ANALİZ
Giriş Tarihi : 19-01-2024 22:22

Ali Bulaç Yazdı: Reel politiğimiz ne durumda?

Batı’da ne oldu, ne bitti onu doğru kaynaklardan bilip öğrenmek icap eder. Bizim en tipik Batılı örneğimiz Mustafa Kemal’dir. Batı’yı sevmez ama Batıcıdır. Batılılaşmayı reformlarla, başka bir deyişle devlet aygıtının kontrol ettiği taşıyıcı ve emredici araçlarla bir algı ve yaşama tarzı olarak kullanmıştır, Türkiye’nin ayağa kalkmasının yolunu orada görmüştür. Buna da “Halka rağmen halk için”…

Ali Bulaç Yazdı: Reel politiğimiz ne durumda?

İslam dünyasının geneline baktığımızda -hiçbir ülkeyi istisna etmeksizin- şu hazin manzarayla karşılaşıyoruz: İslam diyarında siyasi ve idari istibdat/otoriter rejimler hükmünü sürdürmektedir. Hukukun üstünlüğü, serbest muhalefet, ifade özgürlüğü ve kuvvetler ayrılığı ilkeleri sadece söylemde veya kağıt üzerinde duruyorlar. 

Ekonomik olarak petrol üreticisi ülkeler (bunlar da Körfezdekiler BAE ve Suudi Arabistan’dır) hariç ülkelerin tamamı ciddi ekonomik kriz içindedirler; yöneticiler eldeki kaynakları verimsiz alanlarda harcıyorlar; gelir bölüşümünde muazzam eşitsizlik söz konusu; dışa bağımlıdırlar; üretime dayalı olmayan plan ve programlarla günü kurtarmaya çalışıyorlar. 

Sosyal olarak toplumlar çatışma sarmalına girmiş bulunuyorlar: Hem toplumun içinde, hem ülkeler arasında din, mezhep, etnik çatışmalar can acıtıyor. Vekalet savaşları elini ateşe atmak istemeyenlerin kullanışlı maşaları. Müslümanlar birbirini kuralsız ve gaddarca öldürüyorlar, konuşmasını, müzakere etmesini ve bir konuda ittifak etmesini beceremiyorlar. Küçücük bir İsrail, 1,5 milyar müslümanın gözü önünde yüzde 70’i kadın ve çocuk olmak üzere on binlerce Filistinliyi katlediyor. Anlı şanlı –aslında palavracı ve Kudüs istismarcısı- müslüman ülke liderleri dururken, Güney Afrika, İsrail’i Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Filistinlilere soykırım işleme suçuyla şikayet edip dava açıyor (Ocak-2024). 

Küresel güçlere göre İslam dünyası entegre olmayan boşluktur ve ancak birbiriyle uzun zaman çatıştırılıp da yorgun ve bitkin düştükten sonra kendisine empoze edilen değişim programlarını kabullenmek zorunda kalacaktır. Müslümanların birbirleriyle çatışması, “yaratıcı kaos” adı verilen, doktrin çerçevesinde sürüp gitmektedir. Sistemden nemalanlara göre: “Ortada ciddi sorun yok, Batılılar ve küresel güçler içimizi karıştırıyor, işlerin yolunda gitmesine mani olan bir ‘üst akıl’ var.” 

Kültür, felsefe, eğitim, hukuk, idare, edebiyat, şehircilik, sanat ve bilimde Müslümanlar dünyaya hiçbir katkıda bulunmuyorlar. Aksine arsızca dış dünyanın taklitçisi ve tüketicisi olmakla övünüyorlar, taklidi dahi doğru dürüst beceremiyorlar. Laik, milliyetçi, sosyalist veya muhafazakar dinbazların iktidar olduğu her yerde statüko değişmiyor, iktidar ve devlet aygıtı sadece el değiştiriyor.

19. yüzyıldan beri İslamcılar Batı ve modernite ile olan yüzleşmelerini, hesaplaşmalarını bitirmiş değiller; bu ilişki ve temas hala bir türlü tatminkâr bir çerçeveye oturmuş sayılmaz.

