ANALİZ
Giriş Tarihi : 12-02-2024 21:53   Güncelleme : 29-03-2024 01:36

Ali Bulaç Yazdı: Akleden kalb'e dönüş

Ali Bulaç Yazdı: Akleden kalb'e dönüş

Ali Bulaç, dinvesiyaset.com’da ““Akleden kalb”e dönüş” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Müslüman dünyanın kendi fikri kaynakları, tarihi tecrübesi ve reel durumuyla yüzleşmesi yanında modernite ile de yüzleşmesi gerekirken, hatta değil yüzleşme iki buçuk asırdır hegemonik ve alobet tahakkümcü etkisini sürdüren modernlik ile sahici bir yüzleşme ve temas kuramamışken, arkasından postmodernizmi sökün etti. Postmodernizm, sanki modernizmden mahiyetçe farklı, hatta onu nakzeden ya da tümüyle ortadan kaldıran bir şeymiş gibi Müslüman dünyanın entelektüel ve akademik çevrelerinde ilgiyle, coşkuyla karşılandı. Oysa mesele, ilerlemeci tarih görüşünün temel varsayımlarından kopmadan modernizmden sonra (post) bir üst aşamanın başlamış olmasından ibarettir. 

Modernite hakikati tekeline alıp temellük ediyor, diğer hakikat iddialarını yok sayıyordu. Postmodernlik hakikat denen tekil ve evrensel bir şeyin olmadığını öne sürmektedir. Postmodernizmle birlikte hakikat parçalanıyor, her kültürel kimlik, söylem ve kod kendinde bir hakikat olduğunu; hakikatler, kültürler arasında mukayese yapılmayacağını öne sürüyor. Böyle ise eğer, beşeri toplumsal sorunların çözümünün tümüne talip bir söylem, bir iddia ve talep olamaz; küçük, lokal nitelikte söylemler ve çözümler düşünülebilir lakin ne dinlerin, ne kadim geleneklerin ve ne Yunanlı filozofların iddia ettiği gibi varlık, bilgi, hayatın anlamı ve değerler konusunda kapsayıcı bir söylem söz konusu olamaz. Aslında bu fikir pek yeni sayılmazdı, M.Ö. 590-520 yılları arasında yaşamış olan Protagoras, “insan hakikatin ölçüsüdür” demişti.

Bizi ilgilendiren yönüyle Müslüman aydınların ve akademisyenlerin, nasıl gayet rahat bir zihinle modernitenin öne çıkardığı “ilerleme (terakki) inancı, medeniyet projesi ve akılcılık” karşısında “İslam terakkiye mani değildir, İslam bir medeniyet tasavvurudur, İslam akıl dinidir” repliğini tekrar edip durdularsa, el’an tekrara devam ederken, aynı şeyi postmodernizm için de temel bir yaklaşım olarak benimsemiş olmalarıdır. 

Bu perspektiften bakıldığında İslam tarihi cehaletin, geri kalmışlığın ve yozlaşmanın talihsiz tecrübesinden ibarettir. Hakikatte bu bakış açısından gerekli olan kritik çıkmaz, nitekim çıkmadı da; bu yanlış bir zihni tutumdur ve maalesef bu zihni tutuma sahip olan aydınlar ve akademisyenler 20. Yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere sahneye çıkan postmodernizme bakıp ikinci kez konformist bir zihin yapısını benimseyip “tek bir İslam yok”, “Kime göre İslam”, “İslam bir yorumdur” türünden spot cümlelerle postmodernizmi ilahi vahyin esası olan tevhid, nübuvvet, ahiret ve Münzel Şeriat’a tercüme ettiler. Zihin bu göreli vadide dilediği gibi at koşturur ama hiçbir istikamet tutturmaz. Bu konformist zihin halen Müslüman aydınların, akademisyenlerin ve belli ilahiyatçı zümrenin İslam, İslam tarihi ve reel Müslümanların sorunları üzerinde söylem geliştirmeye devam etmekte ama sadra şifa bir cümle kuramamaktadır. 

Rahmetli Mehmet Akif “Asrın idrakine göre söyletmeliyiz İslam’ı” demişti. Sorun İslam’ın mı asrın idrakine tercüme edilmesi veya uydurulması mı, yoksa asrın idrakinin mi İslam’a kendini uydurmak üzere devrimci bir mücahede içine girmesi mi? İslam’ın asrın idrakine yani modernitenin temel felsefi ve sosyo politik varsayımlarına göre uydurulması gerektiği konusunda tarihselciler, reformistler, birkaç istisnası hariç kahir ekseriyetiyle İslamcı aydınlar, tarikat ve cemaatlar, stk görünümlü vakıflar ve dernekler siyasetle iştigal eden muhafazakar dindarlar arasında tam bir konsensus söz konusudur.

