ANALİZ
Giriş Tarihi : 15-01-2024 20:04

Ali Bulaç Yazdı: Tarihsel Tecrübemiz: Adilûn ve Zalimûn

Ali Bulaç Yazdı: Tarihsel Tecrübemiz: Adilûn ve Zalimûn

Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da “Tarihsel Tecrübemiz: Adilûn ve Zalimûn” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Bu mecrada yayınlanan önceki makalede – Batılı tecrübeyi de içine katarak- yaptığımız şey, ideal politiği gözden geçirmekti.  Şimdi ise tarihsel tecrübemizde vuku bulan kırılmaları ana başlıklar halinde ele almaya çalışacağız. 

Şii ve Sünni siyaset doktrinleri biri imameti, diğeri hilafeti öne çıkarıyorlarsa da “Emir” kavramında bir araya gelirler. Şii ve Sünni ekol mensuplarının bir siyasi kavram üzerinde mutabık olmaları, İslam Birliği’nin temelini teşkil eden ümmetin birliği için de bir imkan teşkil eder. Hem Hz. Ömer’e, hem Hz. Ali’ye “Mü’minlerin emiri (Emirü’l mü’minin)” denmiştir. 

İslami sahih literatüre göre “Emir”, kendisinin üstündeki hukuk kurallarına göre ve şura ile alınmış kararları yürüten “başkan”dır. Ama bu başkan/emir kabile geleneğinde gözlendiği üzere kutsal, aşkın ve ayrıcalıklı değil, eşitler arasında birincidir. Son dinin ve son peygamberin Arap yarımadasında ortaya çıkışının hikmetlerinden biri, Sasani ve Bizans imparatorluklarındaki gibi katı ve derin geçmişi olan monarşilerin olmadığı kabile kültürü ve kabile-reis ilişkisidir. Hz. Ebubekir’le başlayan “ridde” hareketini tetikleyen faktörlerden biri, belki de en önemlisi, kabile hayatına alışkın bedevilerin monarşik-merkezi bir iktidar modelinin teşekkülünden duydukları kaygıdır.

Halife’yi Şia tanımadı, İmam’a masumiyet atfetti. Sünnilik halifeyi temel aldı, o da halifeye bir tür masumiyete ilaveten kutsallık atfetti (Halifetüllah ve Zillullahi fi’l arz: Allah’ın halifesi-Allah’ın yeryüzündeki gölgesi).

Hiç kuşkusuz ve neredeyse herkesin üzerinde ittifak ettiği üzere ilk ve en önemli kırılma Muaviye’nin bir ihtilal yaparak hilafeti saltanata dönüştürmesidir. Muaviye’nin hareketi fıkhi tanımla bağiy idi. Bir devletin bir vilayetinin (Şam) valisi seçimle işbaşına gelmiş merkezi başkanına, Halife Hz. Ali’ye isyan ediyordu. Bu ihtilal siyasi birliğin temeli olan ümmetin yerine kabile hakimiyetini geçiriyor, siyasetin meşru maksadı olan “ortak iyi ve ortak çıkar (ma’ruf)” ilkesini bir grubun, bir partinin-parçanın çıkarını gözeten bir araca dönüştürüyordu. Kabile geleneğinde reisin kutsal/tanrısal olmaması büyük bir avantajdı ama bu gelenek aynı zamanda “nesebe/soya” yani kan ve akrabalık bağına dayalı asabiyeti esas alıyordu. 

Hz. Peygamber, “nesep asabiyeti” yerine “sebep asabiyeti”ni yerleştirme mücadelesini verdi ve bunu hayatta iken başardı. Sebep asabiyeti ortak çıkar ve ortak iyinin iman kardeşliğinde ve karşılıklı rızaya dayalı sözleşmede ifadesini buluyorken, şu veya bu kabilenin üstünlüğü söz konusu değildi. Nesep asabiyetinde kabile bireyi işlediği her cürüme karşı korunurdu, Hz. Peygamber “Hangi kabileye mensup olursa olsun, suçlular korunmayacaktır” ilkesini getirdi, “Suçlu -faraza- Muhammed’in kızı  Fatıma da olsa!” (Buhari, Enbiya, 54; Müslim, Hudud, 8.) Çünkü hitabın başında şu uyarıyı yapıyordu: Geçmiş toplumların yıkılmasının sebebi, içlerinden zengin ve soylular suç işlediklerinde cezalandırılmıyordu. Bir parça, kabile veya siyasi sosyal grup yönetimde ayrıcalık kazanırsa, o toplumun çökmesi mukadderdir.

