ANALİZ
Giriş Tarihi : 22-01-2024 20:53

Ali Bulaç Yazdı: Kriz ve Küresel Kriz...

Ali Bulaç Yazdı: Kriz ve Küresel Kriz...

Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da “Kriz ve Küresel Kriz” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Genel olarak şunu söyleyebiliriz: Müslüman dünya derin bir kriz içinden geçiyor. İslam dünyasının tamamında krizin mahiyeti aynı, havzalar derece farkıyla birbirlerinden ayrılmaktadır. Doğru bir teşhis koymak için başlangıçta şu tespiti yapma zarureti var: İlkin yaşamakta olduğumuz kriz İslam’ın değil, Müslümanların krizidir. İkincisi sadece Müslüman dünya değil, küre ölçeğinde derin bir kriz söz konusudur. Üçüncüsü Müslümanların krizi aynı zamanda epistemolojik ve bir medeniyet krizidir de. Dördüncüsü krizin üç alanda yaşandığını söyleyebiliriz: 

a. “Sosyo politik kriz.” Bunun belirgin göstergeleri bir arada yaşama yetilerimizi kaybetmiş olmamız ve neredeyse İslam dünyasının tamamının çok yönlü bir çatışma içinde olması.

b. İkinci düzeyde söz konusu olan “ahlaki kriz”dir. 

c. Fikri ve entelektüel bir kriz de içindeyiz; ben buna daha doğru anlamda “kelami/felsefi kriz” demeyi tercih ediyorum. Batı’nın küreselleştirdiği modern uygarlık ve postmodern dünya karşısında mağlupların halet-i ruhiyesi içindeyiz; ne cevap verebiliyoruz, ne meydan okuyabiliyoruz.   

Benim Din ve Siyaset platformunda başlangıç olarak üzerinde duracağım sosyo-politik kriz ve bundan çıkış yolunun imkanlarını araştırmak olacaktır. Fakat önce, Müslüman dünyayı derin bir şekilde etkileyen küresel krizi ana hatlarıyla gözden geçirmek lazım. Çünkü genelde küresel düzeyde beşeriyet de derin bir krizin içinden geçiyorken, İslam dünyası hem küresel gelişme ve değişmelerden hem kendi iç dinamiklerinin yanlış kurgusundan etkilenerek krizi daha derinde hissediyor, bunun acısını daha çok yaşıyor.

Küresel kriz

Yakın vadede neler olup bittiğini hatırlamak, krizi anlamamıza yardım eder.

Hatırlanacağı üzere 1990’ların başlarında Fukuyama “tarihin sonu”na geldiğimizi ve artık küresel “liberal demokrasiye/kapitalizme uyum sağlamak”tan başka çıkar yol olmadığını söylemişti. Ona göre “can sıkıntısı”ndan başka çözümü bulunamamış sorun kalmadı. Fukuyama’ya göre bu sürece katılmayanlar global rezervasyonlarında yaşayabilirler. Tarihin bu son aşamasına dünyanın şu veya bu köşesinde itiraz eden çatlak-deli profesörler de olabilir. Ama bir şey değişmeyecekti.

George Bush 1991’de “Yüz sene sürecek yeni dünya düzeni”ni ilan etti. Tarihin sonuna itiraz gecikmedi, 1994’te Bernard Lewis ve Samuel P. Huntington, “Medeniyetler Çatışması” tezini ortaya attılar. Buna göre tarihin sonuna gelmedik, kimse bölgesinde kendi başına bırakılmayacak, çatışma devam edecektir. Çatışma tezinin mimarları Bernard Lewis ve Huntington’ın  muhtaç oldukları şey, tehdit potansiyeliyle herkesi korkutacak bir “öteki”nin, Sovyetlerin dışında “yeni bir düşman”ın yaratılmasıydı. 1994’te bu tezi boşa çıkarmak üzere Muhammed Hatemi “medeniyetler ittifakı” fikrini ortaya attıysa da, bu fikir beklenen etkiyi yaratmadı.

