ANALİZ
Giriş Tarihi : 27-12-2023 07:43   Güncelleme : 29-12-2023 07:22

Ali Bulaç Yazdı: Mekke’den Gazze’ye Müstaz’afların Feryadı..

Ali Bulaç Yazdı: Mekke’den Gazze’ye Müstaz’afların Feryadı..

İki tarihsel vak’a: Ashab-ı Uhudut-Mekke müstaz’afları

 

“11 Aralık 2023 tarihli Ashab-ı Uhdut’tan Gazze’ye” başlıklı yazıda (https://alibulac.net/2023/12/11/ashab-i-uhduttan-gazzeye/) tam olarak ne zaman ve nerede cereyan ettiği bilinmeyen inanmış bir topluluğun zorba bir Yahudi yönetiminde nasıl ateş çukurlarına atılıp öldürüldüklerini anlatmış ve bu olayın 7 Ekim 2023’ten beri İsrail yönetiminin Gazzelilere uyguladığı soykırım ve işkenceye tıpatıp uyduğunu anlatmaya çalıştım. Ashab-ı Uhdut Kur’an’ın naklettiği bir mitoloji veya bir masal değildir, evrensel olarak dünyanın her yerinde ve her zaman tekrar edebilen bir zulüm ve işkence örneğidir. Nitekim bugün Gazze’de bütün dehşetiyle yaşanmaktadır. İsrail Yahudi yönetimi topraklarını ve varlıklarını korumaya çalışan Müslüman Gazze’ye Ashab-ı Uhdut Yahudileri gibi ağır işkence ve soykırım uygulamaktadırlar.

 

Kur’an’da bugünkü Gazze’yi doğru anmamazı sağlayan ve her Müslümana ağır sorumluluklar yükleyen başka bir örnek var. Bu da tarihsel bir zamanda ve toplumsal bir durumda cereyan etmiştir. Mekke’de 610’dan 632’ye kadar ağır baskı ve işkence göre Mekkeli Müslümanların acıklı durumudur.

 

Mekke müstaz’afları

 

Bu olay Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır:

 

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (4/Nisa, 75.)

“Müstaz’af”, ‘za’af’ kökünden türemiş bir kelime olup kuvvetli olmanın zıttı demektir. Za’af sahibi kimseye yani kuvvetli olmayana ‘za’if (zayıf)’ denilir. ‘Za’af’ bedensel, zihinsel, maddi ve ruhsal alanlarda olur. Müstaz’af’, ‘istaz’afe’ fiilinin fail ismi olup, zayıf görmek, zayıf bırakmak, zayıf bir hale getirmek, zillete düşürmek demektir.

Bireyler ve toplumlar yerine göre nitelikte, yerine göre nicelikte zayıf olabilirler. Genellikle yoksul, muhtaç ve çaresiz, bir çıkış yolu bulamayan insanlara müstaz’af deniyorsa da, birçok durumda sosyal statüsü yüksek ve maddi refah içinde yaşayanlar için de bu kelime kullanılabilir. Şöyle ki: Ekonomik geliri hayli yüksek bir toplumun kitle psikolojisi içinde kolayca manipüle edilebildiğini biliyoruz. Siyasi ve iktisadi baskı altında olup güçten düşenler olduğu gibi, siyasi bakımdan özgür ve hayli zengin kimselerin, ruhen ve entelektüel bakımdan güçten düşürülmeleri mümkündür.

