ANALİZ
Giriş Tarihi : 05-02-2024 22:39

Ali Bulaç Yazdı: İslam, Modernlik ve Modern Uygarlığın Krizdeki Payı

Ali Bulaç Yazdı: İslam, Modernlik ve Modern Uygarlığın Krizdeki Payı

Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da “İslam, Modernlik ve Modern Uygarlığın Krizdeki Payı” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Müslüman dünyanın içinden geçmekte olduğu krizin muhtemel dördüncü sebebinin “modern uygarlık” olduğunu söylemiştik. “Din”, “tarihi tecrübe/gelenek” ve “reel din anlayışı”nın yanında “modern uygarlık” baskın karakteriyle mevcut krizi şekillendiriyor. Gün geçtikçe ilk üç faktör aktüel fonksiyonlarını azaltırken, modern uygarlık etkisini daha da artırıyor. Buna kendi kaynağında ortaya çıkan paradigması dolayısıyla “modernite”, bize bakan yüzüyle “modernizm, modernlik veya modernizasyon” diyebiliriz.

Kuşkusuz kavramlar arasında semantik yakınlık olsa da, farklı anlam düzeyleri de yok değildir. Modernite, Aydınlanma felsefesi; modernlik bir durum; modernleşme bir süreç, modernizm bir ideoloji; modernizasyon ise politikaları ifade eder. Müslüman dünya her dört düzeyine maruz ama en baskın olanı, emredici ve taşıyıcı bir tutum olan modernizm ve modernizasyondur.

Bu öylesine bir uygarlık ki, beşeri tarihin en etkili ve en kapsamlı türünü oluşturuyor. Başka bir deyişle yeryüzü gezegeninin tümüne nüfuz ediyor, her yeri istila ediyor. Sadece askeri ve politik tahakküm kurmakla yetinmiyor, aynı zamanda sosyo kültürel hegemonya da kuruyor ki, mevcut durumda  bütün dinler, kadim gelenekler modernliğin tahakküm ve hegemonyasının dışında kalamıyor. 

Kendisi de derin bir kriz içinde iken, krizini başka beşeri havzalara taşıyor, belki böylelikle içten gelebilecek bir patlamayı, çöküşü atlatmaya çalışıyor. Bu yönüyle Müslüman dünya bir yandan kendi iç kaynakları ve dinamikleriyle sorunlarını çözemezken, diğer yandan modern uygarlığın krizine maruz kalıyor. Çok yönlü bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz, doğru teşhisi yapabilmek için diğer faktörleri gözden geçirdiğimiz gibi, krizin bir sebebi olan modern faktörü de gözden geçirmekte zarureti var.

Hatırlayalım, Aralık-2006’da Ortadoğu gezisine çıkan Tony Blair, Dubai’de şunları söylemişti: “Dünyada demokrasi ve modernleşmeye inananlar ile inanmayanlar arasında müthiş bir mücadele yaşanıyor.”  Blair’e göre, Irak işgali (2003) ve arkasından öngörülen operasyonlar, “değişmeye ve modernleşmeye direnen güçlerin te’dibi ve değişmeye zorlanması” amacını taşımaktadır. Başka bir ifadeyle Batı dünyasının, İslam dünyasını güç kullanarak “değiştirme” gibi bir misyonu söz konusudur. 

Modern dünyanın ruhunu ve bugün yaşamakta olduğumuz ve belki yakın gelecekte hepimizin yaşayacağı kâbusları anlatan bu sözlerin ne anlama geldiğini yakından anlamak gerekir.

1798’de Napolyon’un Mısır’a ayak basmasından beri İslam dünyasının önüne konan ana gündem maddesi “modernleşme” ve bununla ilişkili kılınan “değişim”dir. Devletlerin takip ettiği sosyal ve iktisadi politikaların neredeyse tümü “değişim” amaçlıdır. “Değişim”in diğer adı “modernlik ve modernleşme”dir.  Sosyolojinin ana gündem konularından biri olan “değişim”, modern hayata katılmanın, modernliğe uyum sağlamanın hem simgesi, hem siyasi ideolojisidir. Değişimi kabul etmeyen sadece modern dünyanın inşa ettiği sosyo-politik sistemin, kısaca hayatın dışına atılmakla kalmıyor, Tony Blair’in dediği gibi güç kullanımına maruz kalma cezasına da müstahak oluyor. Brezilya’da ormana ilişkin modern bir projeye şiddetle tepki gösteren yerlilere zehirli giysiler giydirilip öldürülmeleri bunun dramatik örneğidir.

