ANALİZ
Giriş Tarihi : 19-05-2023 19:03

Ümit Aktaş yazdı: Hak, hukuk, adalet arayışı ve muhafazakâr hissiyat

Ümit Aktaş yazdı: Hak, hukuk, adalet arayışı ve muhafazakâr hissiyat

Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Hak, hukuk, adalet arayışı ve muhafazakâr hissiyat” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Siyasal gerçeklik açısından bir sürü hayvanıyız (siyasal canlı: politik hayvan) ve bu durumdan çıkamadığımız, insanlaşamadığımız, hayatı da insanileştiremediğimiz sürece bunun trajik sonuçlarına da katlanmak mecburiyetindeyiz.

Beşeriliği aşan bir insanlaşma çabası pek de kolay değil elbette. Toplumsallaşmak kadar yalnızlaşmayı, edimselleşmek kadar da derunileşmeyi gerektiren bir meşakkati; kendi sorumluluğunu üstlenmeyi, kararlarını vermeyi ve sonuçlarına da katlanmayı, kısacası sürüden kopmayı gerektirmekte. 

Kuşkusuz topluma aidiyetimiz yanında toplumculuğumuz, yani Hakka ait olanı adalete uyarlı bir biçimde paylaşma çabamız da sürdürülecektir ama bu kez bir sürünün sıcaklığı içerisinde kaybolarak değil, insanlığının kaderini üstlenmiş ve hesabını vermeye razı yalnızlığıyla.

Öyle ki bu, ister Atina’nın özgürleşmeyi amaçlayan demokratik yöntemi isterse İbrahimî geleneğin pastorallikten insaniliğe, insanlaşmaya doğru süregiden şirası (yolu) olsun, sonuçta amaçlanan eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin yani insanın sorumluluğunu üstlendiği adil bir toplumun gerçekleştirilmesidir.  

Demokratik ya da şûraya dayanan bir siyasallığa katılımın insanca özerkliği ve hak arama çabalarının meşakkati yerine, koru(n)macılığın o yukarıdan uzatılan eli, dertlere derman bulma konusunda daha kolaycı ve sonuç sağlayıcıdır.

Birincisi yalnızlaşmayı, emeği, çabayı ve sabrı gerektirmekte, ikincisi ise yakınlığı, himayeyi, lütufkârlığı, boyun bükmeyi ve el açmayı.

Yaraya tuz basılan, kimsesizliğe derman olunan o hamilik, himayecilik, isterse zulmetsin, yaşanan acıyı unutturmakta ve adaleti sağlamasa da ikame etmektedir.

O şefaatçi el ve koruyucu hami yitirildiği takdirde, kahır dolu beklentilerin cehenneminden nasıl çıkılacak, insan oluşa dair o trajik yalnızlığı göze almaktan nasıl kurtulunacaktır? 

Bir taraftan hamiliğin ve ihtişamın cazibesi, öte yandan gerekirse ezildiği, hiçe sayıldığı, aşağılandığı bir güce sığınılarak terör ve tehdit gibi korkulardan kurtulma ya da bu koruyuculuğun kaybedilme duygusu, kazanmakla kaybetmek arasında çaresiz kalan muhafazakâr hissiyatı kendi ikileminin ikliminde tutar.

Yine de denklem bu kadar basit değildir elbette. O da kendine özgü bir deneyim, kurnazlık ve kışkırtıcılıkla, bu temel pasifizmi giderek bir siyasal aktörlüğe dönüştürür.

Yağmasa da damlayan bir üleşim mantığı ve düşmanlara hadlerinin bildirilmesi gibi muhafazakârlığın özünü oluşturan kaygı ve istekler, tebaa ile tâbi olunan arasındaki örtük bir sözleşmeye, bir tür işbirliğine işaret eder. 

Bu kritik direncin kırılamaması, kutsala ve geleneğe bağlılık gibi bir tür yüceltimde ifade olunsa da, işin özünde bastığı yeri kaybetmek istemeyen ve daha fazlasını da gözeten bir kendiliğin tahkimi vardır.