O güne kadar adil yönetici, iyi yönetici sorun iken, kabileye mensubiyet faktörü öne çıktı. Bu ihtilali öncesinden besleyen gelişmeler vuku bulmuştu. Muaviye Hz. Osman’ın kanlı gömleğini mızraklara asıp şehir şehir gezdirdi. Arap geleneğine göre, kişi kabileden birinin kanına sahip çıkıyorsa, o kabilenin reisliğine hak sahibi oluyor, reisliğe adaylığını koyduğunu ilan ediyordu. Muaviye’nin Hz. Osman’ın kanlı gömleğini teşhir ederek; “Ben Osman’ın kanını savunuyorum” demesi, Hz. Ali’ye bir isyandı, hukuken bağiydi. Hilafetten saltanata geçiş ve kabile faktörünün tekrar siyasetin ana motivasyonu haline gelmesi ciddi bir kırılmaydı. 

İkinci önemli kırılma, yönetimin kutsallaştırılmasıydı. Efendimizin irtihalinden sonra Hz. Ebu Bekir seçildiğinde bazı sahabeler ona “Halifetullah (Allah’ın halifesi)” sıfatını verdi.  Hz. Ebu Bekir buna itiraz edip “Ben Allah’ın halifesi değilim, Resul’den sonra gelenim, Resul’un halifesiyim” dedi. Bu yönetim ve yöneticinin kutsal bir vasfının olmamasının ilanıydı. Yönetici meşruiyetini Allah’tan almıyor, hukuktan ve halkın iradesinden alıyordu. Halk onu seçti, o da peygamberin yönettiği zeminde yönetecekti. Fakat Emevi halifeleri, Allah’ın halifesi kavramını Bizans etkisi ile yeniden dirilttiler. Bu kavramı tarihte Bizans imparatorları kullanıyordu. Mesela Jüstinyen “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi”dir. Sonra Osmanlılar da bunu Emevilerden ve/veya Bizanslılardan aldılar. Padişahlar Allah’ın gölgesi olarak sıfatlandırıldılar.  (Halifetüllah veya Zillullahi fi’l arz: Allah’ın halifesi – Allah’ın yeryüzündeki gölgesi). 

Elbette Allah cisim değildir ki gölgesi olsun! Bunun mecaz bir kullanım olduğunu herkes bilir. Ama gölge cismin hareketini takip ettiğine göre, halifeler de Allah’ın iradesine ve muradına göre hareket ederler sayılıyordu. Oysa hakikat-i halde halifeler Allah’ın iradesi dışında hareket etmiyorlardı, ama hukuku ihlal edip halka zulüm ettiklerinde yönetimleri ve uygulamaları Allah’ın muradına ve rızasına aykırıydı. Yeryüzündeki bütün kötüler ve zorbalar Allah dilemezse hareket edemezler ancak O’nun muradına, hükümlerine ve hoşnutluğuna aykırı hareket ederler ki, sınav olmalarının ve yapıp ettiklerinin karşılığını görmelerinin hikmeti budur.

Belki şunu da hatırlatmakta fayda var: Emevilerden önce Hz. Osman, yüzlerce kişi istifa etmesi için evini kuşatmışken şu cümleyi kurmuştu: “Bu cübbeyi (hilafet makamını) bana Allah giydirdi, ancak O çıkartır.” Hz. Osman’ın sarf ettiği söylenen bu söz özünde ilk teokratik tohuma işaret ediyordu. Çünkü Allah kimseyi yönetici tayin etmez, Sünni doktrin, Hz. Peygamber’in dahi kimseyi yönetici olarak tayin veya vesayet etmediği tezini savunur. Devlet başkanı halk tarafından seçilir, biat alır ve İlahi Hukuk’a göre yönetir.