Modern döneme gelip de Batı karşısında ağır yenilgiler almaya başladığımızda, çoktan kökleriyle irtibatını kesmiş Saray ve sonra Cumhuriyetçiler çıkış yolunu Avrupalılaşma, Batılılaşma ve modernleşmede buldu. Anlaşılan şuydu ki, sistemimiz işlemiyordu. Kurumlar ve kuruluşlar köhnemiş, fonksiyonlarını kaybetmişti. Reform yapmamız gerektiğine karar verince karşımıza “asrileşme” çıktı. “Asrileşme” ile “muasırlaşma” arasında ince bir çizgi var. Osmanlı ve Cumhuriyet aydınları bu çizgiyi farkedemediler. Asrileşmek demek Avrupalılaşmak; Avrupalılaşma demek Batılılaşmak; Batışlılaşmak demek, Fransızlaşmak; Fransızlaşmak demek, üçüncü Fransız cumhuriyetini model almak şeklinde anlaşıldı. Bu batılı tecrübenin en kötüsü ve en zalimane modeliydi. Kemalist-Türk modernleşmesi bu zeminde formüle edildi. Kemalizm bir fikir, bir doktrin, entelektüel bir derinlik değil, Batının olduğu gibi ithal ve hatta iktibas edilmesine dayalı bir modernleştirme projesidir.

Hiç kuşkusuz Batı büyük bir beşeri tecrübedir; nasıl Batı bizden ve diğer Batı-dışı toplumların bilim ve düşünce mirasından istifade ettiyse, biz de Batının tecrübesinden istifade etmeliydik. “Tearuf ve Muarefe” bunu gerektirir. Fakat biz Tanzimat’la Batı ile temasa geçerken kötü bir seçim yaptık, bizi Batı ile şairler, edebiyatçılar, hikayeciler, tiyatrocular ve romancılar temasa geçirdi. Bu bizim talihsizliğimiz oldu. 

Halbuki Abbasiler Yunan, Mısır, Babil, Hint, İran gibi havzalarla temas kurduklarında felsefe ve bilimleri tercüme ettiriyorlardı. Hatta tercümanlara “Yunan şiiri, tiyatrosu, sanatını tercüme etmeyin” diye tembihte bulunuyorlardı. Çünkü bunlar hayranlık uyandırır, Abbasilere lazım olan Yunan felsefesi ve bilimiydi. Bizde ise romancılar, tiyatrocular ve şairler Batıyı tanıttıklarından, Batı hayranlık halesine döndü. Yüzümüzü kendisine çevirdiğimiz dünyaya hem hayranlık duyuyoruz hem de ona karşı nefret içindeyiz. 

Batının felsefesini, Aydınlanmayı doğru dürüst analiz edip de kritik eden çıkmadı. Ne St. Augustion’u, ne St. Thomas’yı, ne Descartes’ı veya Kant’, ne Hegel’i veya Marx’ı doğru dürüst bilinemiz olmadı. Rusya’dan, Çin’den Marxizm’e katkı sağlayanlar çıktı, Türk solcuları kötü kopyacılar olarak dünya Marxist literatür içinde yer almadılar. Türk solu Kemalizmin rahmi içinde vücud bulduğunda dine husumeti ve pozitivizmi hareket noktası seçti. 

Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir bir nebze değişik teşebbüslerde bulundularsa da, ana akım sol onlara iltifat etmedi; Batı tecrübesinin burjuva, liberal mirasını sanatçılar tanıttığı gibi, Türkiye’ye Marxizm’i tanıtmak bir şair olan Nazım Hikmet’e kaldı.

Karakteristik tabiatıyla şair duygu adamıdır, fikir sahibi sayılmaz; kendi duygu/vehim dünyasında kanat çırpıp durur da muhataplarının duygularına, heyecanlarına cezbedici sözler söyler. Modern dünyanın münkerlerine karşı direnmek ve üzerindeki ölü toprağı serpip yeniden dirilmek üzere ortaya çıkan İslamcılığın bir şanssızlığı, Batıyı hayranlık halesi içinde bize sunan Batıcı ve Sol aydınlara, İslamcı kanattan yine şairler, hikayeciler, deneme yazarları ve polemikçiler üzerinden cevap vermeye kalkışması oldu. 

Bunların önemli bir kısmı kelami ve fıkhi muhtevasıyla İslamcı olmayıp aslında dine referans veren sağcı muhafazakar milliyetçiler idi. Kısaca hem Batıcıların hem tepkici İslamcıların kanatları aşk ve nefret çizgisinde buluştu. 