‘Kur’an-ı Kerim’de istiz’âf ve müstaz’af kelimeleri 13 yerde geçer. “İstiz’af” ve “istikbar (büyüklenme)”ın birbirlerini çağrıştırır biçimde bir arada zikredilmiş olmaları önemlidir; istikbarın olduğu durumlarda istiz’af söz konusudur, yani bazı insanların veya toplulukların müstaz’af olmasının sebebi müstekbirlerdir.  İlk istikbara kalkışan İblis olmakla beraber ondan bir haslet taşıyanlar bir yandan Allah’a ve peygamberlere karşı büyüklenirlerken, öte yandan tahakkümleri altına aldıkları insanları güçten düşürür, onları zayıflatırlar. Bu da şu demektir: Büyüklenip müstekbir olan nasıl, hakikatte büyük değilse, paranoidçe büyüklük duygusuna, vehmine kapılmışsa, aynı şekilde müstaz’af olan hakikatte zayıf değil, ya ona zayıf olma duygusu telkin edilmiş veya güç ve kuvvet kullanma imkân ve avantajları elinden alınmıştır. Müstaz’aflar, müstekbirler tarafından tahakküm altında tutulmakta, aşağılanmakta ve sömürülmektedirler. (Bkz. 4/Nisa 97.) Ayet, ilginç bir biçimde bu tür insan grupları için savaşmayı “Allah yolunda savaş”la aynı kategoride ele almış bulunmaktadır.

Müfessirler, ayetin inişine sebep teşkil edenlerin hicret edemeyip Mekke’de kalan Müslümanlar olduğunu söylemişlerdir. 622’de hicret edebilenler Medine’ye gitmiş, orada kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardı ama Mekke’de zayıf, güçsüz kimseler kalmıştı. Bunlar putperest müşrikler tarafından ağır baskı ve işkencelere maruz kalıyorlardı. Bazan baskılar o kadar ağırlaşıyordu ki, hiç kimse onlara yardım yapamadığından, şikâyetlerini Allah’a yapıyorlardı. İbn-i Abbas “Ben, annem, kadınlar ve çocuklar müstaz’af kimseler idik” demiştir.

Müstaz’aflar üç ana gruba ayrılır: Biri hakikatte güç sahibi olduğu halde kendini güçsüz sananlar; ikincisi güçten düşürülenler; üçüncüsü sahiden güçsüz olanlar. Ayet bu son kategoridekilere işaret ediyor görünmekle beraber her üç kategoridekilere yapılacak yardımla ilgili olduğu da söylenebilir. Sahiden maddi ve sosyo politik yönden müstaz’af olanların içlerinde erkekler var ama yaşlı veya özürlü, hasta olabilir; kadınlar ve çocuklar erkek gibi fizyolojik güç ve kuvvete sahip değildirler. Ancak öyle olmakla beraber bunlar da ellerinden geldiğince gayret göstermek, mesela özgür bir ortama gitmek, altında yaşadıkları baskıyı ortadan kaldırmak ve bunun için çaba harcamak durumundadırlar. Ellerinden hiçbir şey gelmiyorsa elbette sorumlulukları o oranda azalır, “Allah’ın onları affedeceği umulur!” Affın umuda bağlanması sorumluluğun bütünüyle ortadan kalkmadığına, rehavetin kabul edilmediğine işaret etmektedir. Birinin esaretten kurtarılması da bu kapsamdadır. Hz. Peygamber (s.a.v) “Ve esiri kurtarınız” buyurmuştur (Buhari, Cihad, 171; Müsned, IV, 394).

Bu ayet gerçek manada bir çıkış yolu bulamayan, sürekli baskı ve tahakküm altında yaşayan insanların içinde bulundukları durumdan kurtarılması işinin Müslümanlara sorumluluklar yüklediğini gösteriyor. İslami şuur ve sorumluluk taşıyanlar, dini hayatı kendi aile, sosyal çevresi veya ülkesiyle sınırlı tutamazlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, ağır baskı, tahakküm ve insanlık dışı şartlar altında yaşayan ve fakat kendi beşeri imkânlarıyla herhangi bir çıkış yolu bulamayanlara karşı Müslümanlar belli seviyelerde sorumludurlar. Özellikle Müslüman kardeşleri bu durumda iseler, bu sorumluluk bir kat daha artar. Zira Müslümanlar yek vücud hükmündedir.

İslam dininin gözettiği hedeflerden biri insanların özgürleşmesidir. İnsanlar bazı durumlarda fikri ve politik tahakkümler, bazen da askeri-politik diktatörlükler veya ağır sosyal baskılar altında yaşarlar. Her iki durumda baskı ve tahakküm insanın onuruyla bağdaşmaz. Müslümanlar özgürleştirici insanlar olarak herkesin özgürlüğüne kavuşmasını isterler, kimseyi zorla dinlerine dâhil etmezler. “Fitne” bir görüşün veya dinin baskı yoluyla kabul ettirilmesidir, fitnenin “yeryüzünden kaldırılması ve dinin sadece Allah’a halis kılınması için savaşılması” demek, baskı altındaki insanların Hak dini kendi iradeleriyle seçebilecek özgürlüğe sahip olmaları demektir. (Bkz. 8/Enfal, 39. Ayetin açıklaması.)