Üçüncü önemli kırılma,  güvenliğin ve istikrarın ilke ve adaletin önüne geçirilmesi oldu. Bu konuda Sünni ulemanın neredeyse tamamı kusurludur, sadece bir yönüyle Ebu Hanife’yi istisna edebiliriz. İbn Cema, Maverdi, İbn Teymiyye, İmam Gazali bu kusur sahipleri arasında yer alırlar. Ulemanın dediği şu ki; güvenlik adaletten önemlidir. Çünkü sürgit ideal adil imam aranacaksa fitne ve kargaşa bitmeyecek, “O zaman cumalar kılınmayacak, nikahlar kıyılmayacak, ticaret olmayacak mı?” Ulemaya göre ideal politikte ısrar etmenin sonucu fitne ve fesat, kargaşa ve iç çatışmadır. 

Peki bundan neyi anlamak gerekir? Cevap açık: Verili durum doğrudur. Bu bizi Hegelyen fikre götürür: Gerçek olan aklidir, akli olan gerçektir.  Bu durumda toplumsal şartlar dolayısıyla verili olana itaat edilir. Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimiz (s.a.)’in sahih hadislerinde zulme karşı çok sayıda ayet ve hadis bulmak mümkündür.  Fakat ulema, reel politiği öne sürerek “Cair/zalim imama itaat edilir” diye hadisler uydurdu. Kur’an-ı Kerim, açıkça “Allah’ın zalimleri sevmediğini” belirtir (42/Şura, 40). Hz. Peygamber de: “Andolsun, zulmü kendi nefsime haram kıldığım gibi size de haram kılıyorum.” (Müslim, Birr, 55.) buyurur. İşte bu ameliye maalesef güvenliği ve istikrarı, ilkenin ve idealin önüne geçirmenin en bahtsız kırılmalarından birini teşkil eder. 

Emeviler Bizansı ve Bizans sarayını örnek aldılar. Muaviye’nin danışmanı İslamiyet’ten önce Bizans’ın eski Şam valisi Servilyanüs idi. Servilyanüs, ona Bizans saray kültürünü ve siyasetini -belki de siyasi entrikaları- öğretti. Haremlik selamlık da ilk defa o zaman İslam’a girdi. Kur’an-ı Kerim’de Nur suresinin 61. Ayetinde birlikte veya ayrı ayrı yemek yemek konusunda insanları muhayyer bırakıyor. (Daha geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, V, 150 vd. Çıra y. 2016-İstanbul)

Abbasiler Fars siyaset kültürünü, Osmanlılar da Hint Moğol devlet geleneğini devlet algısı ve yönetiminin esasları arasına dahil ettiler. Abbasiler’den vuku bulan en önemli kırılma ilk defa resmi din görüşünün tesis edilmesi oldu. Me’mun Mutezile mezhebini resmi din görüşü ilan edince başta Ahmed ibn Hanbel olmak üzere sivil hayatı düzenleme, yasa yapma yetkisini elinde bulundurmak isteyen ulema buna karşı çıktı. İktidar, Mutezili görüşleri benimsemeyen ulemaya ve gruplara 21 sene acı çektirdi ki bu bahtsız döneme “mihne zamanı” denir. Ahmed ibn Hanbel, elleri ve ayakları prangalı Me’mun’un talimatı üzere Tarsus’a getirilsin diye Bağdat’tan yola çıkarıldı da Şam’a vardıklarında Me’mun’un ölüm haberi geldi. İşlenen her cinayette kardeşi Habil’i öldüren Kabil’in payı olduğu gibi (Buhari, Cenaiz, 33; Müslim, Müslim, Kasame, 27), o gün, bu gün resmi mezhep ve resmi din görüşü adına muhalif müslümanlara zulmeden her iktidarın günahında Mutezile’nin de payı vardır.

Yasama, hukuk yapma ve bilgi üretme ile bilgi aktarma yetkisini elinde bulunduran ulema tarihin en sivil modelini oluşturmuştu. Dört imamın ekolleri demokratik idi. Sipariş üzerinden veya iktidarın emriyle kurulmamışlardı. İlim ve faziletleriyle temayüz eden alimler çıkar, halk onlara rağbet gösterir, böylece kendiliğinden bir ekol, yol-yöntem (mezhep) tesis edilmiş olurdu. Abbasi yönetimi tabii ki bundan rahatsızdı. Onlar “Halk-ı Kur’an” meselesine sarılmakla, Kur’an’ın hükümlerini zamana -bugünkü tarihselcilerin yaptığı gibi- bağlayıp kendi buyruk, politika ve tatbikatlarını da Kur’an gibi, zamanın icabı seviyesine çıkarmak istiyorlardı. Abbasi halifeleri “Halk-ı Kur’an” meselesiyle kendi iktidarlarını Kur’an seviyesine çıkarırken, Kur’an’ı kendi süfli iktidarları derekesine düşürüyorlardı. 

