Sistemin sistem olma vasfını normlar oluşturur. Yani bir yerde sistem söz konusu edilmişse, normlar da söz konusu edilmiş demektir. Oluş(turul)an normların sahip olduğu tarihsellik ve dolayısıyla arızilik –çünkü zaman, mekân ve ihtiyaçlar değişimle beraber geçiciliği de oluşturur- normlara müdahale etmeyi beraberinde getirir. İhtiyaçlar sorun olarak çözüm beklediği zaman, doğal olarak, çözüm için farklı anlayışlar da devreye girecektir. Sistemsel meşruiyetin gerekçeleriyle, sorunların kapsam alanları doğrudan ve kopmaz illiyet bağlarına sahiptir. Bu illiyet bağları, sorunların kamuoyunu ne kadar ilgilendirdiğini ortaya çıkarır. Dolayısıyla bir sorunun kamuoyu üzerindeki olumsuz etkisinin büyüklüğü, kapsam alanının büyüklüğünü de belirlediğini söyleyebiliriz. Sistemlerin meşruiyet sorunlarını, ilk etapta sistemlerin muhatap aldığı insanlarla olan bağlantılar oluşturur. Böylece sistemlerle insanlar arasında barışçıl bir diyalog süreci tesis edilmiş olur.
Bu teorik izahların daha iyi anlaşılması için bazı örnekler üzerinde durmak yararlı olacaktır. İki toplumsal sorunu örnek alarak çözümleme yapmaya çalışalım: Bunlardan bir tanesi kılık-kıyafet, diğeri ise anadilin kullanımı sorunudur.
Normal şartlar altında her insanın kendi değer yargılarına göre istediği kıyafeti seçip giymesi, herhangi bir sorun oluşturmamalıdır. Fakat yakın geçmişte Türkiye’de başörtüsü bağlamında önemli sorunlar yaşanmıştı. Özellikle de üniversite öğrencileri başörtüsü taktıkları için, öğrenim hakları ellerinden alınmıştı. Sadece üniversite öğrencileri değil, birçok kamu kuruluşunda da aynı konuda yasaklar söz konusuydu. Türkiye halkının kahir ekseriyeti kendisini Müslüman olarak adlandırıyor. Bu adlandırmanın bir gereği olarak, insanlar başlarını örtüyor. Tabi bu adlandırmaya tabi olduğu halde, başlarını örtmeyenler de vardır. Mesele bu değil. Dolayısıyla bu alanda oluşmuş olan sorunun kapsam alanına baktığımız zaman, çok büyük bir kapsam alanıyla karşılaşmış oluyoruz. Kaldı ki, zaten doğal haklar hususunda insanların çokluk-azlık durumları tayin edici bir role sahip olmamalıdır. Yani bir insanın da bin insanın da hakları aynı öneme sahip kabul edilmelidir.
Dilin kullanımı sorununa gelince, her insanın kendi ana dilini kullanarak hayatını sürdürmesi en doğal hakkıdır. Bunun tartışılacak bir tarafı olduğunu söylemek bile başlı başına vahim bir durumdur. Bugün Kürtler ana dillerini büyük oranda kullansalar da, eğitim dili olarak hala çözümlenmesi gereken bir sorun olarak varlığını muhafaza ediyor. Yani burada cari sistemin insanlara yaklaşımında, kapsam alanı bir hayli büyük olan bir sorun söz konusudur. İşte kapsam alanı ne olursa olsun, bu ve buna benzer sorunlarla birlikte sistemsel meşruiyet sorunu da ortaya çıkmış oluyor. Nerede bir sorun varsa, orada o sorunun konuşulmasından daha doğal bir şey olması da mümkün değildir. Toplumsal bünyeyi rahatsız eden, hatta bir sonraki aşamada sistem için, potansiyel bir varoluşsal riske dönüşen bütün sorunların ortak paydasında sistemsel meşruiyetin varlığına tanıklık ediyoruz.
Sistemsel meşruiyet sorunları var oldukça, toplumsal huzursuzluklar da var olacaktır. Bu sorunların giderilmesi, bir çözüme ulaşılması çoğunlukçu yaklaşımlardan çok, çoğulcu yaklaşımları gerektirir. Adaletin temini de ancak bu şekilde mümkün olabilir. Adalet, toplumsal çeşitliliğin ve sistemsel meşruiyetin harcı gibidir. Bu harç olmadan bireysel ve toplumsal varoluş ve bütünlükten söz etmek de mümkün olmayacaktır.
Ses benzerliği sebebiyle bu iki kavramı karıştırmamak gerekir. Çoğunlukçu yaklaşım sayısal olanı esas alır. Yani sayısal olarak çok olanların belirleyiciliği söz konusudur burada. Normal bir durum gibi görülen bu yaklaşımla birlikte çoğunlukçu bir diktatörlüğün de yolu açılmış olur. –Uç bir örnek olarak Hitler’i hatırlayalım- Azınlık da olsa her insanın adaletten yana paylarına düşeni almalarının önü kesilmiş olur. Bu doğrultudaki pozitivist homojen dayatmacı yaklaşım(lar), zulmü oluşturan sorunları da beraberinde getirir. Çoğulcu yaklaşım ise bütün farklılıkların dikkate alındığı yaklaşımdır. Ancak çoğulcu bir yaklaşımla beraber, kozmopolit kültürel bir ortam ve heterojen özgür ilişkiler varlıklarını sürdürebilir. Müslümanlar açısından olması gereken yaklaşımın, çoğulcu yaklaşım olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan İslam tarihi, sayısız örneklerin yaşandığı bir tarihtir.
Sistemsel meşruiyetin temeli adalettir. Adaletin tesisi ise değersel bir altyapıyı gerektirir. Değerlerin hükmü olmadan anlamlı ve yaşanabilir bir dünyayı oluşturmak da mümkün olmayacaktır. Günümüzün modern dünyası, değerlerin gücünden mahrum bir dünyadır. Güçlü olanın hükmüyle oluşan sistemsel meşruiyetler söz konusudur. Onun için insanlık, sorunlarla çepeçevre kuşatılmış durumdadır. Algıları bile ipotek altına almanın mümkün olduğu bir savrulma hali yaşanmaktadır. Böyle olunca da hayat ve hayatın içindeki her şey yapısal özgünlüğünü yitirerek “şeyleşmiş” olur. Özellikle insan “şeyleştiği” zaman, bütün manipülasyonlar için birer nesne haline gelmiş olur. Müslümanlar olarak sahip olduğumuz görüntü tam olarak bu manzarayı yansıtmaktadır. Onun için kendi değerlerimizden oluşan sistemsel meşruiyetimizi oluşturmamız, öncelikli sorumluluk olarak tebarüz etmektedir.