Müslümanlara Kuzey Irak ve İran kapılarını açan Kadisiyye savaşında (h. 16/m. 636) Sâd b. Ebi Vakkas, Rebi b. Amir’i elçi olarak İran karargâhına gönderdi. İran orduları başkomutanı Rüstem debdebe içinde altınlar, gümüşler, rahat yastıklar arasında oturuyordu, herkes şık ve gayet pahalı elbiseler giymişti. Kısa boyu ve kalın kalkanı ile ilerleyip karşısına dikilen Rebi bin Amir’e Rüstem

 

“-Siz ki çölde yaşayan bedevi Araplardınız, sizi buralara kadar getiren nedir?” diye sordu. Rebi b. Amir, gayet kendinden emin ve alicenap bir üslupla şu cevabı verdi:

 

 “-Biz, insanları kula kul olmaktan Allah’a kul olmaya, dünyanın darlığından ahiretin genişliğine ve dinlerin zulmünden İslâm’ın adaletine çıkaralım diye Allah’ın gönderdiği bir toplumuz.”

Baskı ve zulüm savaşın sebeplerinden biridir. Ancak baskı altındaki halkı kurtarmak, suiistimale de açıktır. Bazen devletler, göz diktikleri ülkeleri ele geçirmek amacıyla baskıyı araçsallaştırıp işgale veya iç savaş çıkartmaya alet olarak kullanabilirler. Bu konu çok yönlü ele alınmayı gerektirir.

Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla.” “Halkı zalim ülke”nin fetihten önceki Mekke olduğunu öne süren müfessirlere göre Mekke’de kurumsal şirkin hâkim olmasının ve orada Müslümanlara zulmedilmesinin bu kötü sıfatın verilmesine sebep teşkil ettiğini söylemektedirler.

Bu bir şehirde veya bir ülkede kurumsallaşmış zulüm hakkında önemli ip uçlar vermektedir. Eğer bir ülkenin toplumsal hayatını ilahi emir ve ilkeler değil de zümre, sınıf, aile ve başka grup çıkarı ise ve ana yönelim insanın heva ve hevesinin tatminini temel alıp bu da kitleler tarafından destekleniyorsa, o şehir veya ülke, halkıyla beraber zalim olma sıfatını kazanmaktadır. Böyle bir ülkede iyi insanların, baskı altında yaşayan azınlıkların imdadına yetişmek, onların temel hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınması için çaba harcamak, bu hükmün kapsamı içinde görünmektedir. Baskı ve zulüm altında yaşayanlara yapılacak yardım iki şekilde olur: Biri, onları o ülkeden kurtarıp çıkarmak; diğeri temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak için mücadele etmek. Bu mücadele müstaz’afların baskıya ve zulme maruz kaldıkları yurda askeri-fiili müdahalede bulunmak veya başka türden siyasi-diplomatik, ekonomik ve lojistik destek sağlamak şeklinde olur. Şartların icabı neyse o yapılır ama hiçbir şekilde zulme seyirci kalınmaz.

Nisa sûresinde (4/97-99) tek başına güçsüzlüğün kurtarıcı olmadığı, güçsüz olanların imkân bulup “geniş olan Allah’ın arzı”nın herhangi bir bölgesine hicret edebilecekleri belirtilir. Tabii ki imkân varsa zulüm beldesinden hicret edilir ama bu, her zaman ve her zulüm vukuunda mazlumların topraklarını zalimlere tamamen terketmeleri anlamına gelmez. Müslümanlar, müşriklerin baskısı altında Mekke’den hicret ettiler, bir süre sonra güç toplayıp tekrar Mekke’ye dönüp zalimleri bertaraf ettiler.

