler sağdan ve soldan gruplar halinde yanına gelir, dinliyormuş gibi boyunlarını uzatırlardı. Efendimiz, kimlerin hangi amelleri yaptığı takdirde cennete gideceğini anlatınca onlar, nimetlerle donatılmış cennete kendilerinin gideceğini öne sürüyorlardı. Zanlarınca mademki dünyada güç ve kuvvet, servet ve statü sahibi kimselerdi, o halde ahirette de en güzel ve itibarlı yerler onların olacaktı. Yoksulların, köle ve zayıfların cennete gidip onların ateşe atılacakları anlatıldığında da çılgına dönüyorlardı. Şöyle diyorlardı: “Şu Muhammed’in söylediklerine bakın, biz asil ve şeref sahiplerini cehenneme, kölelerimizi, hizmetçilerimizi cennete gönderiyor!” Aslında Mekke’de inen ayetler, cennet ve cehennem tasvirleri üzerinden sosyol ve politik muhalefet içerikli manifestolardı.

  1. ayette “Artık, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim; Biz gerçekten güç yetireniz” buyrulmaktadır. Gel gör ki, hakir bir damla sudan yaratılmış bulunan insan varlık âleminin tamamını elinde bulunduran Allah’a meydan okumaktadır.

Şu veya bu gerekçeyle isyan edenler bilmeliler ki, Allah dilerse onları yok eder, yerlerine daha iyilerini getirir (4/Nisa, 133). Bu kavimler bazında olabileceği gibi, bir kavmin iktidar gücünü, toplumsal inisiyatifini elinde bulunduran seçkinleri, sorumluları için de geçerlidir. Yeryüzünde hiçbir toplum ebedi değildir, isyanında sonuna kadar devam edemez. Tarihten silinmiş nice devletler, güçlü iktidarlar, görkemli medeniyetler vardır. Aynı şekilde bir toplumda da iktidarlar sürekli değişir, el değiştirir. Zulmeden, hukuka riayet etmeyenler bir süre sonra gider, adaletle hükmedenler yerlerini alır. Bu da ilahi sünnetlerden biridir. Yüce Allah hükmünü verdi mi, hiçbir güç önüne geçemez.

Hakikat bu iken, inkâr ve isyan içinde olanlar bir süre gafletleri içinde oyalanadursunlar. Kendilerini ebedi zannetsinler, dünya görüşleri, zulüm üzerine oturmuş sistemleri, iktidarları onları oyalasın.

 “36. Gerçekten dünya hayatı, ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır. Eğer imân ederseniz ve sakınırsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez. 37. Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edersiniz ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur. 38. İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ğaniy(hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar.” (47/Muhammed, 36-38.)

  1. ayet modern zamanlarda adına “sekülarizasyon” dediğimiz dünya hayatına tutkuyla bağlanıp aşkın/müteal, içkin/batın ve öte/ahiret boyutlarının inkâr edildiği durumun temelsizliğine dikkat çeker. Tabiatı gereği dünya hayatı geçicidir, fanidir, insanların kişisel ömürleri sona erdiği gibi yeryüzündeki hayatın süresi yani beşeriyetin tarihi ve hatta varlık âlemini içine alan kozmik düzen de sona erecektir (13/Ra’d, 26). Baki olan sadece Allah’tır. Şu halde varlıkta hiçbir süreç ve nesne boşuna, anlamdan ve amaçtan yoksun yaratılmış değildir. (21/Enbiya, 18.) Hakikat bu ise, insan kendisine sınırlı bir zaman olarak verilmiş ömrünü nasıl sorumsuzca, bir oyun ve eğlenceyle geçirebilir? Bütün zevkleri, her şeyi, mutluluk ve başarıları bu dünya hayatına hasretmek yanıltıcıdır, insanlar kendilerini dünya işlerine, servet ve iktidar hırsına öylesine kaptırırlar ki aslında çocuğun kendini oyuna kaptırıp her şeyi unutması, mesela akşam olup da evine dönmeyi unutması gibi hakikati, ebedi âlemi unuturlar (6/En’am, 32). Oysa sakınmak, ilahi hükümlere riayet etmek gerekir. Bunlar da ancak sağlam bir imanla mümkündür, iman etmeyen veya imanı sapasağlam bir zemin üzerinde yükselmeyen kişi sakınmaz, ilahi hudutlara riayet etmez.