Bu ise yeri geldiğinde adaleti hiçe sayan bir bencillikle tezahür etse de, ailenin ve vatanın tahkimi gibi bahaneler bunu izah etmek için bir tür halk bilgeliğini üreterek gerçekliği örtbas eder.  

Bu muhafazakâr direnci ve sağcılığın güce tapınmaya dayanan içgüdülerini koruyan, sadece uzun bir iktidar döneminde bu iktidar denkleminin içinde yer alma duygusundan öte, nimetlerin paylaşımında toplumun önemli bir kesimine rağmen sürdürülen kirli bir işbirliğidir.  

Giderek tahammül sınırlarını aşan bu sinik rızanın formülü ise Erdoğan’ın özellikle son yıllarda etrafına yığdığı ve ancak büyülü bir ihtişamın sinematografisi tarafından görünmez kılınan bir ilişkiler ağının kirliliğine ve ötekilere rağmenliğine dayanır.

Ne var ki çoğu kez bu siyasal gerçekliğin üzerindeki bir yandan terör korkusuna öte yandan teknolojik üretimler ve sinematografik gösteriler gibi gücü ve himayeyi hissettiren bir büyüye dayanan o örtüyü kaldırmak ve toplumu ayıktırmak için salt söylemsel izahatlar yetmemekte. 

Belki de gereken bir çocuğun ama kral çıplak diyen o naif seslenişindeki özünde kahramanca bir etki ya da Hz. Musa’nın iktidarın ve ihtişamın büyüsünü iptal edişindeki gibi karşı bir stratejinin üretilmesindeki yorulmak bilmeyen bir çabadır.

Zira görülen o ki ezilen kitleler bu ezilmişliklerinden hoşnuttur ve egemenin yeri geldiğinde kendilerini aşağılamalarından bile zevk duymaktadırlar.

Kahrın da lütfun da hoşluğuna dair bu hissiyat, eldekini tutmaya ve ürkek adımlarla da olsa sahnenin önüne çağrılmaya icabet duygularıyla da beslenir.

Yoksa bu bir insan olmanın gerekirse kendisine lütfedilen nimeti geriye çevirmesindeki o Musa’ya özgü izzeti değildir.

Zira o kendisini küfranı nimetle, nankörlükle suçlayan firavuna şöyle demişti:

Başıma kaktığın iyiliğe gelince, bu İsrailoğullarını madunlaştırmanın (aşağılamanın) bir sonucu değil miydi? (Şuara, 22)

Hak, hukuk ve adalet arayışının insaniliğine dair istekler ve umutları hiçe sayan bir güce tapınma, itirazın ve alternatifin yeterince belirginleştirilemediği bir vasatta mevcut siyasal gerçekliğe rızaya ve varolan büyüleyici ihtişamı ve bunun toplumu sarıp sarmalayan kudretini yitirmeye dair bir kaygıya da dayanır.  

Muhafazakâr zihniyet açısından toplumsal imkânların adaletli bir biçimde paylaşıldığı bir hakkaniyet ve liyakat ortamının soğuk eşitlikçiliğindense, bunlara erişimde kişisel ilişkileri devreye sokan o minnet ve hamiyet duyguları, üsttekilerce muhatap alınmanın o lütufkâr üslubu daha sıcak, kaybedilmesi de göze alınamayacak bir hissiyattır. 

Vatanseverliğe ve himayeye dair bu korumacı hissiyat, elindekine rıza duygusunun ve daha fazlasını da gözetmenin sıcaklığıyla insanın içini ısıtan, acısını yatıştıran, yerine bir başkası konulamayan bir aidiyet duygusuyla, yitirilen ocağın (yurdun, ailenin, kutsallığın, adaletin, hakikatin ve hatta insanlığın) sıcaklığını ikame etmektedir. 

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com