Öyle olmakla beraber gerek aydınların, gerek halkın zihninde bu konuya dair bir vuzuh yok. Yani aslında bazı semboller ve forma ait kabullerin ötesinde “değişim”in ne olduğunu kimse bilmiyor.

Modernlikle özdeşleştirilenden ayrı olarak değişim kozmik, ontolojik ve beşeri/toplumsal bir fenomendir. Varlık aleminde hareket ve değişim halinde olmayan hiçbir şey yoktur. Molla Sadra’nın anlattığı üzere sadece araz değil cevher de hareket halindedir. Arap şairinin söylediği doğrudur: “Değişmeyen tek şey değişimdir!” “Cevher”de dahi hareketten bahsetmek önemlidir. Çünkü Yunan filozofları ve Meşşai filozoflar hareketin “araz”da olduğunu düşünürlerdi. Aristo, hareketi “itme” ile açıklıyordu. Molla Sadra (1572-1641) değişimin cevherde olduğunu ispatlayarak (Cevher-i hareket teorisi) Aristo’yu tahtından indirmiş oldu.

Fakat, elbette “değişim” salt bir hareket değildir. Değişim hem bir hareket, hem ahlaki yönelimdir. Yani kurallı, amaçlı ve anlam yüklüdür. Varlıkta her şey değişiyorsa bu, hiç bir şeyin kendinden kaynaklanan bir sabitesi, gücü ve iradesi olmadığı anlamına gelir. Başka bir ifadeyle her şey ‘fani’dir, geçici, sonlu izafi ve sınırlıdır. Mutlak, daim ve baki olan Allah’tır. 

Değişimin ahlaki yönelimi ya “dikeydir” ki, bu ahlaki kemale işaret eder veya “düşey”dir bu da tereddiye, çöküntüye sebebiyet verir. Beşeri ve toplumsal değişimi ele aldığımızda bu iki ahlaki yönelimi göz ardı edemeyiz. “Evet, değişmeliyiz!”, zaten zorunlu olarak bizi etkisi altına alan bir hareket ve değişim söz konusudur ama hangi yönde, nasıl ve ne amaçla (gai sebep) değişmemiz gerekir? Bu, değişim olgusu kadar önemli bir sorudur. 

Son iki yüzyılda önümüze konan değişim talebi ne masumdur ne değerden bağımsızdır. Bu projeyi başlangıçta “Avrupa’nın geleneksel modernliği” inşa etmişti. Bu gün “ABD’nin başını çektiği “küresel modernlik” içini doldurmakta ve bölgedeki operasyonlarının gerekçesi olarak öne çıkarmaktadır. 

“Küreselleşme”yle ilgili yaygın bir zihin karışıklığı vardır, herkes kendine bakan yönünü alarak tanımlamaktadır. Şu veya bu tanım olsun, sonuç itibariyle küreselleşmenin modernlikten ayrı olduğu düşünülemez. Küreselleşme geleneksel modernliğin küre çapında ölçek büyütmesi olarak görülebilir. Dahası küreselleşme hala Batı’nın adını koyduğu, tanımladığı ve bütün küreye empoze etmeye çalıştığı süreçlerin bütünüdür. Küreselleşmenin kazanç sağlayıcıları vardır, mağdurları ve dışlanmışları da.

Aydınlanma felsefesinin ve modernliğin küre ölçeğindeki versiyonu olarak küreselleşme başka şekilde olabilir miydi? Bu sorulmaya değer bir sualdir. En azından teorik olarak bu suale “evet” cevabını verebiliriz. Eğer başka şekilde olmadıysa, bunun sebepleri nelerdir?

19. yüzyıldan itibaren önümüze “modernleşme” diye konan değişim projesinin mimarları, Batılılar ve Batıyı referans alanlar (Batıcılar) olduğundan değişimin dinamiklerini de onlar tayin ettiler. Bizim entelektüellerimiz, bilim adamlarımız ve iktidar elitlerimiz, Batı’nın belli başlı merkezlerinde tanımsal çerçevesi yapılmış modernliği bize tercüme etmekle yetindiler, modernliğin taşıyıcıları ve tüketicileri oldular. 