Bugün çatışma küresel, bölgesel ve ulusal düzeylerde sürüyor. Büyük güçler, gücü yetenler ülkeleri işgal ediyorlar. (Afganistan, Irak, Ukrayna, Filistin vd.) Büyük güçler bölge ülkelerini, bölge ülkeleri yerel grupları veya örgütleri kullanarak savaşı sürdürüyorlar, buna “vekalet savaşları” deniyor. Bu yüzden lokal gibi görünen çatışmaların bölgesel, hatta küresel düzeylere sıçrama ihtimali büsbütün yok değil. Çatışmaları tetikleyen sorunlar inter-aktiftir, iç içedir ve çeşitlilik arz etmektedir, birden fazla, yani çok sayıdadırlar.

Besleyici ya da tetikleyici sorunları ana başlıklar halinde şöyle sıralamak mümkündür:

1. Bütün dünyada ülkeler, bölgeler ve sınıflar arasında giderek derinleşmekte olan bir eşitsizlik söz konusu. Eşitsizlik krizin en önemli sebeplerinden biridir. Çünkü eşitsizlik sosyo kültürel hegemonya ile politik askeri tahakkümü beraberinde getirmektedir.

2. Hızlı nüfus artışı ve iktisadi büyüme fetişizmi sonucunda gıda, su ve enerji kaynakları üzerinde muazzam bir çatışma potansiyeli söz konusu. Başka sebeplerle de çatışma zaman zaman patlak verir, zaman zaman da soğuk bir çatışma olarak sürer. Ülkeler ve bloklar arası bir çatışmanın vuku bulması halinde, büyük güçlerin elinde gezegenimizi onlarca kez imha edecek nükleer silahlar var. Nükleer silahlara sahip ülkelerin başlarına bir delinin geçmesi durumunda gezegenimiz telafisi imkansız bir felakete, taş devrine döner. 

3. Komünizm ile kapitalizmin izdivacından adına “Çin modeli” dediğimiz yepyeni bir canavar doğdu. Çin modeli, liberal kapitalizmin piyasasını, komünizmin tek partiye dayalı otoriter yönetim biçimini birleştiriyor. Bu modele göre, siyasi ve idari sistem otoriter; fakat ekonomi piyasa kurallarına göre işlemektedir. Tabii ki Çin 1 milyar 400 milyondan fazla nüfusa sahip büyük bir ülke. Bu modele göre 1 milyar 400 milyon insanı refah içinde yaşatmak mümkün değil. Şu halde 300 milyon üzerinde çalışılır, diğerleri ise artık amele hükmünde yaşar. Amele hükmündeki insanların aile hayatlarını sürdürebilecekleri evleri yok, gündüzlerini iş yerlerinde, gecelerini MR çekilen tabutluklar gibi yerlerde geçirirler. Tabutluk sistemi giderek yaygınlaşıyor. 

Hindistan da aynı modeli benimsemiş bulunuyor. Çin Taoizm’i ve Konfüçyanizm’i, Hindistan ise Budizm ve Brahmanizmi geri plana itip kapitalizmin sürekli büyüme fetişizmini yeni dini olarak benimsiyorlar. Çin Taoist kalsaydı bugünkü büyümeyi sağlayamazdı. Mao zalimane yöntemlerle uyguladığı “kültür devrimi” ile Çin’in geleneksel hafızasını resetledi, artık Çinliler için ne Tao ne Konfüçyüs bir anlam ifade ederdi. Taoizmin temelinde sükun var. Mutluluk ve kurtuluş hareketsizlikte, sükundadır. İktisadi büyümeye dayalı bir doktrin tempoyu sürekli hızlandırır. Hız arttıkça haz artar. Bu da Taoizm’in iddia ettiğinin aksine hızlandırılmış bir tempoyu ve eşitsizliği zorunlu kılar. Budizm’de de doktrin ıstıraba dayanır. Kurtuluş ıstıraptadır. Daha çok üretim, kesintisiz iktisadi büyüme tam aksine kışkırtılmış nefs neyi istiyorsa ona vermeyi gerektirir. Hindistan da 1,5 milyara varan insana refah sağlayamaz, üzerinde yoğunlaşacağı 100 milyonluk kitledir. Geri kalanlar, Çin’de olduğu gibi amele hayatı yaşar. 100 milyonluk müreffeh ve eğitimli kesim Brahman’ın başından, diğer kalan ezici çoğunluk Brahman’ın bedeninde herhangi bir bölgeye tekabül etmeyen paryalar olarak kalabilirler. Gelenek Hindu modernistlere kolaylık sağlamaktadır.