Ahmed ibn Hanbel ve bu çizgideki ulema buna karşı direndiler. Ebu Hanife, gayri meşru kabul ettiği devletin her teklifini reddetti, bana “Şu mescidin kapılarını say deseniz, vallahi kabul etmem dedi”. Muhalifeti hayatına mal oldu, vefatından önce “Beni gasıpların gasp etmediği bir toprak parçası bulursanız, oraya defnedin” diye vasiyet etti. İmam Şafii yediği feci dayak sonucu vefat etti, İmam Malik’in işkencede kolu sakat kaldı.

Abbasilerdeki diğer kırılma, bu mübariz-mücahid ulema geleneğinin Ebu Yusuf’un Harun Reşid’in adalet bakanlığı teklifini kabul etmesiyle çatallaştı. Sünni imamlar nezdinde yönetimler meşru değildi. Halifeler ve sultanlar ya ulemanın içtihatlarına yahi ürettikleri hukuka göre amel edecek veya meşruiyetleri her zaman sorgulanacaktı. Bu yüzden yönetimlerden uzak durdular. Ahmed ibn Hanbel, oğlu resmi görev kabul ettiği günden başlamak üzere ölünceye kadar onun evinde yemek yemedi.

Sonunda ulema ile başa çıkamayacağını anlayan Abbasi yönetimi bir yandan Ebu Yusuf gibi zatları iktidara bağlarken, öte yandan içtihat kapısının kapandığını ilan ettiler. Hem mezhep kurucu imamlara zulmediyorlardı hem de artık onların üstünde mutlak müctehid gelmeyeceğini etrafa yayıyorlardı ki, ogün bugün içtihat kapısı kapalı bulunmakta ama iktidarlar her türlü kararı almakta ve tatbik etmektedirler.

Selçukluların yol açtığı iki büyük kırılmadan biri, yönetimin militaristleşmesi, diğeri bilgi üretme ve bilgiyi aktarma tekelini sivil ulemanın elinden alıp Nizamiye medreseleriyle devletin resmi kurumları haline getirmeleri oldu. Türklerin sisteme girmesi, halkı karşısında zayıf düşen Bağdat halifesinin asker ithal edip kendini koruması düşüncesinin sonucudur. 1258’e kadar halifeyi Türk askerleri halka karşı korurken, bundan sonra Selçukluların tam hakimiyet kurmasıyla rejimin kendisi askerileşti ve İslam tarihinde görülmemiş düzeyde bir devlet fetişizmi baş gösterdi. Devlet artık tanrının gölgesi olmaktan çıktı adeta tanrılaştı, tanrılaştırıldı.

Nizamiye medreseleri ise bambaşka bir felaketti. O güne kadar sivil alanda her biri kendi semasında tek yıldız olan sayısız alim (fakih, kelamcı, filozof, arif-sufi, muhaddis, müfessir, entelektüel) yetişirken, medreselerden sonra artık bilgi devletin denetimine geçti. Alp Arslan, Nizamülmülk-Gazali ortak projesi olan medreselere fazla tahsisat ayrıldığını söyleyince, Nizamülmülk şöyle diyordu: “Bu medreselerde senin akiden (akidetüke:inancın), senin görüşün (re’yüke: iktidarın) okutulmaktadır.”

