ANALİZ
Giriş Tarihi : 01-03-2024 22:10

Ali Bulaç Yazdı: Krizi Müteal Olanla Aşmak

Ali Bulaç Yazdı: Krizi Müteal Olanla Aşmak

Ali Bulaç, alibulac.net’te “Krizi Müteal Olanla Aşmak” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Genel olarak iki buçuk asırdır modern dünyanın dönüştürücü gücü karşısında İslam dünyasında biri “redçi tutum (entegrist-gelenekçi)”, diğeri “teslimiyetçi tutum (konformist/despotik)” takınıldınıldığını, üçüncü bir seçenek olarak“aşmacı tutum da (müteal/aşkın olana cehd, mücahede ve ictihat)” olduğunu söylemiştik. Yine içine girmiş olduğumuz krizin sadece müslüman dünyaya özgü olmadığının altını çizdik. Gezegen ölçeğinde derin bir krizin içindeyiz.

“Dünya” yerine “gezegen” kelimesini seçmemizin sebebi krizin ekolojik dengeyi ve canlı hayatı tehdit eder boyutlar kazanmış olmasıdır. Bundan da modern telakki ve hayat tarzı sorumludur, Çeklerin bilge Cumhurbaşkanı Vaclav Havel, bir keresinde tabiatta hayatın başladığı günden son beşyüz seneye kadar gezegendeki canlı hayatın ciddi bir zarar görmeden devam ettiğini, ne zaman ki batı uygarlığı felsefesi ve dönüştürücü araçlarıyla ortaya çıktı, o zaman tabiatın ciddi bir tehdit altına girdiğini söylemiş, arkasından “Tanrı’ya ve kutsal kitaplara rağmen bir medeniyet mümkün değildir” hüküm cümlesini eklemişti.

Söz konusu kriz İslam’dan kaynaklanmıyor. Ne var ki müslümanların durumunun hiç de iyi olmadığı göz önüne alındığında bunun “müslüman dünyanın krizi” olduğu anlaşılıyor. Müslüman dünya küresel krize bir alternatif sunamadığı gibi, kendine hiç değilse vasat seviyede bir çeki düzen de veremiyor.

Konunun daha iyi anlaşılması için krizin medeniyetle ilişkisi üzerinde kısaca durmak lazım. Bizim literatürümüzde –Türkçe’ye özgü olarak- “uygarlık ile medeniyet” arasında anlam farkı var. Uygarlık modern dünyaya, medeniyet İslam’a aittir. Bunun gibi kent modernliğe, şehir İslam’a, bilim bilimsel yöntemle elde edilen bilgiye, ilim vahyin ışığında akıl, gözlem- deney veya mükaşefe yoluyla elde edilen bilgiye atfedilir.

Uygarlığı bir kenara bırakıp, olumlu manada kullandığımız “medeniyet”i temel aldığımızda, ortada hayli ciddi sorunlarla karşılaşıyoruz. Şöyle ki:

Bazı dindar-muhafazakar aydınlara göre Müslüman dünyanın krizi bir “medeniyet krizi”dir. Özellikle Osmanlı’nın dağılmasından sonra eskiye büyük bir tahassür içinde olanlar, yasal mevzuatın getirdiği yasaklar dolayısıyla “İslam” ve “din” yerine “medeniyet”  kelimesini kullananlar ama en çok yerel ve merkezi yönetimin kazanılmasıyla (1994-2024) belli bir sermaye transferinden ve statülerden yararlananlar bir medeniyet sevdasına kapıldılar. Söz konusu medeniyetçi muhafazkâr aydınlara bakılırsa krizden de ancak yeni bir “medeniyet tasavvuru” ile çıkmak mümkün.

Bu hüküm cümlesinde doğru ile yanlış bir arada ve iç içe olduğundan krizin teşhisinde kolayca yanılgılara düşmek mümkün, öyle de oluyor. Nitekim bunca söylem ve retoriğe rağmen dikkate değer bir medeniyet tasavvuru çıkmadı; bedevilerin haderileri taklid etmesi gibi, göçün ve kentin iktidarını kullananlar kent bedevileri olarak laik ve sol sanatçı zümrenin ürünlerini kendi dillerine tercüme etmek durumunda kaldılar.

