ANALİZ
Giriş Tarihi : 08-02-2024 20:55

Ali Bulaç Yazdı: Osmanlı Türk Modernleşmesi

Ali Bulaç Yazdı: Osmanlı Türk Modernleşmesi

Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da “Osmanlı Türk Modernleşmesi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Osmanlı/Türk modernleşmesinin üç parametresini; “devletin tercihi”, “din-dışı” formüle edilmesi ve “Batılılaşma” olarak tanımlamak mümkündür. Modernleşmeyi Tunus hariç diğer İslam ülkeleri “din dışı ve Batılılaşma”yı emredici bir politika konumuna çıkartmadan yumuşak yöntemlerle benimsediler. Bunda toplumsal alışkanlıkların ve geleneğin göstereceği tepkiyi, II. Abdülhamit yöntemiyle bertaraf etmeyi daha “akılcı” bulmaları önemli rol oynadı. 

21. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar genellikle Abdulhamit modeli takip edilirken, son zamanlarda açıktan Mustafa Kemal’in modelini benimseyen Suudi Arabistan Prensi Muhammed bin Selman, yöntem değiştirdiğini ilan edip, toplumsal hassasiyetleri ayakta tutan Selefi/Vehhabi ulemayı etkili konumlardan tasfiye etme yolunu tuttu. (1)  

Müslüman toplumun, “modernlik” ve modernlikle ilgili “gelişme ve kalkınma programları”na kuşku ile bakmasının gerisinde yatan önemli sebeplerden biri “din dışı”lığın manevi meşruiyetten yoksunluğu ile “küfre/Ehl-i Kitab’a benzeme” yasağının (Ebu Davut, Libas, IV,4031) doğurduğu tedirginliktir. Çünkü II. Mahmut ve Mustafa Kemal’in modernleşme projeleri şekil üzerinde yoğunlaşıyordu. Şekil/form değişirse, muhtevanın da değişebileceğine inanıyorlardı. 

Tabii ki  alışkanlıkların bir anda değişmesi kolay değildi, bu radikal reformları uygulayanlar açısından da öyleydi. Nitekim Mustafa Kemal, Türk Sanat Müziği’ni kamusal alanlarda, okullarda, radyoda yasaklarken (1934-1936), kendisi akşamları Safiye Ayla’ya çok sevdiği şarkıları söyletiyordu. Hayata da Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’nda gözlerini yumdu. Bale ve Opera hayranı olan II. Abdülhamit ise tersine, sarayda Batılı sanatçılara tiyatro ve bale gösterileri yaptırıp zevkle seyrederken kamusal alanda muhafazakar, hatta pek tutucu bir profil sergiliyordu. Yıldız Sarayı’nda ilk kalıcı opera binasını yaptırmıştı. Abdülhamit kamusal alanda muhafazakar, özel hayatında Batıcı iken, Mustafa Kemal, aksine özel hayatında Doğulu ve muhafazakar, kamusal hayatında Batıcı ve modern idi.

Fakat elbette daha derinlerde yatan başka bir sebep de vardı ki, bu da iktidar seçkinleri tarafından empoze edilen modernliğin bizzat temel felsefi varsayımlarının, Müslüman dünyanın varlık tasavvuru, hayat tecrübesi, insan anlayışı ve kültürel kodlarıyla uyuşmaz karakteridir. Bu çerçevede Aydınlanma’nın ürünü olan modernliğin üç sac ayağına dayandığını söylemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Bunlar da; a) Bireycilik; b) Sekülerleşme ve c) Ulus Devlet’tir.

Modern dünyayı mümkün kılan bu üç parametre de kadim kutsal gelenekler, semavi dinler ve İslami bakış açısından sorunludur. Dinler insana Allah’a kulluk yapmanın yol ve yöntemlerini öğretir ve Allah’ın iradesine teslim olmaya çağırırken, “bireycilik” mutlakıyetçi idarenin sembolü kralı/efendiyi reddettiği gibi, insanın üstündeki her türlü otoriteyi ve elbette Tanrı’nın tabiata, tarihe ve hayata müdahalesini de reddediyordu. Bireycilik, basit ve arzulanır manada ‘izzetli kişilik (şahsiyet)’ sahibi olmak, duyguların esaretine karşı aklı kullanmak ve kendinden sorumlu olmayı öğrenmek değildir; bunu her Müslüman kendine asli hedef sayar. “Birey” olmak, Allah karşısında özerk ve bağımsız olmaktır ki, Müslümanlar bunu inançlarıyla telif etmenin yolunu bulamadılar. Bulamazlardı, çünkü birey, tarih sahnesine “Ne Tanrı, ne efendi” sloganıyla giriş yapmıştı.