Kabul etmek lazım ki, bizim modern süreçlerin gelişmesinde sahip olduğumuz Allah vergisi tabii kaynaklarımızdan, hammaddelerimizden ve pazar olma özelliklerimizden başka herhangi bir katkı sağlamış değiliz. Son iki yüz senedir yüceltilen “kahramanlarımız” Batı modernliğini bizde tesis etme başarıları dolayısıyla yüceltilmeye değer bulunmuşlardır. Üniversitelerimiz, eğitim kurumlarımız, müfredat programlarımız modernizasyon politikalarına hizmet etmek üzere faaliyet göstermektedirler. 

Batılı zihni ne kadar anladığımız, Batılı kurumlara ne kadar yaklaştığımız ve elbette bize ve geçmişimize ait geleneksel zihniyet ve kurumlardan ne kadar koptuğumuz, bizim hem “değişme kabiliyetimiz”in hem modern hayata katılma performamızın kriteri sayılmaktadır. Bu süreç sorgulanamaz, değil karşı çıkmak, ona eleştirel bir gözle bakmaya çalışmak bile, en temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına, en azından “gerici, çağdışı ve irticacı” damgasını yemeye kâfi gelir.

Ama gerçekten cevabı tam olarak verilmeyen sorular vardır: 

Sahiden, İslam toplumları değişmek istemiyor mu? Çok mu hallerinden memnunlar? Tarihlerinde her şey olağanüstü derecede iyi ve mükemmel idi de, tarihi ve yaşanmış hayatları oldukları gibi bugün de tekrar etmek istedikleri için mi moderniteye eleştirel bakıyorlar?

Varlık aleminde olan değişim, cevherden gelen şiddetli bir arzu ve gücün kendini açığa vurması, bir istek olarak ortaya çıkması ile tahakkuk eder. “Tahakkuk” hakikatle buluşmaktır. Buna tasavvuf diliyle “aşk” diyebiliriz. Bu değişim sûrî, mekanik ve icbarî (zorlama) olmayıp enfûsîdir. Sahih mecrasında vuku bulduğunda toplumsal değişim de aynı yasalara bağlıdır. Bir toplumun iç dinamiklerinde bir arzu ve irade zuhur ettiğinde bu, güce dönüşür, değişim ortaya çıkar. Demek ki aslolan bir arzu ve iradenin kendini açığa vurmasıdır. Değişmek isteyen toplum, bunu bir irade olarak ortaya çıkarır, arzu eder. Bu, değişimin olmazsa olmaz şartıdır.

Eğer bunun doğru hüküm olduğunu kabul ediyorsak, şunu söyleyebiliriz: Felsefi kaynakları hakkında doğru dürüst bir fikre sahip olmadan, bir ideoloji ve devlet politikası olarak Batıdan gelen değişim projesi (modernizm veya modernizasyon) dışarıdan mekanik ve emredici olduğundan iç dinamiklerle ilişkisizdir, heyecan ve ruhsal enerjiden yoksundur. Belki bu yüzden toplum “değişim” süreçlerine kuşku ile baktı, devletlerin empoze ettiği “gelişme ve kalkınma politikaları”na katılmakta isteksiz davrandı. 

Çünkü bidayette ll. Mahmut’tan itibaren modern hayata katılmayı Osmanlı iktidar seçkinleri, yani Saray karar verdi. Karar verirken de topluma fikrini sorma lüzumunu duymadı. Bu özelliği dolayısıyla özellikle “Osmanlı/Türk modernleşmesi” tabiatı gereği otoriterdir, demokratik müzakereye açık olmayıp sivil katılıma kapalıdır. 

Osmanlı/Türk modernleşmesinin ikinci parametresi kendini “din-dışı” olarak tanımlamasıdır. Dahası sadece “din dışı” değil, din karşıtıdır. Ta 19. Yüzyıldan itibaren İslam ile Hıristiyanlık; İslam tarihi ile Avrupa tarihi arasında benzetmeler (analojiler) yapılarak, bizde İslam dininin “ilerlemeye mani” olduğu iddia edilmiştir. Buna göre madem ki, Avrupa kalkınması dinin dışına çıkılarak, hatta Fransa örneğinde gözlendiği üzere dine karşı tutum alınarak gerçekleşmiştir, öyleyse bizim modernleşmemizin de dinin dışında formüle edilmesi, dine, yani İslamiyet’e karşı tutum alınarak yürütülmesi gerekmektedir. 