Üzerinde imal-i fikr etmemiz beklenen soru şudur:

Tabii ki bir medeniyet krizi içinde olduğumuz doğru ancak ana nitelikleri itibariyle kriz yapısal ve ihmal edilmeyecek boyutlarda kültüreldir. Krizden dinler sorumlu tutulamaz aksine, krizin bir türlü sona ermemesinin asıl sebebi, modernitenin seküler vasfını, nihilizmini giderek baskın hale getirmesiyle dinler üzerinde daha çok baskı kurması, kendine bağımlı hale getirmek üzere din müntesiplerinden sonu gelmez reform taleplerinde bulunmasıdır.

Peki, Müslümanların yeryüzündeki cehd ve mücahedelerinin nihai hedefi bir medeniyet tasavvur etmek ve muhteşem bir medeniyet kurmak mıdır?

Her biri kendi semantik evreninde din ilahi murad ve şer’i maksatlar mecmuası; medeniyet ilahi murad ve maksatların ete kemiğe büründüğü medinede oluşan hayat biçimlerinin toplamıdır.

İlahi murad açısından hayat faaliyetlerinin nihai maksadı medeniyet kurmak değil, “Ed Din”in belirlediği varoluşsal anlam ve amaçları gerçekleştirmektir ki, mekan-fiziki çevre bağımlı insanın  eylemlerinin sonucunda bir “medine” ve “medeniyet” doğar, insan dinin emir ve hükümlerinin hakiki ve sahih maksadını tahakkuk ettirme başarısını gösterdikçe “temeddün” hali gelişme gösterir. Temeddün, insanın kabalıktan, barbarlık ve güdüleriyle hareket olan vahşiyetten kurtulup norm, yasa, nezaket, zerafet, ince kavrayış ve manevi derinlik kazanması sürecidir.

Temeddün, bir temekkün yani mekanı, kudreti (güç ve imkanları) kullanma biçimi olduğundan biçimler demek olan kurumlar ve maddi tezahürler yanıltıcı, kışkırtıcı olabilir. Böylesi durumlarda araç amacın yerine geçer; böylelikle mesela suyu temiz, sade, estetik ve kullanışlı bir bardak veya tasla içmek mümkünken, kab altın kupaya döner; su içme amacı, yerini altınla, güç ve servetle gösterişe döner. Su içmek temel bir ihtiyaç  demek olan haciyat, suyun bardak veya tasla içilmesi tamamlayıcı unsur demek olan tekmiliyat, kabın estetik olması tahsiniyattır. Buraya kadar her şey meşru ve makul. Su içtiğimiz kabın (bardak, kâse vd.) altın kupa olması beyinsice sefihlik olduğundan tahrimiyat kategorisi olup haramdır. Bütün sorun mekanı kullanırken kullanma biçimlerinin tahrimiyata yaklaşma sınırının iyi bilinmesive bundan kaçınılmasıdır.

Birbirine hayli yakın söz konusu iki çaba arasındaki farkı şöyle de belirleyebiliriz: Toplumsal bir varlık yani tab’an medeni olan insanın çıkış noktası (niyet) medeniyet olduğunda, hayat pratiklerinin sekülerleşmesi ve çöküş sürecinin (sukut ve inhitat) başlaması toplumsal ve tarihsel yasadır (İlahi sünnet). Basitçe neyi kastettiğimiz namaz, oruç ve hac ibadeti üzerinden anlatabiliriz.

Namaz, günde beş vakit ilahi huzurda Allah’a ibadet etmektir, erkanına uygun ve huşu ile kılındığında makbul ibadet olur, namaz başka hiçbir şey olmaksızın sadece ve sadece ibadet maksatlıdır, evvelinde ve ahirinde, başka bir deyişle niyetinde ve maksadında ihlas bulunmaktadır. İhlas, harici hiçbir unsurun içine karışmadığı saf, arı niyet ve eylem demektir. Namazın safiyetini yani ihlasını iki şey bozar: Biri “başkaları namaz kıldığımızı görsün” duygusu, diğeri “spor yapma” kastı.

Oruç ibadeti için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Oruç günü sadece Allah rızası için güneşin doğuş anından batışına kadar aç kalınır, kişi diyet yapmak, zayıflamak amacıyla oruç tutacak olsa bu oruç ibadetinin temeli olan ihlası bozmuş olur. Bir Müslüman Hac ibadeti için Mekke’ye gider, ihrama girer, tavaf eder ve diğer rükünleri yerine getirir ama niyeti “bu hareketleri ben de yapayım, tecrübe edeyim bakalım bundan ne zevk alınır, bu arada Mekke’yi de (turist gibi) gezmiş olurum” diye içinden geçirirse bütün yapıp ettikleri ihlas olmadığından ona manevi bir fayda sağlamaz. Hac meşakkettir ve sadece Allah’ın rızası ve emri gözetilerek yapılır. İhlaslı olmayan kişi haccın bütün kurallarını eksiksiz yerine getirecek olsa, bunlar ibadetin erkânı olmaz bir paganın ritülleri olur.