Şu halde gerçek Müslüman entelektüel ve ulemanın, modernitenin varsayımlarını aşma zorluğu yanında, konformist  rahatlık veren ve elbette Müslüman zihni tembelleştiren postmodernizmle ilgili de çok yönlü fikri bir çaba göstermeleri beklenir. Aksi halde modernizmi tekrar ettiğimiz gibi postmodernizmi de tekrar etmekle yetineceğiz ve bu hiçbir şeyi değiştirmeye yaramayacaktır.

Yukarıda değindiğimiz üzere postmodernizm modernizmden radikal bir kopuş değil, onun bir sonraki formu ve söylemsel sürekliliği olduğundan, kendi başına postmodern eleştiri dünyanın ve Müslümanların içine girdiği krizden çıkışın çözümü değildir. Habermas’ın yıllarca süren zihni çabası öğreticidir. Bu Alman filozofu inatla postmodernizme prim vermeye yanaşmadı ama modernliği kurtarmaya da gücü yetmedi.

Çoğu zaman moderniteyi eleştiren Müslümanlar, postmodernizmin imkanlarından yararlanırken, belki de farkında olmaksızın savunucuları durumuna düşmektedirler. Bu noktada Müslüman entelektüellerin Marksistlerin yaşadığı ideolojik ve politik serüveni dikkatle izlemeleri gerekir. Marksistler, ilerlemeci tarih görüşünün zorunlu sonucu olarak postmodernizme alan açmak zorunda kalırlarken, politik ve ekonomik doktrinlerinin temel varsayımlarından vazgeçip bir anda liberalizmle yakınlıklar kurdular. Bu, aslında Karl Marx ve Engels’in inşa ettikleri Marksizmin ve Marksist ideolojiye imtisal eden Marksistlerin kendilerini inkârıydı. Bu açıdan 1990’lardan sonra varlıklarını hissettiren Türkiye liberallerinin ezici çoğunluğunun eski Marksist-sosyalist gelenekten geliyor olmaları tesadüf değildir. Bu bizim için öğretici olmalı.

Sebebi sır değil: Marksizm, Faşizm ve Liberalizm aynı düşünce geleneğinin ürünleridir, aralarında sıhriyet bağı olup yakın akrabadırlar; üçü de sistem-içidirler, Aydınlanma’nın döl yatağında vücut bulmuşlardır. Biri Hegel’in sol, öbürü orta-sağ, diğeri aşırı sağ versiyonlarından beslenirler. Her üçü İslam gibi paradigmaya dışarıdan bakabilme imkanlarına sahip değildir. 

Şu var ki: 

1. Müslüman entelektüellerin sıklıkla dile getirdiğinin aksine Batı modernizmi bitmiş veya çökmüş değildir, bir şekilde sürekliliğini korumakta, kendini gözden geçirmekte, bazı temel yanlarını sorgulamaktadır. Uzun bir süre modernite, acımasız ve bir çoğu  haklı Marksist eleştirileri dikkate alarak kendini revize etti. Bugün Marksizm, artık modernitenin küresel versiyonu olan liberal kapitalizme bu türden eleştirel bir katkı sağlayabilecek durumda değil. İlk hareket noktasında işçi sınıfının (proleterya) kurtarıcı zaferi üzerinde yoğunlaşırken, bugün liberal kapitalizmin bizatihi kendisinin sebep olduğu feminizm, eşcinsellik (lgbt), çevre, iklim, insan hakları, öteki, ulusal kurtuluş hareketleri gibi konuları gündemine alıyor ama liberal kapitalizmin söz konusu sorunların sebebi olan felsefi, sosyal ve politik yaklaşımına itiraz etmeyip aslında liberal kapitalizme eşlik ediyor. Ömrü vefa etseydi belki sol bir gelenekten gelen Alman Rudolf Bahro (öl. 1997) böylesi bir entelektüel cesaret gösterebilirdi. Vefatından bir süre önce kendisini davet ettiğimiz İstanbul’da şöyle demişti: “İman kalbin reformudur, bir insanın düşünceleri değişmişse artık eskisi gibi yaşaması mümkün değildir.”

Mevcut durumda modern dünya kendine özgü dinamikleriyle aşamadığı krizi postmodernizmden gelen eleştirilerle aşmaya çalışıyor, eleştiriler Müslümanların kaynaklarından gelmiyor. Dolayısıyla bundan müslümanların kendilerine bir pay çıkarmak için geçerli sebepleri yok.