Avrupa’da kiliseye ve ruhban sınıfına karşılık “İslami dini bir kurum ve din adamları sınıfı” olmadığından “laiklik” olarak resmi toplum tarafından yürütülen politikaların neredeyse tamamı dinin bireyin, toplumun ve kamusal hayatın dışına çıkarılması demek olan sekülerleşme olarak kullanıldı. 

“Dini tamamen kültürün ve toplumsal hayatın dışına çıkarmak” mümkün değilse,  o zaman dinde reform yapalım, İslamiyet’i Protestanlaştıralım. Bu fikri öne sürenlerin bir dayanağı vardı, o da Max Weber’in “Protestan ahlakın kapitalizmin ruhu”nu oluşturduğu ve Avrupa’da ilerleme ve kalkınmayı motive ettiği tezidir. Oysa Weber’in tezi temelden yanlıştı; çünkü Protestanlık kapitalizmden önce değil, sonra teşekkül etmişti. Başka bir ifadeyle Kapitalizmi ortaya çıkan Protestanlık değil, Protestanlığı ortaya çıkaran Kapitalizmdi. 

Kapitalist gelişme sadece Protestan ülkelerde değil, Katolik ülkelerde de yaşandı. Bir dinin veya mezhebin politik, askeri ve ekonomik bir gelişmeyle uyum içinde olması, hatta gelişmeye destek vermesi, gelişmenin dinin ürünü olduğunun garantisi değildir, belki aksine dinin, özünde gayrimeşru gelişmeye meşruiyet çerçevesi tedarik etmesidir. Protestanlığın kapitalizme sağladığı katkı bundan ibarettir; İslam dünyasında reformistler, modernistler ve tarihselciler tam da İslam dininden bunu talep etmektedirler. 

Dinin kaynağı yaratılışın yasalarına ve insan toplumunun sahih değişimine uygun cevaplar (içtihatlar) üretmesi ile harici taleplere göre özünü değiştirmeye kalkışması aynı şey değildir. Modernitenin dinden istedikleri dinin temel varsayımlarının bütününden vazgeçmesidir. Geçmişte Kilisenin yaptığı yanlışlıkla, hatalar ve cürümler, modernitenin taleplerini haklı çıkarmaz. 

Sorun şudur: “Din mi hayatı şekillendirecek? Yoksa hayatın belli başlı alanlarını, mesela siyaseti ve ekonomiyi, hukuku ve eğitimi elin geçiren mütegallibe güçler mi?” 

Bunlar geçmişte kölelerin efendileri, feodal beyler, burjuva sınıfı; ulus devletlerin merkezdeki çekirdek unsurları, iktidar seçkinleri veya küresel güçler olabilir. Değişmeyen hangi zümre ve sınıf olursa olsun, toplumu zayıflatan küçük bir azınlığın (Kur’ani deyimle mele’ ve mütref) arzu ve isteklerinin egemenliği, karar merkezini belirlemesidir.

Kur’an vahyi, referans alındığı her dönemde ve her toplumda belli beşeri güçlerin arzu ve isteklerine, sömürü ve yozlaşmalarını bunlar var diye meşru referans almaz, aksine hayat alanlarını zaptetmiş zulüm ve fesadı sona erdirmek ister. Çünkü Kur’an vahyinin kendisi insanı ve toplumu ve buna bağlı bilumum iktidar ilişkilerini değiştirmeyi hedefler. 

Osmanlı/Türk modernleşmesi, bir iktibas ve bir tercüme hareketi olduğundan Avrupa’yı her ne ise öyle referans aldı, modern hayata katılmayı “Batılılaşma” olarak gördü ve devleti imkanlarını kullanıp toplumun Batılılaştırılması yönünde seferber etti. Bu yüzden şekil, kılık kıyafet önemli sayıldı. ll. Mahmut’un reform olarak yaptıkları arasında Mehterhane yerine çok sesli müzik olan Mızıka-i Hümayun’u, Farsça yerine Fransızcayı, geleneksel kıyafet yerine Fransız ordu kıyafetini ikame etmek, erkek ve kadın kıyafetlerinde Batılı tarzı benimsemek, resmi toplantılarda alkollü içki kullanımını serbest bırakmak önemli yer tutuyordu. 

12 Eylül 1980’lerden başlamak üzere yaşanan başörtüsü sorununun veya Arap, İran veya Afgan giyim tarzına duyulan tiksintinin tarihi kökleri buralara dayanmaktadır.

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com