Osmanlı’daki kırılmaya şöyle özetlemek mümkün:

Fatih, İstanbul’u fethettiğinde dört ana damardan beslendi. Bunlardan biri Hint Moğol devlet geleneğiydi. Hint Moğol devlet geleneğinin özü “Din ü devlet”tir. Bu formülde din ve devlet biri diğerine muhtaç iki eşit entitedir. Buna göre devletin kurucu ideolojisi ve devletin meşruiyeti dine dayanır. Devleti ayakta tutan dindir. İran hükümdarı Ardeşir bu ilişkiyi “Adalet mülkün temelidir” şeklinde formüle etmişti. Buna modern tarihte Cabiri dikkat çekti. Bu sözü aslında mülkü ayakta tutmak üzere adaleti araçsallaştırır, Hint Moğol geleneği de dini devlet için araç kılar. Devletin meşruiyeti dine dayanırsa, peki dini kim koruyacak? Tabii ki devlet. Devlet dini korur. Peki din sivil halka bırakılabilir mi? Hayır, bırakılamaz. Bu aynı zamanda Bizans din-devlet ilişkisine  uygun, Patrik Sezar ilişkisinin, Bizantinizm’in Osmanlıya tercümesidir.

Hıristiyanlıkta Hz. İsa’ya atfedilen meşhur bir söz vardır: “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkının Tanrı’ya ver” diye (Matta, 22: 18-21). Eğer bir yerde Tanrı, Sezar’a hakimse orada Katoliklik ve teokrasi vardır. Yani devlet veya cismani iktidar ruhani iktidara bağlıdır. Çünkü papanın elinde iki kılıç vardir. Birini elinde tutar, diğerini Hıristiyanlığı korumak üzere krala/imparatora vermiştir. Yani krala gücü ve erki veren papadır. Kilise “kaya” üzerinde kurulmuştur. Kaya “kifas”tır (Arapça: Keef), Kifas  Hz isa’nın en sevdiği havaris Petrus/Peter’dir. Neron zamanında orada şehit edildiği için Vatikan Kilisesi onun mezarı (kaya) üzerine kurulmuştur.  Dolayısıyla ruhani iktidar cismani iktidarın üzerindedir. Tanrı İsa’da, İsa da Kilise’de bedenlenmiştir. İktidar, imparator veya kral Kilise’ye bağlıdır. Krallar Tanrı’nın serfleridir. 

Ama tam aksi yönde Sezar, tanrıya hakimse orada Bizans modeli söz konsudur. Bizans modelinde Kilise veya Patrik, Sezar’a, yani devlete bağlıdır. Sezar kimse odur, dinine bakılmaz. Müslüman da, Hıristiyan da olabilir. Önemli olan Sezar’ın var olması yani devletin mevcudiyetidir. Devletle Kilise arasındaki kontrat şöyle düzenlenmiştir: Kilise devletin politik alanını te’yid ve tasvip edecektir. Dünyevi işlerinde ve her halükârda ona karışmayacaktır. Niye bu savaşı yaptın, niye çok vergi koydun, adam hapsettin onu sorgulamayacaktır. Buna mukabil Sezar da (yani devlet) Kilisenin din görüşünü savunacak, onun dışında bir dini görüşün ortaya çıkmasına müsaade etmeyecektir. 

Eğer bir yerde devlet ve Tanrı birbirinden ayrılmışsa, orada da Protestanlık ve laiklik vardır. Özetle, Hıristiyan tarihi ve bütün Hıristiyanlık bu cümlenin açılımından ibarettir. 

Fatih bu devlet-kilise ilişkisini referans aldı. Hint Moğol devlet geleneği ve Cengiz töresinden hareketle Örfi hukuk teşekkül etti. Örfi hukuk şeriatın dışında bugünkü manada idare hukukuna tekabul eder. İdare hukuku Şeriatın dışındadır. Buna mukabil Şeriat sivil alanda geçerlidir. Osmanlı sivil alanda Şeriatı tatbik ediyor. Ancak iş idareye geldiği zaman, orada ne Şeriat dinler, ne din, ne iman!  Orada siyaset hükmünü icra ederdi. Peki, siyaset nedir? Katildir (Siyaseten katl). Yerleşik ve geçerli teamül gereği, Osmanlı siyaset yapanı katleder. 

