Sayın okuyucumuz yazılarımızda sıklıkla toplumsal mükellefiyetlerimize temas ediyoruz. Özellikle Sevgili Peygamberimiz'in Medine'de tesis ettiği anaysal düzen bizim için "usvetun hasene" olması hasebiyle "Asr-ı Saadet "ten, "Medine-i Fazıla"dan örnekler vermekteyiz. Bu örnekliğin evrensel nitelikli olmasından dolayı biz ümmet için kıyamate kadar geçerliliği vardır. İran coğrafyası hariç ümmet bütünlüğü içerisinde müesses nizam sorumluluğu ifa edilmediğinden dolayı Furkan Sûresi'nin 30'ncu ayetinde belirtildiği üzere Kûr'ân'ın mahcur (terkedilmiş) olarak bırakıldığına tanık olmaktayız. Ne üzücüdür ki, içerisinde bulunduğumuz toplumun ezici çoğunluğu Kûr'anî değerlerin terk edilmiş olduğunun farkında bile değil.
İslâm'ı namaz, oruç ve güzel ahlâktan ibaret sanıyorlar. Güzel ahlâkın muhtevasını da bilmiyorlar. Bireysel ahlâk dibe vurmuş vaziyette. Şu sokakların hâline bakın, bu toplum sahiden İslâm toplumu mu? Bireysel sorumluluklara bigâne kalındığı gibi toplumsal mükellefiyetlerimiz de rafa kaldırılmış.Şunu ifade etmiş olalım ki, yüce dinimiz İslâm ile alakalı insanlarımızın pek çoğunda algı eksikliği ve kavram kargaşası var. İslâm'ın muhteva ve içeriği hususunda birçok insanımızın zihni eski deyimle müşevveş, yani belirsiz, karışık ve düzensiz düşünce yapısına sahip.. Kısacası, İslâmiyetin fonksiyonel yapısı ve ön gördüğü etkinlik alanı ile ilgili insanlarımızın kafası karışık. Zira içerisinde bulunduğumuz rejimin kurucu iradesi Batılı laik yöneticilere öykünerek onların Hıristiyanlığa biçtiği rolün bir benzerini yüce İslâm dinine biçmişler ve halka bu anlayışı empoze etmişler. Buna ilişkin en önemli argümanları, "din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması" prensibidir.
Bu anlayış, bu prensip laikliğin gereği olarak TC Anayasası'na "değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez" bir kural olarak konmuş. Bu ilke Batı toplumlarında kabul görmekle birlikte pratik olarak sadece Fransa'da uygulanmaktadır. (Kabul görmüş çünkü Avrupa'da 1789 Fransız devrimi öncesi din adına Engizisyon mahkemelerinin baskıcı/totaliter/despotik yönetim anlayışı egemendi ve halk bu yönetimden bizar olmuştu, yani memnun değildi.) Laik/seküler diye bildiğimiz Avrupa ülkelerinin anayasalarına bakın, ilk sayfasını açtığınızda "Gottes namen" (Allah'ın adıyla) ibaresi karşınıza çıkacaktır. Elbette bu demek değildir ki Avrupa ülkeleri din kurallarına göre yönetiliyor. Zaten ellerindeki kutsal kitap İncil tahrifata uğramış olduğu için toplumsal düzenin tanzimine ilişkin pratikte uygulayacakları kurallardan/kanun ve hükümlerden mahrumlar. Kendilerini "Ehl-i Sünnet Vel Cemaat" diye tanımlayan kesim ise, tarihteki uygulamalarla alâkalı şöyle bir açmazları bulunmaktadır: Örnek alacakları yönetim biçimi Emeviler mi, Abbasiler mi, Selçuklular mı, yoksa Osmanlı mı olacak? Osmanlı'yı veya diğer yönetimlerden birini referans almakalksalar İslâm'a mugayir olan monarşi/saltanat yöntemi ile karşılaşmış olacaklar. Bu yüzden insanlarımız kavram kargaşası yaşamaktadır.
Oysa Merhum Erbakan Hocamız zaman zaman Osmanlı'ya atıfta bulunsa da motamot referans alacağı Osmanlı değil Asr-ı Saadet örnekliği idi. Hatta Erbakan Hocamız birçok konuşmasında Sevgili Peygamberimiz'in Medine'de tesis etmiş olduğu site devletine atıfta bulunarak "Adil Düzen" ifadesini kullanmaktaydı. Erbakan Hocamız din-devlet ilişkisini şöyle refere ediyordu: "Bana diyorlar ki ne işin var siyasetle, otur Kûr'ân'ını oku. Ben de oturup Kûr'ân okuduğumda, Kûr'ân bana diyor ki, 'ayağa kalk ve kötülüklere karşı cihat et/mücadele et ve adil bir düzen kur." Hiç kuşkusuz Merhum Erbakan Hocamız Kûr'ân okuyan ve Kûr'ân'ın emirlerini bilen ve bu minvâl üzere hareket eden bir siyasî liderdi...