Sınırsız sermaye, güç biriktirme (kenz) doktrini, bitimsiz enerji tedarikine ve temerküzüne ihtiyaç hissettirmektedir. Sosyalizmi yedeğine almış kapitalizmin temel varsayımlarını sürdüren sistem; köylü, işçi, çocuk, kadın ve hayvan enerjisini sömürü nesnesi haline getirmekte, her canlıyı üretim-tüketim sarmalına sokarak hayatın enerjisini metalaştırmak suretiyle türümüzün devamını tehdit etmektedir.

Ekolojik denge sarsıntı geçirmekte, iktisadi büyümenin fiziksel sınırlara gelip dayanması ile tabiat tahrip olmakta, iklim krizi ciddi boyutlara ulaşmaktadır. Birbirini izleyen ve fakat sahici mi, üretilmiş mi olduğu yolunda tartışmaların sürdüğü salgın hastalıklar.

Bilimsel ve teknolojik faaliyet ile askeri ve politik güç üzerinde üst ve denetleyici  (aşkın/müteal) ahlaki değer yokluğunun, insanı kontrolden çıkaran tahripkar bir canavara dönüşmesi. Bilim, teknoloji ve dijital materyallerin yanlış ve kötü kullanımı sonucunda insani yapısal özelliklerin yerini insan-dışı yeni bir forma bırakması.

Söz konusu gelişmeyle beraber dünyada açlık ve yoksulluk büyüyor; mülteciler sorunu; uyuşturucu, alkolizm, madde bağımlılığı, aile içi şiddet, ensest, çocukların istismar edilmesi artıyor; cinsel sapkınlıklar yaygınlaşıyor; aile dağılıyor; siyasi baskılar daha çok oluyor; ateizm, agnostisizm ve deizm yayılıyor; tüketim, gösteriş, sonradan görmelik ve bedenin ve servetin teşhiri baskın bir karakter halini alıyor; toplumlar bilinçaltlarını sosyal medyada kusuyorlar; mistifikasyonlar yaygınlaşıyor, yalancı peygamberler, mesihler, mehdiler ortaya çıkıyor. 2022 yılında dünya genelinde tımarhanelerde 64 bin mesihten bahsediliyordu.

Bilim, teknoloji ve dijital materyallerin yanlış ve kötü kullanımı sonucunda kitleler manipüle edilebiliyor. Gezegenin geometrik artış gösteren bunca nüfusu barındaramayacağını düşünen bazı kesimler feminizm, lgbt, üçüncü cins ve ev hayvanlarını beslemeyi teşvik etmekle nüfusu durdurmaya çalışıyorlar. Kadınlar erkekleşiyor, erkekler kadınlaşıyor ve her iki cins üçüncü cinse doğra evriliyor. 

Bireyin özgürlüğü ve demokratik değerlerin yüceltildiği dünyada nüfusun yüzde 3’ü düşünüyor ve tasarlıyor, yüzde 17’si yönetiyor, yüzde 80’i düşünenlerin ve tasarlayanların planlarını, programlarını uyguluyor. Bu durum önce ulusal, sonra küresel düzeyde olup bitenlerin demokratik mahiyetten yoksun olarak şekillendiğinin göstergesi.

Yapay zekanın gündelik hayata girmesiyle “düşünen, yöneten, çalışan” nispeti can acıtıcı gelişmelere yol açacaktır. Böyle bir dünyada sosyalizm ya da komünizm bir çözüm olarak gözükmüyor. Tam aksine kapitalizm ve komünizm (liberalizm ve sosyalizm) izdivac ediyor.

Liberal demokrasi/kapitalizm

Belki ilk dönemdeki kadar kapitalizm açıktan vahşi değil. Ama tabiatında radikal bir değişim söz konusu olmadığından vahşet sofistike yöntemlerle varlığını sürdürüyor. Otoriter ve totaliter yönetimler karşısındaki artılarına rağmen liberal sistem, insanın doymaz tutkularını, açgözlülüğünü, sınırsız servet biriktirme ve her şeyi temellük etme hırsını körüklediği için ahlaki hayatı tahrip ediyor; sömürü ve vicdansızlığı kanıksanır prosedür haline getiriyor. Piyasa bir tür karşı konulamaz tabiat yasası olarak algılanıyor; küresel düzeydeki eşitsizlikler “Sosyal Darwinizm” ile normalleştiriliyor.