Reel politiğin ideal politiği hükümsüz bıraktığı tipik örneklerden biri Fatih Sultan Mehmet’in “kardeş katli”yle ilgili “ekseri ulema”dan çıkarttığı fetvadır.  Büyüdüklerinde devlete talip olacaklar, birbirlerine düşecekler ve devlet parçalanacak diye şehzadeler sabi iken -hatta kundakta- öldürülmeye başlandı. Kardeş katlinde motivasyon devletin parçalanması ile kargaşa ve iç çatışmaların (fitne) çıkma ihtimali mi, yoksa mülkün/devletin bir hanedanın elinden kaçması mı? Elbette çoğumuz “ilk sebep”tir deyip “umumun menfaati için ferdin menfaati feda edilir” prensibini öne çıkarıp zaten tarihi tatbikatı “katl” olan bugünün siyasetine tercüme edeceğiz!!! Bu fetvayı 21. yüzyılda dahi fakihler vermeye devam edeceklerdir!!!

Tarihimizde reel politik hükmünü asırlarca “örfi hukuk” olarak devam ettirmiştir. Örfi hukuk Şeriatın dışında sultanın koyduğu yasaktır. Tursun bey, örfi hukuka “yasağ-ı sultani” der.Yasağın vaz’edilme sebebi padişahın tahtını, hanedanın mülkünü korumaktır. Şeriat’ın açık hükümlerine aykırı bu yasak keyfi iktidarın ta kendisidir. Uzun zamandır Şeriat’ı hukuk olarak algılamıyor ve hukuk ihlallerini Şeriat’la ilişkilendiremiyoruz. Oysa Şeriat demek hukuk demektir. Şeriat kaynağı ve onu vaz’edeni itibariyle aşkındır, yöneten ve yönetilenlerin üstündedir, bugün insanların “hukukun üstünlüğü” dediği şeyin ta kendisidir. Şeriat’ı Allah vaz’eder. Allah el Kadir ise hiçbir iktidar mutlak olamaz. Bütün iktidarlar izafidir. Mutlak kudret Allah’a aittir. O el Alim’dir, mutlak bilgi Allah’a aittir, O Malikü’l mülktür, mutlak servet Allah’a aittir. Ama mutlaklığı O’ndan alıp iktidarı temellük ettiği zaman iktidar mülk olur. 

Tarihi tecrübemize siyaseten katl damgasını vurmuşsa, gayet tabii siyasetin Şeriat’ın maksadına uygun yani ideal politiği “Allah’ın muradına ve halkın iradesine dayalı” olması mümkün değildi. Hanedan siyaseti devleti kişiye ve aileye mülk saymıştır, hanedan ve sultan mülkünü korumak için her şeyi yapar, hedefi kahr-ı galebedir ve hiçbir zaman bir kanun mevzuatı icabı veya başkalarının talebiyle tahtını terketmez. İslam’ın ilk dönemlerinden bu yana yönetici kayd-ı hayat şartıyla başa gelir ve bir daha gitmeyi aklından geçirmez. Ortadoğu’nun liderleri hayat boyu yönetirler. Batı tecrübesi ne kadar başarılı olursa olsun, birkaç dönem sonra yönetimin başkasına devrini öngörür ki, bu genel siyasete Batının kazandırdığı önemli bir değerdir. En iyi işleyeni de Amerika’da geçerli olan iki dönem sistemidir.

Fatih’in geçmişten devraldığı diğer miras “kılıç hakkı”dır. Güç kılıçta temerküz etmiştir. Bu kurala göre kim kılıcı elinde bulunduruyorsa yönetme hakkı onundur. Kılıç kimin elindeyse sultan odur!  Çünkü Osmanlılarda yönetim ve devlet hanedana mülktür: Memâlik-i Osman.

Osmanlı’da bürokrasi padişaha kuldur. Bilindiği üzere askeri ve sivil bürokratlar Enderun’da yetiştirildi. Genel olarak sivil ve askeri bürokratlar Türk veya Müslüman olmaz, Anadolu’dan seçilmezdi. Enderun’da yetiştirilmek üzere daha çocuk iken Balkanlardan Hıristiyan ailelerden devşirilirdi. Neden devşirme? Çünkü bunların Müslümanlıkla herhangi bağları yoktu. Ne dinleri aynı, ne dilleri, ne örf ve adetleri birdi! Kimseyle akraba değillerdi. Toplumla hiçbir duygusal bağları bulunmuyordu. Osmanlı bürokratı Hırvatlardan, Slavlardan, Macaristan’dan, Arnavutlardan almıştır, getirip büyütmüştür. Devşirmenin yegane güvencesi, koruyucusu padişahtır. O padişaha kuldur. Padişaha bir şey olacak olsa hayatı söner. Padişaha ihanet edecek olursa kellesi gider, malı mülkü müsadere edilir. Derin bir idari kriz baş gösterdiğinde padişah suçu Sadrazam’a yükler, kellesini alır ortalığı yatıştırırdı. Tabii ki hayli dirayetli bürokratlar, sadrazamlar da olurdu. Nizamülmülk nasıl Selçuklu’yu büyük imparatorluk haline getirmişse, Sokullu da Osmanlı’yı adeta bir baştan dizayn etme başarısını göstermişti. İkisi de Türk değildi, biri Fars diğeri Boşnak veya Sırp kökenliydi.