Yakın dönemin fikir hayatı şiirinin önünde olan iki zat göstermek mümkün: Mehmet Akif ve Muhammed İkbal.

Hayranlık da, nefret de sağlıklı temas sağlamaz. Hala maalesef İslami hareketi şairler, edebiyatçılar, hikayeciler, polemikçiler, deneme yazarları yürütmeye devam ediyor. Şiir, hikaye, deneme sağlam bir kelami-felsefi zemin üzerine oturursa yararlı olur. Genel çerçevede Kur’an, tefsir, hadis, kelam, fıkıh, usul bilmeyen şair toplumunu manipüle eder. Edebi eserlerde din bir retoriğe, bir duyguya, bir heyecana döner. Böyle bir dinin fikri-bilgi (ilim) temeli yoktur; cemaat ve tarikatların tamamı retoriği ve duyguyu aşabilmiş değil, esasında ötesine de geçmek istemiyorlar.

Önemli beşeri bir tecrübe olan Batı ve modernite karşısında ne radikal retçi (entegrust/gelenekçi), ne radikal teslimiyetçi/modernist tutum bizi doğru temasa geçirmez. Doğrusu müteal olanı esas alarak Batı ve bütün dünya kültürleriyle temasa geçmeye çalışmaktır. Aşkın (Müteal), öte (Uhrevi) ve içkin (Bâtın) boyutu olmayan hiçbir kültür, ona meydan okuyan kültürü aşamaz. 

Batı’da ne oldu, ne bitti onu doğru kaynaklardan bilip öğrenmek icap eder. Bizim en tipik Batılı örneğimiz Mustafa Kemal’dir. Batı’yı sevmez ama Batıcıdır. Batılılaşmayı reformlarla, başka bir deyişle devlet aygıtının kontrol ettiği taşıyıcı ve emredici araçlarla bir algı ve yaşama tarzı olarak kullanmıştır,  Türkiye’nin ayağa kalkmasının yolunu orada görmüştür. Buna da “Halka rağmen halk için” denmiştir. Cumhuriyet’in empoze ettiği algı evreninde bir yandan Batıdan nefret ediyoruz, bir yandan da ona hayranlık duyuyoruz. Futbol maçlarında bile bunu müşahede etmek mümkün. Galatasaray, bir maçta Fransa’ya bir gol atacak olsa “Avrupa duy bizi” diye bağırıyoruz. Bunun sağlıklı bir ruh hali olmadığı açık, bundan sağlıklı bir tefekkür de çıkmaz.

Bizim modernleşme projemizin ikinci zaafı ise “din-dışı” tasarlanmasıdır. “Din dışı” karakteri, onun laik ve seküler olmasını zorunlu kıldı. Buna karar veren Osmanlı’da Padişah/Saray ve Cumhuriyet döneminde  “Kurucu Kadro” olduğu için aynı zamanda otoriter ve antidemokratiktir. Bu vasfı, karar ve icraatlarda sivil müzakereye yer vermez; karar süreçleri ve karar mekanizmaları üzerinde sivil alanın söz ve yetki sahibi olmasını istemez.

“Aşmacı” yeni bir modelle modernite ve modernleşme konusunda İslamcılar büyük bir umuttu, hala da umut olma vasıflarını korumaya devam ediyorlar. Gelinen noktada oluşturulan algıya göre, iktidar oldukları her yerde İslamcılar kötü bir sınav verdiler. Öyle kötü tecrübeler yaşandı ki bazı İslamcılar da İslam’a olan güvenlerini kaybedip peşpeşe “İslamcılıktan istifa ettiklerini”, bazıları da İslam’dan çıktıklarını deklare etmeye başladılar.

Sorular şunlar: 

  • Nasıl oldu da işe İslamcı olarak başlayanlar bugün, ideolojilerinden, iddia ve davalarından kolayca vazgeçmiş bulunuyorlar? 
  • Muhalif pozisyonlarda iken, her neye muhalefet ediyorlar idiyseler, iktidara gelince nasıl onun baş savunucuları ve icracıları oldular?  Bütün mücadelenin gelip dayanacağı nokta bu muydu? 
  • Tabii ki şu soru da önemli: İslam ve İslamcılıktan önce herşey iyi miydi ve bugün İslamcılığın dışında her şey güllük gülistanlık mı? Kimler kötü sınav vermedi ki? 