Verdiğimiz üç ibadet örneğinde maddi ve dünyevi fayda da yok değildir. Namaz kılan insan beden sağlığını korur, spor da yapmış olur; oruç tutan insan senede bir ay bedenini ve iç organlarını dinlendirir, sağlığına fayda sağlar; Hacca giden mü’min ruhi bir tecrübe yaşar, Mekke’yi görür ve dilerse ticaret yapar.

Muhammed Arkun, bu iki sonuç arasındaki farktan hareketle, mesela Hacc ibadetinde “seküler” boyutu öne çıkarır. Bu yanlış bir analoji olup bundan “İslam sekülerizmi” çıkmaz. İslam dininde “seküler ve profan” ile “dini ve kutsal” ayrımı yoktur. Bir hüküm veya eylem bâtınî boyutuyla ilahi ve manevi, zahirî boyutuyla maddi ve dünyevidir. Mesele, hangisini niyetinize yedirdiğiniz konusudur. Namaz kılar veya oruç tutarken ilahi rızayı mı öne alıyorsunuz yoksa beden sağlığını mı? Müşterisine bir kilo pirinç satan bakkal, teraziyle oynayıp 950 gram veriyorsa hukuken suç işlemiş, ahlaken normu çiğnemiş, akaidçe günahkar olmuştur. Din, ahlak ve hukuk birbirinden ayrı değildirler; yerine ve türüne göre her üçünden biri diğer ikisinin ya gerisinde, ya ortasında veya önündedir.

Konumuz olan medeniyet tasavvuruna dönecek olursak, müslümanlar ilahi murada uygun yaşamak, Münzel Şeriat’ın hükümlerinin gai maksadı yeryüzünde özgürlüğü, ahlaki hayatı, hukuku-adaleti tesis etmek, farklı toplumsal gruplar arasında ihtiramı, saygınlığı ve ahlakı örf haline getirmek üzere yaşama azmini gösterip de bu istikamette eylemler gerçekleştirdiklerinde, sonucu itibariyle medeniyet ortaya çıkar. Başka bir deyişle başlangıç noktasında niyet din, sonuç medeniyettir. Medeniyet, dinin mekanda ete kemiğe bürünmesidir. Beşeri toplumsal ilişkiler tanzim edilirken, dinin ruhuna, hükümlerine uygun hayat pratikleri, sosyo ekonomik ve politik kurumlar tesis edildiğinde bütün bunlar mekanda gerçekleşeceğinden mekan “Medine” olacaktır ve sonuçta “medeniyet” doğacaktır.

Sonuç yani medeniyet arzusu ve hedefi başa alındığında üç yıkıcı sakıncaya kapı açılmış olur:

a. Dinin üç sac ayağı iman, takva ve salih amel geri plana atılır, güç ve servet temerküzü (kenz) dünyevi ve maddi konfor öne çıkar

b. Müslümanlar medeniyet üzerinden diğer toplumların veya başka kültür havzalarının medeniyetleriyle yarışa girer, din yarışma/yarıştırma aracına döner

c. Dünyevileştirilmiş, maddileştirilmiş medeniyetin gücünü sürekli arttımak için içeride halk üzerinde baskı kurulur, vergiler arttırılır, mala mülke çökülür, dışarıda sömürgeci ve emperyalist, istilacı, fetihçi, yağmacı politikalara başvurulur.

İslam tarihine bu zaviyeden bakıldığında, dini saf, temiz ve meşru (Münzel Şeriat’e uygun) hayatın kısa sürdüğünü, Hz. Osman’ın yönetiminin ilk altı yılından sonra bozulmaya yüz tuttuğunu, savaş ve ganimet gelirlerinin toplumsal sosyolojiler arasında ihtilaflara ve çatışmalara yol açtığını, Hz. Ali’nin verdiği mücadelenin süreci geriye çevirmede başarısız kaldığın, daha çok toprak, güç temeerküzünü ve servet biriktirmeyi (kenz) gaye edinen medeniyet arzusu ve tutkusunun Muaviye ile birlikte yeni bir mecraya girdiğini söyleyebiliriz.