Yasama ve yürütmenin teşekkülünde çoğunluğu sağlayan partiye veya partilere bırakan çoğulculuğu sağlaması, demokratik pratiğin bizatihi kendisinin çatışmanın sebebi olduğu hususu gözden kaçıyor. Oysa gözlendiği üzere kızgın, dışlanmış kitlelerin popülist, otoriter-diktacı yönetimlere artan ilgisi, yabancı düşmanı sağcı-ırkçı partilerin yükselişi ve buna paralel milliyetçi doktrinlerin geri gelişi tehlikenin hiç de küçümsenir gibi olmadığını gösteriyor.

Yabancı/göçmen/mülteci düşmanlığı, ulusal/milli çıkara dayalı politikalar; bazı temel ahlaki ve hukuki kuralların ihlalini, vicdansızlıkları meşrulaştırmakta, bu da bireyin ve toplumun “öteki”ne ve başka toplumlara karşı gaddarlaşmasına yol açmaktadır.

Sosyalizm-komünizm

Komünizm veya sosyalizm kapitalist dünya karşısında tutunamadı. Zira ikisi de sistem içi muhalefet idi. Otoriter ve totaliter karaktere sahipti; özünde şiddet yatıyordu; “öteki”yi ihtilal, devrim veya terörle yok etme fikrini barındırıyordu. Yöntem basitti: Devrimci şiddet-Proletary ihtilali. 

Sonuçta bir materyalizm olup, varoluşsal sorunlara çözüm sunamadı. Değişimi zorunlu yasaların işleyişine bağlarken, değişimi ahlaki sorumluluk ve görev olmaktan çıkarıp tarihin çarkına havale etti.

Ulusçuluk veya ulusalcılık çözüm mü?

Mevcut durumda sosyalizmden çok küreselleşmiş sorunlara karşı ulusçuluk veya ulusalcılık alternatif olarak sunulmaktadır. Küresel yeni dünya düzeninin eşitsizliği derinleştirdiği; dünyanın tamamını belli çıkar gruplarının, aile veya örgütlü güçlerin denetimine, sömürüsüne açık hale getirdiği; küreselleştirdiği algı ve hayat tarzıyla materyalist ve nihilist bir kültürü empoze ettiği doğrudur.

Ancak ulusçuluk veya ulusalcı doktrin ve modeller de eşitsizliği ve adaletsizliği devam ettirmekte, ulusçuluk ideolojisiyle belli imtiyazlı bir zümreyi korumaktadır. İnsan toplumlarını ulusal ve ulusçu ideoloji ve doktrinleri empoze ederek belli zihinsel/doktriner gettolara hapsetmektedir. Bu ise beşeri topluluklar arasında muarefe ve diyalogu engellemekte, insanı kendisi dışındakileri “düşman öteki” görmeye sevk etmektedir.

Ulusçuluk-milliyetçilik, hayatın anlam ve amacını, insanın varoluş ve yaratılış hikmetini merkezinde devletin yattığı ulusa ve ulusal çıkara indirgemektedir. Ulusçuluk ve ulusalcılık ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının besleyici kaynağı olmaktadır. Bu da toplumsal gruplar arasında nefretin yayılmasına yol açmakta, diğerleriyle çatışmayı yüceltmektedir. Devlet merkezli öğreti ve zorunlu olarak otoriterliğe eğilimi ile ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına açık yapısı demokrasileri tehdit eden en önemli faktördür.

Devleti yüceltmek suretiyle devlet ile birey arasında özerkleştirici, koruyucu mekanizmaları ortadan kaldırmaktadır ki, geleneksel cemaatlere ve tarikatlara olan düşmanlık büyük ölçüde buradan kaynaklanmaktadır.

Bu yapısal özellikleri dolayısıyla hiçbir versiyonuyla ulusçuluk-milliyetçilik, sorunun sebebi olduğundan çözümü olamaz. Küreselleşme ile ortaya çıkan sorunların önemli bir sebebi “devlet ve ulus”u kutsallaştıran, dini, geleneksel yapıları dağıtarak, zayıflatarak, baskı altına alarak toplumu küresel saldırılara açık hale getiren ulusçu ve ulusalcı ideoloji ve siyasetlerdir.