Osmanlı bürokrasi zihniyeti, Türkiye bürokrasisine de miras olarak geçecek, halka rağmen, halka yabancı bürokrasinin arka fonunu besleyecektir. Bizde Max Weber’in dediğinin yani aklın yönetimi olan bürokrasinin dışında, devleti merkeze alan bir zihniyete sahip olmasının sebebi budur. Weber’e göre bürokrasi aklın organize edilmesidir. İşler en az maliyetli ve en akli yöntemle yürütülür. İslam ülkelerinin tümünde bürokrasi akli/rasyonel değil, devletin (otokratın, kralın, diktatörün) hizmetinde iş görmektedir. 

Bürokrasi devleti mülk bilen yönetici cemaatin hizmetinde ise, sivil gruplar-cemaat ve tarikatlar da (mütedeyyin veya laik/seküler STK’lar) bu mülkü -içine sızarak veya darbe teşebbüslerine karışarak- ele geçirmek veya mülk sahibinin hizmetinde bürokrat olmak üzere birbirleriyle yarışırlar. Resmi ulemanın rolünü oynamak üzere yanıp tutuşan muhafazakar-dindar, solcu-sosyalist veya liberal laik aydınlar da aynı resmi cemaate hizmet etme yarışı içindedirler. Yıllarca radikal gözüken İslamcı dernekler ve vakıflar da bir bakmışsınız hemencecik devletin koruyucu kanatları altına girmişlerdir. Devletin kendisi bir cemaat gibi misyon üstlendiğinden, her bir cemaat veya aydınlar grubu ya onunla işbirliğine dayalı ittifak kurar veya yerine geçmek ister.

Fatih’in yol açtığı diğer kırılmalardan biri de sivil vakıfları kısa zamanda etkisizleşitirip yerlerine devlete bağlı, devlet destekli vakıfları ikame etmesi oldu ki, bu hem fetvaların sivil karakterine hem bilgi üretimi ve toplumun Kitabi İslam üzere eğitim sürecine ağır zararları olmuştur. Ana gelir kaynağı fetihlerle elde edilen ganimet olduğundan hanedana yakın kimseler, aldıkları yüksek payları (kara parayı) aklamak üzere gayrısahih vakıflar yoluyla camiler, çeşmeler vs. yapılar inşa etmişlerdir ki, mesela kimse çıkıp da “Yahu, şu Mihrimah Sultan (Kanuni’nin kızı) hangi işte çalıştı da bunca parayı kazandı, biri Üsküdar’da diğeri Edirnekapı’da iki camii yaptırdı?” diye sormadı. Hem reaye yoksulluk içindeyken, beş vakit namaz ibadetini eda etmek için katedral veya Ayasofya rakibi selatin camiileri yapmak ne kadar Resülullah’ın mescidine uygun!

Tarihimizde sürüp giden Ümmi İslam ile Kitabi İslam arasındaki gerilim, sivil hayatın zayıflaması sonucu çoğu zaman Ümmi İslam’ın, Horasan merkezli mitolojik ve mistik tasavvuf akımlarının, hurafeci kassasların toplum üzerinde yıkıcı etkiler yapmalarına sebep olmuştur. Kitabi İslam (İlmiye) iktidarın kontrolüne geçince sivil alan da merkezi otorite karşısında zaafa uğramıştır ki, son büyük darbeyi Tanzimat ve Cumhuriyet idareleri indirecektir. Yavuz Sultan Selim’in biri dünyevi, diğeri dini iki iradesi vardı. Dünyevi iradesini devşirme kökenli Sadrazam, dini iradesini Şeyhülislam temsil ederdi. Kendisi gibi muhteris Şah İsmail ile onbinlerce müslümanın ölmesine, yüzbinlerce çocuğun yetim, kadının dul kalmasına sebep olan savaş “Bir cihan iki padişaha dar gelir, ya Yavuz ya İsmail” mefkuresiydi, buna da sağcı muhafazakar kesim “Cihan hakimiyeti mefkuresi” der.