Bu açıdan baktığımızda şöyle bir tasnif yapabiliriz:

          1. İki Saadet Asrı

              a) Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.)’in sünnet ve siret modeli (610-632).

              b) Saltanat öncesi hilafet dönemi (632-661). Kısmi model

          2. Emeviler (661-750) (90 sene: Saltanat ve kadercilik)

          3. Abbasiler (750-1258) (508 sene: Resmi din görüşünün ilan edilmesi ile yönetimin askeri destekle ayakta tutulması)

          4. Büyük Selçuklular (1037-1141) (104 sene: Siyasetin ve yönetimin militaristleştirilmesi, resmi mezhep, bilgi üretimi ve aktarımı ile eğitimin devletleştirilmesi)

          5. Anadolu Selçuklular (1077-1308) (231 sene: Büyük Selçukluların devamı olması yanında Horasan merkezli sufizmin mitolojik ve mistik bir din ve kültür anlayışının yaygınlaştırılması)

          6. Endülüs Emevileri (756-1492) (736 sene: İç kavgalar. Parçalanma (takattu’)

          7. Safeviler (1501-1736) (235 sene: Yönetimin Sünni dünyaya mukabiy resmi mezhep ilanı ve din algısının mitolojileştirilmesi)

          8. Osmanlılar (1299-1918) (619 sene: Hint Moğol devlet geleneği; Bizans din-devlet sistemi/Örfi hukuk (Cengiz’in töresi) ve Nevrotik kibir)

 Ana çizgileri itibariyle söz konusu modeller tarihidir; bis tarihi modellerin olumsuz yönlerine vurgu yaptık, kuşkusuz hepsinin hayli iyi ve olumlu yönleri de var. Olumlu veya olumsuz tarihi modellerin (medeniyetler) tekrar edilmesi mümkün değildir. Tekrar veya tekerrür mümkün değilse de, yaşanmış tecrübelerden gerekli dersleri çıkarmak suretiyle sahih ve sahici bir paradigmanın inşaı ile yeniden doğmak mümkün.

Yeni bir inşa (ihya veya ıslah) için olmazsa olmaz kurucu fikir/idea(l) ve temel bilgidir.

Batı uygarlığının yaşadığı zengin beşeri tecrübeye baktığımızda Yunan Roma, Hıristiyanlık ve Aydınlanma’nın kurucu fikri rol oynadığını görüyoruz: Yahudiliğin metne (Tevrat ve Talmut) bağlı bir doktrin olarak Batı kültüründe dikkate değer bir katkısı yoktur; “Greko-Romen ve Yahudi-Hıristiyan” söylemi 20. Yüzyılın ikinci yarısında Yahudilere bir rüşvet-i kelam kabilinde uydurulmuştur.

Yunan-Roma’da sağlanan şeyi şöyle özetlemek mümkün:

Yunan’da olup bitenin özeti tabiat filozoflarıyla titanların ve tanrıların evrenden arındırılması, Sokrat sonrasında insan bakış açısından varlığın ve insanın kendisinin merkeze alınması; Roma ile sağlanan ise merkezi imparatorluk yüksek düzeyde yönetim ve metodoljisi yoksa da gelişmiş bir hukuk düzenidir: Pagan Romanın dini formu, yıkılışından sonra Kilise olarak devam edecektir. Her ikisinin yeterince gün yüzüne çıkarılmayan ilham kaynakları Babil-Mısır’dır. Yunanlılar John Keane’nin gösterdiği gibi (Kısa Demokrasi Tarihi, Say, y. İstanbul-2022, s. 37 vd.) demokrasiyi hem kelime hem yönetim tarzı itibariyle de doğudan alıp kendilerine uyarladılar.

Hıristiyanlık dönemini Roma’nın dinileştirilmesi; Batı Katolik kilisesininYahudilik, Yunan felsefesi ve paganizmi harmanlaması ve elbette Skolastisizm şeklinde özetlemek mümkün.

Modern uygarlığın üçüncü kilometre taşı kuşkusuz Aydınlanma’dır. Aydınlanma, Kilisenin/dinin evrenden, toplumsal hayattan ve zihinden arındırılmasını (Sekülarizasyon) sağladı. İbn Rüştçülüğü referans alıp, Endülüs ve Sicilya üzerinden tercümelerle muazzam bir bilgi transferini gerçekleştirdi. Rönesans ve reform hareketlerinin büyük ölçüde ilham kaynağı İslam düşüncesidir. Protestanlığa ilham kaynağı olan Osmanlı’daki din devlet ilişkisidir; gerek Voltaire gerek Martin Luther, bu konuda Osmanlı’dan sitayişle bahsederler. Batı bu sayede geleneğin, tarihin kritiğini yapıp yine gelenek üzerinden kendini yeniledi; yeni bir insan, yeni bir toplum ve yeni bir örgütlenme/yaşama biçimini inşa etmeyi başardı. Bu aşamada toplum ve devlet merkezi önem kazanmış oldu.