Bu açıdan rahmetli Hasan Hanefi’nin “Teolojinin yerine antropoloji”yi ikame eden, yani “Allah merkezli alem tasavvuru” yerine “insan merkezli dünya görüşü” ikame etme teşebbüsünün bizim dünyamızda karşılığı olmayacaktır. (2) 

Alem tasavvuru ucu açık dine, dünya görüşü kapalı daire sekülerliğe aittir. “Sekülerleşme”yi yalın manada ‘laiklik’ olarak anladığımızda, hiç kuşkusuz herkesin din ve vicdan özgürlüğü korunmalıdır. Kamusal hayat, devlet ve idare nizamî din adamları ve onların kurumlaşmış örgütü kilisenin denetimde olmamalıdır. Herkesin din ve vicdan özgürlüğü korunmalı, kimsenin dini hayatı üzerinde baskı olmamalıdır. Yani Batılı tecrübede vuku bulduğu üzere mutlakiyetçi idareye karşı demokrasi, teokrasiye karşı laiklik anlamlıdır. Müslümanların bu konuda itirazları yoktur; İslam tarihi bunun teyidinden ibarettir. 

Ama aydınlanma ile kendini empoze eden sekülerlik; bireyin zihni ve beşeri hayatından, toplumsal ilişkilerin ve kurumların tümünden dinin arındırılması; varlığın kutsaldan boşaltılması ve her şeyin ‘şimdi ve buraya ait’ kılınıp müteâl/aşkın, batın-iç ve öte-ahiret fikrinin reddedilmesidir. Batı’daki gibi kilise benzeri bir kurumu ve ruhban benzeri bir din adamları sınıfı bulunmadığı İslam toplumunda laiklik, halkın sosyal ve ekonomik refahının arttırılmasını, hayata katılımını engelleyen ideolojik bir formasyon olarak fonksiyon görmektedir. Bunu özellikle bu formasyonda sabitleştirmek isteyen iktidar seçkinleri, halkın –eğer mümkünse böyle yol- modernleşme sürecine kendi rengini katmaya ve milli gelirden daha çok pay almaya başlaması, merkezdeki çekirdeğin imtiyazlarını tehdit etmektedir. 

Türkiye’de 1929’dan beri uygulanan  “devletçilik” ilkesi, halktan kaynak toplanmasını, toplanan kaynağın belli bir zenginler zümresine transfer edilmesini öngörür.  Kaynağı toplayan ve dağıtan devlet olduğundan, bürokrasi ve bürokrasiyi denetleyen siyasetçiler, yöneticiler büyük bir güce ve otoriteye sahiptirler. Kamusal politikaları kontrol eden geleneksel modernleştirici zümrelere göre halkın veya merkez-kaç güçlerin zengin olması, bildik yöntemlerle modernleşmesi hem sahip oldukları imtiyaz ve avantajlarını zayıflatır, hem kendine özgü yaşama biçimini geliştirme imkanını verir. 28 Şubat darbesini motive eden Kemalist kaygı buydu. 

2000’lerden sonra merkezin mali ve bürokratik imkanlarına sahip olan merkez-kaç güçlerin, kendilerine özgü bir kültür ve yaşama biçimlerinin olmadığı ortaya çıktı. Onlar dindar-muhafazakar kitlelerdi ama din onlar için mali ve bürokratik merkezin ele geçirilmesinde merkez sağ ve merkez sol güçlere karşı başvurdukları etkili bir araçtı ve halen de öyledir. Onlar da göçün siyasetinin ve iktidarın ürünü olduklarından kent bedevileri olarak modern kültür ve hayat tarzını bazı sembolleri muhafaza ederek büyük bir iştahla tükettiler. İmalattan, üretimden, rekabetçi ticaretten geliyor olsalardı kendilerine özgü farklı kültürel refleksleri olur, laik-seküler Batıcılara karşı referans verdikleri İslam dini onlarda geçmişte Emevilerde, Abbasilerde gözlendiği üzere yepyeni bir yaşama ve oturma biçimi (medeniyet) gelişmesinde ilham kaynağı olacaktı. 

Batıcı haderiler, kültürü Batıdan iktibas yoluyla taklit ediyorlardı, bedeviler ise tabii ve iktisadi kaynakları yağmalarken, sonradan görmeliğin en rahatsızlık verici, sinirlendirici biçimlerini kullanarak Batıcıların ithal kültürlerini tüketmeye koyuldular.

Nilüfer Göle, giyim kuşama, özellikle başörtüsüne takılıp kalmanın “muhafazakar modernleşme”yi geciktereceğini yazıp durdu. Ama II. Mahmut-Mustafa Kemal modelini yegane modernizasyon biçimi gören tutucu Batıcılar bunu bir türlü kabul edemediler. Kabul edecek olsaydılar modernizasyonun 6 umdesinden biri olan “devletçilik”e yüklenen ikinci misyona aykırı düşeceklerdi. Bu da onların sınıfsal çıkarlarını sarsıyordu. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde öngörüldüğü üzere, toplumu otoriter yöntemlerle modernleştirme misyonunu kendinde hak gören İttihatçı-Cumhuriyetçi kadroya göre, devletin desteğindeki zenginler zümresi hem kalkınmayı üstlenecek hem de modern yaşama tarzının öncülüğünü yapacaktır.