2. İslamcılar, modernliğin tükenişini anlatmaya çalışırlarken, çoğunlukla Batılı yazarlardan hareket etmekte, kısaca referansları yine Batılılar olmaktadır. Mavera ekibinden bir edebiyatçı Rilke’yi 121 defa okuduğunu söylemişti. Modern tecrübeyi yaşayan Batılı entelektüellerin eleştirileri kuşkusuz değerlidir ve elbette atıf yapmayı hak eder ama eleştirinin paradigması Müslüman eleştiricinin kök bilgisi, kurucu fikri yerini alır. Müslüman liberaller, İslami sol, feministler, tarihselciler, din ile dünyanın arasını ayıran seküler yazar ve akademisyenler bunun somut örnekleridir.

3. Refah toplumu olan Avrupa’da İslam’ın manevi/enfüsi derinliği; Amerika’da ırklar arasında tesis etmeye çalıştığı eşitlik ilkesi öne çıkarken, Ortadoğu ve diğer İslam toplumlarında siyasi baskılara, gelir adaletsizliğine, yoksulluğa ve İsrail karşısında düşülen izzetsizliğe karşı İslam’ın siyasi ve cihadi tarafının öne çıkması eşyanın tabiatına uygundur, bunda herhangi bir yanlışlık yoktur. 

Şu var ki adına “Siyasi İslam” denen olgular, İslam’ın irfani ve manevi boyutunu, tarihsel zengin mirasını ve geleneksel birikimini tasfiye edip dini rasyonelleştirmekte, kuru bir araç durumuna düşürmektedir. Bu da modern krizin pek dikkat edilmeyen etkilerinden biridir. Modern bakış açısı diğer alanlar gibi siyaseti de dinden ve ahlaktan tecrit edip özerkleştirmekte, siyaseti kendinde amaç başarı ve değerlerin istismarını tecviz eden makyavelizme dönüştürmektedir.

Kendilerini İslamcı zanneden veya kendilerine bu değerli sıfat atfedilen muhafazakar dindar siyasetçilerin içine düştükleri trajik durumun sebeplerinden budur.

4. Laik/seküler çevreler (libareller, solcular, milliyetçiler) sürekli “Müslümanların Batı modernitesiyle uğraşmayı” bir kenara bırakıp uyum sağlamayı öğütlemektedirler. Müslümanlar “modern bir durum”da iseler –ki öyledir-, süreç demek olan “modernleşme” ve arka planındaki “modernite” ile ilgilenmeyi bir kenara bırakamazlar. Modernitenin ana unsurlarının İslam’da neye tekabül ettiklerini aramak beyhude çabadır. Bu türden çabalar hakikat değeri olmayan basit analojilerdir; ne şura demokrasidir, ne akletmek rasyonalizmdir.

Hayli karmaşık ilişki biçimlerinin sürdüğü modern dünyada, müslümanların, kendi asli referanslarından (Kur’an ve Sünnet) ve zengin tarihi tecrübelerinden hareketle bugünün konjonktürel dünyasında da geçerli olabilecek bir çıkış yolu bulmak zorunda oldukları fikri doğrudur. Bunu şu iki sebepten dolayı yapmak zorunludur: İlki verili dünya karşısında farklı bir iddia ve ideal sahibi olmak can yakıcı beşeri sorunların sona erdirilmesi için gereklidir; ikincisi modern dünyada bizim çoğu aydınımızın derin dogmatik uyku içinde sayıkladığı gibi her şey iyi değil, hatta hiçbir şey iyi değil.  Bu göz kamaştırıcı ve fakat sahte vitrinin gerisinde dehşet verici trajediler yaşanmaktadır.

Tabii ki kültürün kodlarını teşkil eden paradigmalarda bir sürekliliğin olduğu görmezlikten gelinemez. Ancak tarihte gözlediğimiz şu ki, hiçbir paradigma sürekli olarak aynı performansı, aynı çekiciliği ve motivasyonu gösterememiştir. Biri tükenir, diğeri su yüzüne çıkar; dünyaya yeni ve eskisinden farklı bir çeki düzen verir. Bu, sadece dinlerin aşkın birliğini teşkil eden Tevhid inancı için değil, tümüyle hümanist veya İslam’ın beşeri yorumuna dayalı bütün paradigmalar için de söz konusudur. İslam tarihindeki tecrübe modelleri bu genel tarihsel sünnetten ayrılır. Emeviler Abbasilerden, Abbasiler Selçuklulardan, Selçuklular Osmanlılardan ve Safevilerden farklı modeler arz ederler ama hepsinin kurucu fikri ve kök bilgisi İslam imanıdır. 

Şu halde bugün modern dünyaya semantik bir müdahalede bulunacak müslümanlar, geçmişteki modellerin hiçbirini tekrar etmeyecekler ama hepsiyle aynı imanı, aynı ideali ve aynı kaynağı paylaşacaklar.