İnsanlık tarihini gündönümüne benzetmek mümkün olduğu gibi, medeniyetleri de gündönümüne benzetmek mümkün. Her medeniyetin yaşadığı değişimi üç ana döneme ayırmak mümkün. Bunlar da

  1. İdeal politik/ibtida (ilk hal), ahlaki çıkış (doğuş)

                    b     Reel politik/ilm-i hal (gerçekler), irtifa (yükseliş)

  1. İrtica/izmihlal (yozlaşma) inhitat (çöküş)

Batı modernizminin izmihlal hali yaşadığını, bunun görmezlikten gelinemez etkilerinin küresel düzeyde yaşanan kriz olduğu ortada. Şu üç sebep söz konusu krizin aşılmasını güçleştirmektedir:

İlki Batı’nın filozofik/felsefi kaynakları kuruma sürecine girmiş bulunmaktadır. Anlam ve amaç kaybı ile Hakikatin parçalanması bunun belirgin göstergesidir. İkincisi ahlaki idealin tükenmeye yüz tutması. Batı’nın zenginliği ve refahı eski sömürgecilikten farklı olarak son derece rafine yol ve araçlarla Batı dışı dünyadan transfer ettiği kaynaklara bağlıdır, yeri gelince ideallerini bir kenara bırakıp ülke işgal etmekten, kaynakları yağmalamaktan veya İsrail’in Gazze’deki katliamında gözlendiği üzere sessiz kalmakla da yetinmeyip destekçi ve koruyucu olabilmektedir.

Üçüncüsü, refahın lokalizasyonu ve buna karşılık kızgınların, yoksul ve yoksunların artması ve ezilenlerin büyüyen öfkesini dindirmekte duyarsız, aldırışsız tutumunu sürdürmesi.

Roma kendi başına dünyanın en büyük imparatorluğu idi, hiç kimse tek başına ona meydan okuyamazdı ancak kızgınların, ezilmişlerin, mağdurların sayısı ve öfkesi öylesine arttı ki, çığırından çıkmış cinsellik (şehvet), saat başı kusmak üzere bağımlı hale geldiği oburluk (iştah) ve zulümle varlığını sonsuza kadar sürdüreceğinden hiç şüphe duymaz iken, bir anda kopan tufan karşısında duramadı, “barbar” dediği kavimler 476’da baltaları, mızrakları ve ucuz kılıçlarıyla Roma’yı tarihe gömdüler.

Hem küresel hem Müslüman dünyanın krizini aşmak mümkün, bunun formülü “Modern durum”un “müteal durum”a, aşkın olana yükseltilmesi çabasında yatmaktadır. Sünni veya Şii, Sufi veya Selefi yelpazemizin bütün dilimleri ve renkleriyle aşmamız gereken a) Kelami/filozofik kriz, b) Derin ve yaygın ahlaki kriz, c) Sosyo-politik krizdir.

Söz konusu krizi “yeniden iman” (4/Nisa, 136) odaklı, köklü ve şümullu bir hamle yaparak

               a) Kelami/filozofik krizi “Hikmet”le

               bb) Ahlaki krizi “takva ve salih amel”le

               cc) Sosyo politik krizi din, mezhep veya etnik toplulukların tümünü, bütün sosyolojileri “ortak çıkar ve ortak iyi” amacında toplayacak bir “toplumsal sözleşme” ile aşabiliriz.

Resülullah (s.a.) söz söyledi ve büyük bir mücadeleyi başardı. Biz de aynı kaynaktan neş’et eden sözü söyleyebilirsek kalplere, vicdanlara, temiz fıtrata, selim akla ulaştırabilirsek; özgürlüğün ve hakkaniyetin savunucuları olup hakkı ayağa kaldıran “İnsanlar için hayra çağıran bir ümmet” (3/Âl-i İmran, 110), olabilirsek Allah’a karşı borcumuzu ödeyebiliriz.

Din, “deyn”den kulun Allah’a borcunu ödemesi değil mi?

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com