Küreselleşmenin yıkıcı etkilerine karşı bir yandan yerel ve yöresel örf ve değerleri korurken, diğer yandan küresel bir dil ve yaklaşım potansiyeline sahip bir kaynağa ihtiyaç var. 

Görünürdeki popüler kabule rağmen gerçekte ulus devleti zayıflatan faktörler işlevlerini görmeye devam etmektedirler. Şöyle ki: Kitlelerin adaletli biçimde karşılanmayan sosyal-ekonomik refah talebi (sağlık, eğitim, yaşanabilir şehirler) ulus devlet tarafından karşılanamamaktadır. İç ve dış savunma ile başka uluslara karşı gösterişe ayrılan harcamalar devletin önceliklerini toplumun, özellikle yoksul kesimlerin önüne geçirmektedir. Beka ve güvenliğin özgürlüklerin önünde tutulması, bireyi devlet ve ulus ideolojisi karşısında önemsizleştiriyor; özgürlükler ulus ve devlet söz konusu olduğunda kolayca kısıtlanıyor.

Sürekli canlı tutulan iç ve dış düşmana karşı tayakkuz halinin yol açtığı kutuplaşma ve çatışma hali toplumun ruh sağlığını bozuyor. Devlet, birlikte ve barış içinde bir arada yaşamanın gönüllü ve rızaya dayalı formunu etkisizleştirip, birlikte olmayı kendi aygıtının demir yumruğu ile sağlamaya çalışıyor.

Modern zamanların en önemli olgusu giderek ceberutlaşan devlete karşı özerk kalmak isteyen grupların kendilerine sivil alanlar açma mücadelesi vermeleridir. Ulus devlet, sivil toplumu, kolektif hak talebini, başka bir deyişle sivil-medeni özerk alanlarını, birey ile devlet arasındaki ara mekanizmaları tehdit olarak görüyor.

Süren mücadeleler sonucunda ulus devlet yerel kimlik talepleri ve bu taleplerin hukuki teminat altına alınması ile zorunlu olarak (ticari, ekonomik, diplomatik, askeri vs.) başkalarıyla, özellikle bölgesel entegrasyonlarla giriştiği ilişkiler sonunda egemenliğinin bir kısmını yerele veya bölgesel entegrasyonlara devretmek zorundadır.

Yeni ve küresel bir düzene olan ihtiyaç

     1. İnsana varoluşsal sorunlarını hatırlatacak; hayatına anlam ve amaç katacak bir felsefeye (mebde’ ve mead) ihtiyaç var. Modern veya postmodern dünyanın kalbi mutmain kılacak bir hikayesi yok.

   2. Herkes için iyi ve herkes için yararlı bir ahlak ve herkesin temel hak ve özgürlüklerini koruyacak bir hukuk ve idari düzen arayışı ne sona ermiştir ne de görünürde arayışı karşılayacak tatminkâr bir görüş söz konusudur. Bu arayışın iyi sonuç vermesi, demokrasinin yeniden tanımlanmasını mümkün kılacak yeni bir paradigmanın inşası ile mümkündür. Temel karar mekanizmalarını, özellikle Yasama’yı ve Yürütme’yi çoğunluğun inisiyatifine bırakan demokratik sistem çoğulculuğu ve paylaşımı hedeflemediği gibi, soyo-politik ve ekonomik çatışmaların sebebi olmaktadır.

    3. Her dinden, mezhepten, felsefi inançtan ve etnik gruptan insan toplumlarının barış içinde bir arada yaşayabilecekleri yeni bir toplum sözleşmesi üzerinde düşünmenin zamanı gelmiş, geçmiştir. Gerekli olan şu veya bu aktörün (asker, kurucu kadro, hukukçu-akademisyenler, siyasi partiler vs.) hazırlayacağı anayasa değil, anayasa metninin kaleme alınmasından önce farklı sosyolojilerin aralarında akdedecekleri bir toplum sözleşmesidir.

    4. Bölgesel ve küresel düzeyde tabii kaynakların meşru ihtiyaçlar oranında kullanımını sağlayan yeni bir iktisat doktrini ve adil bölüşüm düzeninin tasarlanması.

    5. Dünyanın, daha genel deyişle yeryüzü gezegenin tabii ve beşeri geleceğine ilişkin kritik karar ve eylemlerin belli kişi, zümre veya ülke yöneticilerine bırakılmaması yönünde küresel bir bilincin uyandırılması.

 

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com