Bunun yanında zulüm beldesinin dışındaki Müslümanlar, mazlum kardeşlerinin imdadına yetişmeyip onları zalimlerin insafına terkediyorlarsa, sorumluluk Müslümanların tamamına terettüb eder: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, acımakta ve korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı hastalandığı zaman diğer organlar da uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulur.” (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66.)

Tarihte “zayıflara yardım” muhteris siyasiler tarafından istismar edilmiş, “bizi oranın halkı yardıma çağırıyor” diye fetih ve ganimet, askeri ve siyasi nüfuz ve tahakküm peşine düşülmüştür. Bu yüzden kurumsallaşmış zulme karşı olanlar veya baskıdan kurtulmak isteyenlerin imdadına yetişecek olanlar “Allah katından giden koruyucular ve yardımcılar”dır; yardım ve eylemleri sadece Allah için (ihlaslı) olmalı.

Zayıfların feryadı göğe yükselirken onların yardımına koşmamak Müslümanlara yakışmaz. Ayetin girişinde “Size ne oluyor ki” uyarısıyla vurgulandığı üzere, bu bir nakısa olup ilahi sitem ve yergiye sebeptir. (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, II, 427-429.)

Mekke’den Gazze’ye

Şimdi Mekkeli müstaz’aflar ile Gazzeli müstaz’aflar arasındaki benzerliğe bakalım:

  1. Mekke’de fethe kadar zayıf Müslümanlar müşriklerin ağır baskısı altında yaşadılar. Bugün de Gazzeli Müslümanlar İsrail yönetiminin ağır baskısı altında hayatta kalma mücadelesini veriyorlar, 17 senedir Gazze bir temerküz kampı muamelesi görmektedir
  2. Mekke’nin müstaz’afları çaresiz güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklardı. Bugün Gazze’nin de müstaz’afları yaşlılar, kadınlar ve çocuklardır. Kaç atom bombası ağırlığında üzerlerine yağdırılan ateş sonucunda şehid olan Gazzelilerin yüzde 70’i kadınlar ve çocuklar, hatta kundaktaki bebeklerdir
  3. Mekkeli Müslümanlar öylesine yardımsız ve çaresiz kaldılar ki, “Bizi kurtaracak kimse yok mu?” diye seslendiler. Kimse onların yardımına gidemedi, ta ki Mekke fethedilinceye kadar. Yardımsız kaldıklarında, feryatlarını Allah’a yönelttiler. Gazzeli kadınlar, yaşlılar da her gün elleri havada “Nerdesiniz ey Müslümanlar” diye bağırıyor, üstlerini başlarını yırtıyorlar. İslam ülkelerinde yöneticiler bu can yakıcı feryatları duymuyorlar
  4. O zaman yüce Allah soruyor: Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?
  5. Soruda bir tecahül-i arif var. Tabii ki yüce Allah bu üzerlerine ölü toprağı serpilmiş, miskin, sefil ruhlu Müslümanlara ne olduğunu biliyor. Bu edebi cümlede başta yöneticiler olmak üzere bütün Müslümanlara bir itab, bir ikab söz konusu. Anladık İslam ülkelerinin hiçbiri İsrail’e, aslında dünyanın müstekbiri Amerika’ya savaş açamıyor, savaş açmayın. Savaşı zaten HAMAS’ın yiğit mücahitleri veriyor, bari ilişkinizi kesin. Gazzelileri haritadan silmek isteyen müstekbir İsrail’le diplomatik, ekonomik, ticari, siyasi ve askeri ilişkilerini kesmeyenlerin; organik veya çıkara dayalı ilişkilerinden dolayı buna ses çıkarmayanların vay haline! İlahi bir sünnet hükmünü icra edecektir: “Kim bir zalime yardım ederse, Allah onu kendisine musallat eder!”
  6. Kur’an’ın tarihsel olduğunu iddia edenlere ve bu hurafeye itibar edenlere derim ki, hayatın içinden Kur’an’ı yeni baştan okumaya ve anlamaya çalışın.

Yüce Allah imhal eder, ihmal etmez.

“Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (26/Şuara, 227)

Farklı Bakış

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com