Öyle de olsa, biz kusurun azamisini kendimizde aramakla yükümlüyüz. Yol göstermek durumunda olan Müslüman fikir adamları, alimler, okur yazar zümrelerin verdikleri kötü sınav hafife alınamaz. Yeni bir siyaset felsefesi üretemediler. Müslümanların tarihi tecrübesini aşan, Batıyı tek referans olmaktan çıkaran kelami, fıkhi bir siyasi içtihat yapamadılar. Bu cehdi ne Müslüman alimler yapabildi, ne Müslüman entelektüeller. İslamcı entelektüeller ve hocalar-fakih alimler verili iktidara memur oldular ve bununla da yetindiler. 

İkinci kötü sınav veren cemaat ve tarikatlar oldu. Toplumu ıslah eden ve ahlaki olarak takviye eden misyonlarını devam ettirmeyi bir kenara bırakıp yerel ve merkezi kamu kaynaklarına yöneldiler. STK (sivil toplum kuruluşu) olma potansiyelleri var iken, SDK (sivil devlet kuruluşu) oldular. Sadakatlerini topluma değil devlete yaptılar. Birbirleriyle çatıştılar, sonunda misyonlarına, motivasyonlarına hatta meşruiyetlerine gölge düşürdüler. Bir cemaat sözcüsünün, “Bizi devlete dahil edin, devletleştirin” dediğini hatırlayalım. Devlette mevzi kazanma veya devleti bir cemaat olarak ele geçirme tutkuları onları sonunda darbeci yaptı. Birbirleriyle olan sorunlarını topluma, müslümanın temiz vicdanına değil, devlete şikayet etmeye başladılar, kendi aralarındaki kelami veya fıkhi ihtilaf konusunda karar vermek üzere devleti (DİB) müdahale etmeye çağırıyorlar. Belli ki biri devlette tam inisiyatif sahibi olsa, diğerlerine hayat hakkı tanımayacak. Hepsinin gönlünde yatan aslan, geçmişte Osmanlı’da olduğu gibi devletin üç sac ayağından biri sayılmak, yani “mülkiye” ve “seyfiye” yanında “ilmiye zümresi”nden olmaktır. 

Siyasi alanda çalışan Müslümanlar ise muazzam bir kitleyi motive ettiler ve siyasileştirdiler. Fakat merkez sağ-merkez sol siyasetlerini tekrar etmekten başka bir şey yapmadılar. Yani verili iktidarı olduğu gibi kullandılar. İlk baskısı 1995’te yapılan “Modern Ulus Devlet”  (4. Baskı, Çıra yayınları-İstanbul) adlı kitabımda savunduğum fikir şuydu; 

“…bu eğri bir cetveldir, modern iktidar ya da modern ulus devleti Hz Ömer’in, İmam Cafer’in eline verin, bundan düz çizgi çıkmaz, eğri çizgi çıkar.” 

Şimdiler da Hallak söylüyor da kitabı okuyanlar “Vay be, böyle mi imiş?” diye birbirlerine şaşkınca soruyorlar. (Bkz. Wael Hallaq, /2022), İmkansız Devlet: Modern Çağda Bir İslam Devleti Neden Mümkün Değildir? Çev. Aziz Hikmet, İstanbul: Babil Kitap.) 

Alternatif cetvel tasarlamak lazım ve bu da mümkün. “Nasıl bir iktidar?” sorusunun cevabını araştırıp bulmak, İslamcı entelektüellerin, Müslüman alimlerin, kanaat önderlerinin işiydi. Görevlerini yerine getirmediler ve savruldular. Savrulmaya bir örnek vermek gerekirse, tarihselcilik en büyük savrulmalardan biridir. Referans çerçevesini ve tarihsel tecrübeyi işlevsiz kıldığınızda elinizde, modern ulus devleti kemalistler gibi tekrar etmekten başka bir şey kalmaz; bu ise küresel düzeyde siyasetin yeni arayışlara girdiği bir dönemde iki yüz sene öncesine dönmektir.

Felsefi/kelami düzeyde ise ortaya çıkacak olan ve zaten çıkmakta olan deizmden ve dinden istifa etmekten başka şey değildir.

dinvesiyaset.com

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com