İslâm her şeyden önce yasama, yürütme ve yargı organlarıyla hukukun üstünlüğünü esas alan ve bunu ibadî bir görev olarak ümmete sunan bir dindir. Yani kısacası İslâm ibadeti siyaset, siyaseti ibadet olan bir dindir.
Bakınız, yadsınamaz ilâhî bir hakikat olarak vereceğimiz bir kaç ayet örneği ile din-devlet ilişkisini birbirinden ayıramayacağımız ortaya çıkmaktadır. "Yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr'ân'ı ve mizanı indirdik." (Hadid: 25)Demek oluyor ki, adalet temeline dayalı bir düzen kurulması için Kûr'ân'daki hukuk kuralları referens alınması gerekiyor.
"Yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya ve din hükümleri Allah adına tatbik edilinceye kadar zalimlere karşı mücadele ediniz." (Bakara: 193)
Bu ilâhî buyruktan çıkan sonuç; din hükümlerine dayanan bir müesses nizamın kurulması için gayri meşru (adil olmayan/zalim) yönetimlere karşı mücadele bir zorunluluktur...
Şimdi aktaracağımız ayet ise üstteki mükellefiyetimizi teyit etmektedir.
"Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz iyi olanı tesis eder olumsuz olanı bertaraf edersiniz." (Al-i İmrân: 110)
İlâhî buyruklarda görüldüğü gibi din-devlet ilişkisini birbirinden ayırabilmemiz için bu ayetleri ilga etmemiz ve yok saymamız gerekmektedir. Böyle bir şey yapmaya teşebbüs etsek, yani devlet idaresi ile ilgili hukuk kurallarını Kûr'ân'dan çıkarmaya kalkacak olursak Allah Teâlâ'nın bizi şiddetli bir şekilde uyardığı şu hükmün muhatabı oluruz: "Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Bunu yapanların cezası dünya hayatında istikrarsız bir hayat yaşamaktır. Ahirette ise bunu yapanların cezası şiddetli azaba uğramaktır." (Bakara: 85) Bir başka ayette de benzeri bir uyarı yapılmaktadır: "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir yaşam vardır. Ahirette ise kör olarak haşredileceklerdir." (Tâ Hâ: 124)
Açıkçası Allah Teâlâ, kulluk muvacehesinde kamusal alanın, yani devlet düzeninin tanzimine ilişkin İslâm ümmetine bir misyon yüklemiş bulunmaktadır. Bu misyonun aksine davrananlar hakkında şu ayetle son noktayı koyuyor:
"Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir." (Mâide: 44)
Ayetlerden de görüldüğü gibi biz Müslümanlar olarak Allah Teâlâ'nın hükümlerine kayıtsız şartsız teslim olmak durumundayız. Zaten Müslüman kelimesinin terminolojik anlamı; "Allah Teâlâ'nın hükümlerine kayıtsız şartsız teslim olan" demektir. Müslümanlar olarak Allah Teâlâ'nın yasalarına uygun bir hayat yaşamak zorundayız. Biz aile kurarken, biz kamusal alanı tanzim ederken Allah Teâlâ'nın kanun ve yasalarını referens almak durumundayız. Allah Teâlâ, biz Müslümanları beşerî kanun ve ideolojilere yönelmememiz için uyarıyor: "Zalime meyletme yoksa sana da ateş dokunur." (Hûd: 113) "Allah'tan daha iyi hüküm koyan var mıdır?" (Mâide: 50)
Bir başka ayette ise, "Allah hüküm koymada kendisine ortak kabul etmemektedir." (Kehf: 26) diyerek katışıksız bir şekilde Allah Teâlâ'nın hükümlerine tabi olmamız emrediliyor. Bu teslimiyet bizim için Müslüman olmamızın gereğidir.
Sonuç olarak ifade edecek olursak, Allah Teâlâ bizi kendisine kulluk etmemiz için yaratmış. Kulluk sadece namaz, oruç, zekât ve güzel ahlâktan ibaret değil. Biz Allah Teâlâ'nın buyrukları muvacehesinde müesses bir nizam kurmak durumundayız. Bunun çabasını göstermek bizim için imânî bir vecibedir. Merhum Erbakan Hocamız diyor ki: "Adil düzen kurmak ve İslâm birliğini tesis etmek için Allah Teâlâ sana yüz adım atma gücü vermişse buna mukabil sen doksan beş adım atmışsan geriye kalan beş adımın hesabını mahşer günü Allah sana soracaktır."
Allah Teâlâ, Hûd Sûresi'nin 116 ve 117'nci ayetlerinde toplumsal düzenin tanzimine ilişkin kamusal sorumluluklarımıza işaret etmektedir. Bu tür ayetler devlet mekanizmasının gerekliliğini hatırlatıyor...."Sizden önceki nesillerin yöneticileri, yeryüzünde kötülüklere engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız pek azdır. Kendilerine verilen nimete karşı nankörlük edenler suçlu oldular." (Hud:116)
"Rabbin, halkı iyilik peşinde olan ülkeleri haksız yere helâk edecek değildir." (Hud: 117)
Rabbim bizleri sorumluluklarını kuşanan kullarından eylesin...
Vesselâm.