Bizim temel varsayımımız, modernliğin çoktan sonun başlangıcına girmiş olmasını anlamakta içine düştüğümüz kelami/felsefi zaaftır. Eğer modernliğin en önemli parametresi durumundaki “akılcılık”tan “salt zeka” anlaşılıyor ve çöken pozitivizmden sonra bilim felsefesinde ve yöntem konularında “ne olsa gider” menziline gelinmiş ise, akılcılık, yöntem ve çöken maddecilik bizzat sorgulanıyor demektir. Bundan sonraki tarihi dönemler, dinlerin ama özellikle İslam düşüncesinin bildik sahasına girer. Bundan şu çıkıyor: Modernliğin evrensel aklı (rasyonu), bağlayıcı yöntemi ve tapınakları kendini yanlışladı. Şimdi aklın kendisine dönüş zamanı başlayabilir. Bunu da bize rasyonalizm veya rasyonalizasyon değil aşkın/müteal olanla irtibata geçen, mülk alemiyle melekut alemi arasında epistemolojik bağ kuran akıl sağlayacaktır. Çıkış yolu akılcılıktan akla dönüştedir.

Bundan neyi kast ettiğimizi kısaca açıklamak gerekir:

İnsanın üç ana boyutu söz konusudur, her bir boyut kendi evreninde özerk gibi görünüyor olsa da hakikat-i halde diğerleriyle sıkı ve zorunlu ilişki içindedir. Bunlar da duygu, duyu ve zihinsel/akli boyutlardır.

Duygu beşeri/insani eylemlerimizde, iç itki veya harici uyarıcılar karşısında verdiğimiz tepkileri belirleyen ana faktör konumunda rol oynar. Tatmin, haz, öfke, sevgi, nefret, heyecan vb. onlarca duyuş ve tecrübe duygu dediğimiz evrende cereyan eder. Duyular evreni ise duyguları çeşitlerine ve yöneldikleri amaçlarına göre gerçekleştiren vasıtalar hükmündedir. Mesela elimiz şu veya bu duyguyu gerçekleştirme amacı dışında kendi kendine harekete geçmez, şu veya bu nesneye dokunmaz; tat alma, görme, işitme ve koklama duyuları için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Üçüncü ve belki de en kritik konumda olan zihinsel/akli boyut duygu ile duyular arasında ara bir yerde durur. İradi tercihe göre ya akli/ahlaki karar verir veya salt (mahza) zeka bürünüp tercihi aklileştirir (rasyonalizasyon). Duygu dünyasının talepleri ya ahlaki mahiyette meşru ve tabiidir ya da gayri meşru ve tahripkardır. Burada akıl merkezi rol oynar. 

Birine haksız yere tokat atmak isteyeni ilkin duygu dünyası harekete geçirir, duygu, atacılacak tokatın doğru  ve gerekli bir eylem olduğunu temellendirmek üzere beyin merkezine havale eder, akıl burada iki durumla karşı karşıya kalır: Bu tokat meşru mudur, gayrı meşru mudur? Eğer beyin duygunun etkisi altında ise haksız bir eylemi meşrulaştırır yani rasyonalize eder, duyguların (tutkuların, arzuların, heva ve hevesin) etkisi altında değilse bu talebi reddeder. İşte heva ve hevesin talebini rasyonalize eden akıl bir zeka faaliyetidir, duyguların haksız taleplerini reddeden akıl ahlakidir. Aklı heva ve heves demek olan arzu ve tutkuların etkisinden kurtarmaya yarayan iki kaynak var, bunlar da MünzelŞeriat/vahiy ve vicdan yani temiz fıtrattır. Münzel Şeriat’ı dikkate alan ve vicdana müracaat eden akıl Kur’an’ın “kalbin akleden aklı” (22-Hac, 46) olur; kalbin aklından yoksun insan ne tarihte işleyen yasaları doğru anlar, ne dumura uğramış duyuları hakiki fonksiyonlarını yerine getirir.

Özgürlüğün, yüksek ahlakın, hukuk ve adaletin, ihtiramın, izzetin ve bir arada yaşamanın rehberi aklın yatağı kalptir. Kalp ona yataklık yapar ama o da  kalbin nuru olur. Duyguların etkisinde gayrimeşru yönde kullanıldığında akıl zekaya dönüşür, ağırlık merkezi kalpten beyne kayar.

Biz buna modernite ile beşeriyetin entelektüel örfünden sapma hali diyebiliriz. Şimdi sıra Nefha-i ruh olan öz’e, müteal olana uruca, mi’rac yolculuğuna başlama zamanıdır.

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com