Fakr” hali evrenseldir, varlık âlemi ölçeğindedir. Her canlı ve cansız varlığını Allah’a borçludur, O’nun yaratmasıdır; O’nun kudret eli altındadır. O halde muhtaç olmaklık her varlık için zorunludur, bu genel geçer bir durumdur. Allah ise varlığı başkasına bağlı ve bağımlı olmadığından hakiki anlamda ganidir. Fakr halini sadece maddi ve ekonomik yoksulluk olarak da ele almamak lazım. Dünyanın en zengin, en zorba insanı da nefes alıp vermeye, uyuyup dinlenmeye, suya ve havaya muhtaçtır. Bunların fakiridir. Yüce Allah ona nefes alma nimetini vermeseydi, suyu ve havayı yaratmasaydı ne ayakta durabilirdi ne bunları parasıyla veya buyruklarıyla var edebilirdi. Bu sadece Karun gibi zenginler veya Firavunlar gibi zorbalar için değil, Allah’ın varlığını ahmakça inkâr eden ateistler için dahi öyledir. Onlar da ve herkes gani olan Allah karşısında fakir kimselerdir.

Bu temel hakikati unutup ilahi sınırların dışına çıkmak helake uğramanın sebebidir. Dünya hayatını mutlaklaştıranlar, inandığı halde Allah yolunda harcama yapmayanlar, yoksulları gözetmeyenler, güç ve iktidar sahibi olduklarında adaleti göz ardı edenler, vakti ve yeri geldiğinde cihat etmeyenler yüce Allah katındaki değerlerini, itibarlarını ve O’nun büyük bir şeref olarak yeryüzünde kendilerine yüklediği halife olma misyonlarını kaybederler. Bu genel yani toplumsal bir nitelik kazandığında o toplumun eceli gelmiş olur, ilahi sünnet gereği yıkılır. Yüce Allah yıkılıp giden topluma benzemeyen, ilahi misyonu yerine getirmeye aday, buna istekli yeni bir kavim/toplum getirir. Onlar eskilere hiç benzemezler, kendilerinden ne istenmişse eksiksiz yerine getirmeye gayret ederler (5/Maide, 54).

Eğer siz yüz çevirecek olursanız ifadesi nominal yani “mü’min olmayan Müslüman olma”nın hiçbir şeyin, dünyada ahlaki, sosyal ve politik üstünlüğün; ahirette de kurtuluş ve mutluluğun teminatı olmadığını göstermektedir. Kim Müslüman iken İslam’ın hükümlerinden, ideallerinden, ahlaki ve hukuki değerler sisteminden yüz çevirecek olursa kadr-u kıymetini kaybeder. Yüce Allah, yeryüzünde O’nun dinini temsil edecek başka bir kavmi getirir.

Müslümanlar olarak bütün dünyada derin bir kirizin içinden geçiyoruz; kelami-felsefi bir çöküntü içindeyiz; modern batı uygarlığını arsızca tüketip batıya meydan okuyoruz; ahlaki çürüme içindeyiz; baskı rejimleri giderek kara bulutlar gibi üzerimize çökmüş bulunuyor; hak, hukuk ve adalet talebini suçlar kategorisine soktuk; ne bizden olmayanlara ne birbirimize ne de kendimizi saygımız (ihtiram) var.

Zannetmeyelim ki, çözüm İslam’ın dışına çıkmaktır. İslam’ı ve müslümanları hasmane duygularla eleştiren laikler/sekülerler batının üçüncü sınıf aydınlarından öğrendikleriyle tepemize başöğretmen kesiliyor; sanki kendileri bu dünyanın çocukları değilmiş ve bu çöküntünün oluşmasında kendilerinin birinci derecede rolleri yokmuş gibi davranıyorlar.

Ya kendimizi ıslah edeceğiz veya Allah bizim yerimize başka salih topluluklar ve nesiller getirir.

Farklı Bakış

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com