Çünkü modernleşme Batılılaşmadır, devletin kararıdır ve din-dışı formları öngörür. Halkın, yani merkez-kaç güçlerin kendilerine özgü modernleşme biçimleri yoktur, olmamalıdır. Oysa vardı. Var olduğunu gösterdiler de. Bu sefer kavga inkılapçı Kemalistlerle muhafazakar Kemalistler arasındaki rekabete dönüştü.

Özündeki farklı biçim ve enstrümanlara rağmen, Malezya, İran ve Arap modernleşmesi de II. Abdulhamit-Turgut Özal modeliyle büyük benzerlikler göstermektedir. Ilk defa Suud Prensi Selman, Habib Burgiba gibi radikal bir kopuşu referans alıp II. Mahmut-Mustafa Kemal modeline yönelmektedir.

Bu yüzden 1946’dan bu yana çok partili sisteme geçilmiş olmasına rağmen, “Cumhuriyet” demokratikleşmenin rakibi olarak öne çıkarılmaktadır. Cumhuriyet, devletin şekli iken, şekil ancak antidemokratik bir cumhuriyetçiliğe dönüştürülmek istendi ama bu yapısal olarak mümkün olmadığından gerçekleşemedi. Kısaca “devletçilik”, “cumhuriyetçilik” ve “laikçilik” arasında kurulmuş bulunan organik bağlar sorunun temelini oluşturmaktadır. 

2010-2023 arası, devleti kuran parti CHP’nin başında olan Kemal Kılıçdaroğlu, “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırma ve modernleştirici Batıcı merkez ile muhafazakar-dindar merkez-kaç güçler arasında helalleşme” ile temel bir kırılma yapmak istediyse de, hem merkezdeki çekirdeğin unsurları, hem de belki en çok kendi partisinin muhafazakar Kemalistlerinden sert tepki gördü. Kılıçdaroğlu “demokrasi” dedikçe partideki patronaj güçler ve geleneksel taban “laik cumhuriyet”, o “helalleşme” dedikçe, onlar “hesaplaşma” dediler. 

Modernliğin üçüncüsü parametresi “ulus-devlet formu”na gelince! Modern devlet; hukuku, eğitimi ve ekonomik kurumsal yapıları bu çerçevede örgütledi. 

Hegel ve diğerlerinin “Tanrı’nın arzusu” ve Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” olarak tanımladıkları modern ulus devlet, bu felsefe ile tarih sahnesinde ortaya çıktı. Bireyi “yurttaş” olarak tanımlayıp onu ya kan bağına veya toprağa bağladı (teritoryal). Insan ile devlet arasındaki ana mekanizmaları dağıttı (cemaat düşmanlığı). Bir etnik grubu benimseyip diğer birincil ve ikincil kimlikleri bastırdı (asimilasyon) ve dünyayı, sanki her biri ayrı bir öze ve töze (cevher) sahipmiş gibi ulusların ölümcül rekabetine açık bir arenaya çevirdi (tarih milletlerin kavgasından ibarettir, milli çıkarlarımızın üstünde değer yoktur). 

Yanıltıcı görüntüsüne rağmen liberal devlet söz konusu ana özellikleri dolayısıyla faşist ve komünist yönetim biçimleri kadar totaliterdir. Faşizm ve komünizm kaba güç kullanır, liberal devletin yöntemleri ve söylemi ise rafine ve sofistikedir.

Bireycilik, sekülerlik ve ulus devlet temeline dayalı modernlik insanoğluna üç şey vaad etmişti; “özgürlük”, “zenginlik” ve “güvenlik”.

Günün sonunda her üçü de gerçekleşmiş vaatler olmaktan çıkmış bulunuyor. Modernliğin krizi, Batının özgürlüğü, zenginliği ve güvenliği sadece kendi ‘hakkı’ görmesi ve bunların sürekliliği için Batılı – olmayan dünyanın özgürlüğünü kısıtlaması, zenginliklerine el koyması ve güvenliğini hiçe saymasından kaynaklanmaktadır. 

Yeri gelince dışarıya ihraç ettiği değerlerini açıkça çiğneyebileceğini İsrail’in 7 Ekim 2023’te Gazze’de başlattığı ve yüzde 70’i çocuk ve kadınlardan oluşan katliama karşı takındığı resmi tutumuyla da aşikâr etti.