Emevi ve Abbasi yükselişinin temelinde devletin çok az müdahalesine maruz kalan tüccar zümrelerin sivil ulemayı, fikri hayatı finanse etmeleri yatmaktadır. Ne zamanki iktidar ekonomi, ticaret, fikir hayatı, eğitim ve sanat üzerinde hegemonya kurmaya başladıysa, bütün bu alanlarda gerileme başladı. Söz konusu gerileme bugüne kadar sürmektedir.

Emevilerden Osmanlı’ya ve günümüze gelen tarihi tecrübemizde belli başlı kırılmaları şöyle sıralayabiliriz:

  • Emevilerle başlayan saltanat yönetimi, yönetimin kutsallaştırılması ve kaderci inanışlar 
  • Abbasilerle başlayan resmi mezhep/din görüşü; içtihat kapısının kapatılmak istenmesi ve resmi ulema geleneğinin başlaması. Zaman içinde “güvenlik ve istikrarın, adalet ilkesinin geçmesi ve fıkıh kitaplarında yer alan “ta’zir”in yöneticiye ve devlete aşırı yetkiler ve cezalar ihdas etme imkanını vermesi bununla ilgilidir  
  • Selçuklularda somutlaşan yönetimin militaristleştirilmesi ve eğitimin devletin denetimine geçmesi 
  • Osmanlılarda kurumsallaşan Örfi Hukuk-Şer’i Hukuk ikiliği ile “Devlet ebed müddet” adına “hikmet-i hükümet”in tolere edilmesi. Süleyman Demirel “Devlet bazen rutinin dışına çıkar” demişti. 
  • Tanzimat ve Cumhuriyetle, müslüman dünyanın alem tasavvuru, dünya görüşü, tarihi tecrübesiyle ilişkisi olmayan yanlış Batılı normlar-kurallar mecmuası ile kurumların devlet eliyle topluma dayatılması. Batı dünyasının yaşadığı tecrübede ma’ruf ve münker iç içedir. Tanzimat’tan bu yana bizi Batı tecrübesiyle temasa geçiren şairler ve sanatçılar olduğundan, bu tecrübe bizde aşk ve nefret ilişkisi içinde tezahür etti. Bu çerçevede Batının demokratik, çoğulcu, kuvvetler ayrılığına ve hukukun üstünlüğüne dayalı tecrübesi yerine Üçüncü Fransa Cumhuriyeti’nden başlayarak Batının otoriter, faşist-komünist, totaliter veya otokrat modellerinin örnek alınması müslüman dünyanın maruz kaldığı belli başlı kırılmalar arasında yer alır. 

Tabii ki tarihimiz büsbütün kötü değildir; siyasi ve askeri boyutu bize böylesi bir tablo çizmemize imkan verir. Düşünce, sanat, edebiyat, medeniyet, şehircilik, hukuk, sivil eğitim, aile ve genel anlamda sosyal beşeri hayat harikulade İslami örneklerle doludur.

Diğer toplumların tarihinde olduğu gibi bizim tarihimizde iyiler ve kötüler (takva sahipleri ve facirler) olmuştur ve aralarında bitmez tükenmez mücadeleler vuku bulmuştur, bundan sonra da olacaktır. İslam tarihinde teşekkül eden itikadi ve kelami mezheplerin neredeyse tamamının siyasi amaçlı olması boşuna değildir. İtikadi/kelami veya fıkhi olanlar, ister sahih ister bâtıl zeminde teşekkül etmiş olsun, tarihi mezheplerin tamamını iki ana kategoride toplamak mümkün: Biri adalet arayanların mezhebi (adilûn-kasitûn); diğeri zulmedenlerin mezhebi (zalimûn-ğadirûn)! 

İki mezhep: Adilûn ve zalimûn!

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com