Modern proje üç açıdan mümkün ve sahici değildir ve hiç olmayacaktır:

1) Özünde eşitsizlik ve adaletsizlik var. Bütün dünya, Batılı refah toplumları seviyesinde zengin olamaz. Biri aşırı zengin, diğeri aşırı fakir kaldıkça küresel barış, istikrar ve huzur mümkün olmayacaktır: “Adalet yoksa barış da yoktur!”

2) Bu refah, gezegenin canlı hayatını tehdit etmekte, ekolojik dengeyi sarsmakta ve dünyayı giderek yaşanmaz hale getirmektedir. Küresel ısınma, mevsimlerin değişmesi bunun ilk sinyalleridir. Çin, Hindistan, Brezilya ve Endonezya, Amerikalılar kadar araba kullanacak ve tüketecek olsa, gezegendeki canlı halat bir ayda son bulur.

3) Modern Batı, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünya tasavvuruna dayanmakta; insanı sadece üreten, tüketen, çiftleşen ve dışkı atan bir organizmaya çevirmekte ve bununla ilgili yer küresine nihilizmini ihraç etmektedir.

Modern Batı kapıldığı paranoit kibri yüzünden diğer din ve kültür havzalarıyla diyaloga geçmeye yanaşmıyor, çatışmayı ve başkalarını ötekileştirme yolunu seçiyor. Batı, ya refahından bir miktar vazgeçip daha adil ve yaşanabilir bir dünyanın kurulması için perspektif değiştirecek veya sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasında giderek büyümekte olan eşitsizlikler, daha çok terör, daha çok savaş, daha çok etnik arındırma, daha çok mülteci ve daha çok baskının sürmesine sebep olacaktır  (3).

Dünya zenginliklerinin % 80’nini dünya nüfusunun % 15’i kullanıyor. Pek yakın bir gelecekte bu oran % 10’a düşecek. Bu demektir ki yoksulların denizinde zenginler küçücük bir adacık olarak kalacaklardır. Hergün biraz daha öfkeyle kabaran deniz küçücük adacığı yutması mukadderdir.

Bu eşitsiz küresel düzenin devamı için savaş ve işgaller oldukça –ki son iki yüz senede ortaya çıkan beş yüz savaşın % 95’i ya Batı’da çıkmıştır veya Batılı ülkelerin aktif müdahalesinin sonucudur- şiddet ve terör artacak; şiddet ve terör, güvenliği özgürlüklerin önüne geçirecek; özgürlükler geriledikçe refah azalacak ve bu zincirleme küresel felaket ve musibetleri peş peşe tetikleyecektir. 

Savaşların şimdilik Batı’ya olumlu katkıları vardır; İngiltere Irak işgali sayesinde altın çağını yaşadı. Londra’da 1 milyon insan savaş karşıtı gösteri yapınca Tony Blair, “Beyler, savaşa karşısınız ama ben her sene 80 milyar poundu sizin için bulmak zorundayım” demişti.

Eşitsizlik sadece küresel düzeyde değil, ulusal düzeyde de derin uçurumlara sebep oluyor. Çünkü modernleşme ve kalkınma planları tabiatları gereği eşitsizliğe dayanıyorlar. Milli Gelir dağılımındaki adaletsizlik toplumsal çalkantılara, pozitif siyasetin engellenmesine ve elbette şiddet ve teröre yol açıyor. Eşitsizlik devam ettikçe kitlesel yoksulluklar artıyor, büyük şehirlerde toplanan umutsuz genç nüfus lümpenleşiyor ve elbette şiddet kültürünü, aile içi cinayetleri, istismarı, sapkınlıkları vb. suçları üretiyor. 

Bu krizleri bastırmanın yolu savaşlar ve ülke işgalleri değildir. Demokrasiler savaşların önüne geçemiyor. Çünkü başka faktörler yanında lobiler, baskı grupları ve sermayeleri birkaç devletin yıllık bütçelerini aşan şirketlerin derin etkisinde parlamentolar ve kongreler karar almaktadırlar.

Batılı demokrasiler, mevcutlar içinde ehven-i şer iseler de, dün de çoğulculuğu sağlamıyorlardı, bugün de. Çünkü Batılı demokrasiler siyasal bakımdan çoğulcu, ama kültürel ve toplumsal bakımdan tekçidir. Terör ve savaşlar güvenliği öne çıkardıkça, var olan kısmi özgürlüklerin alanı da daralacaktır.

1) (Bkz. Ali Bulaç, Bir modernleştirme projesi olarak Geleneksel ulemaya alternatif müçtehit kral veya otokrasi https://alibulac.net/2023/06/08/1311/)

2) Bkz.  Hasan Hanefi, Teoloji mi antropoloji mi? https://www.scribd.com/document/351455339/hasan-hanefi-teoloji-mi-antropoloji-mi-pdf

3) Bkz. Ali Bulaç, Din ve modernizm, 6. Bsm., Çıra Y., İstanbul-2012.)

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com