Tarih boyu olduğu gibi günümüzde de İslâm ümmetinin en büyük sorunlarından biri tefrika ve bölünmüşlük hastalığı olduğu kanaatindeyiz. Aklı selim her Müslüman bunun farkındadır zaten. Ki bu bölünmüşlük hastalığı içinden çıkılmaz birçok sorunu da beraberinde getirmiş bulunmaktadır. Ümmetin bünyesinde bulunan her türlü istikrarsızlık, güvensizlik ve sosyolojik problemlerden tutun uluslararası arenadaki inisiyatif ve yaptırım gücüne sahip olamayışımıza kadar tüm sorunlar yumağı "tek devlet" birlikteliğimizi tesis edemeyişimizden kaynaklanmaktadır.
Zaten Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetinde biz Müslümanları ikaz ederek bu gerçeği bildirmektedir. Birkaç ayet örnek verecek olursak: "Toptan Allah'ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin, dağılıp arılmayın, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..." (Âl-i İmrân:103) "Dinlerini parçalayıp guruplaşanlardan olmayın..." (Rum:32) "Her grup kendi taraftarlarıyla övünmektedir.." (Mu'minun:53) "Ey Muhammed! Gerçek şu ki, dinlerini parça parça edip gruplaşanlar, sen hiçbir şekilde onlardan değilsin.." (En'âm:159) "Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, devletiniz (gücünüz) gider. Sabredin. Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfâl:46)
Görüldüğü gibi ayetler çok açık ve net bir şekilde vakıayı ortaya sermektedir. Genel anlamda İslâm ümmeti bu ayetleri kaale alıp bir tek "İslâm Devleti" çatısı altında birleşseydi elbette ki dünyanın çehresi bugün böyle olmayacaktı. İstikrarımız ve gücümüz buna bağlıydı. Ancak bu olmadı. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki: "Zikrimden (buyruklarımdan) yüz çevirenlere dünya hayatında istikrarsızlık vardır.." (Tâ-Hâ:124) Eğer ümmet olarak Rabbimiz'in buyrukları doğrultusunda birlik ve beraberliğimizi kurumsal olarak tesis etseydik hiç kuşkusuz gücümüzün önüne hiçbir beşerî güç geçemiyecekti. "Usvetün hasene" bağlamında mustazaf halkların hamisi ve dünyanın efendisi biz olacaktık. Doğal kaynaklarımız ekolojik dengeyi tahrib etmeden değerlendirilecekti. Üretim ve tüketim anlayışı her türlü israfın önüne geçilerek tamamen makûl ve ihtiyaç nispetinde olacaktı. Adil paylaşımla tüm insanların ekonomik sorunları hâlledilecekti. Askerî ve siyasî erkimizle uluslararası yaptırım gücüne kavuşmuş olarak dünya barışı ve güvenliği teminat altına almış olacaktı... Şu hakikati bilmiş olmalısınız ki bu söylediklerimizden zerre kadar şüphe ve tereddütümüz yoktur. Çünkü Rabbimiz "vaad'us sadık"tır. Yeter ki biz Müslümanlar ümmet geneline taalluk eden sorumluluğumuzu ifa etmiş olalım.
Bunun ön şartı üst kimliğimize rücû etmektir. Çünkü bu ümmet genel anlamda alt kimliklerde sınıfta kalmış durumdadır. Üst kimliğe, üst sınıfa bir türlü geçememiştir. Bu aslında mümeyyiz olamama durumudur. Öyleki Sevgili Peygamberimiz'den (s.a.a) kısa bir süre sonra alt kimliklerin neş'vü nema bulmasıyla ümmette gruplaşmalar ve hizipler de devreye girmiş oldu. Asr-ı Saâdet'ten 100 sene sonrasında bu alt kimlik sayısı 100'ü aşmış bulunmaktaydı. Bunlar farklı isimler altında fıkhî ekoller olarak taraftar bulabilmişlerdi. Oysa üst kimlikle ve gerçek vasîlerin rehberiyetinde bu kutsal vazife yoluna devam etmeliydi. Çok açık ve yalın bir ifade kullanacak olursak müntesipler farkında olmasa da Emevî zihniyeti bu alt kimlikleri üst kimliğe alternatif olarak devreye sokmuş bulunmaktaydı. Emevîlerin Ehl-i Beyt imâmlarına olan düşmanlığı da bu nedenleydi. Müslümanlar bu ihaneti nasıl göremedi? Oysa aidiyet ve üst kimlik hususunda ümmmet asla mazur değildir. Rabbimiz biz Müslümanlar için, "Siz Kur'ân'ı okumaktasınız" (Bakara:44) diye uyarmaktadır.
"Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır." (Secde:22)
Ayetten de anlaşıldığı üzere Müslümanlar ümmete rehberlik etmesi gerekenlerden ve vahdetten yüz çevirmesi asla mazur değildir. Biz ümmet olarak nefislerimize zulmettik. "Lâ ilâhe illâ ente subhaneke innî kuntu minezzalimin." (Enbiyâ:87) Çünkü Rabbimiz rehberiyet hususunda ve vahdet konusunda birçok ayetle biz Müslümanları uyarmakta ve bu emirlere riayet edilmediği süre sonucunun da elem verici sıkıntı ve istikrarsızlıklara sebebebiyet vereceğini bildirmekteydi. Buna rağmen Müslümanlar nasıl mazeret uydurabilir ki? Ümmetin hâli pür melâli ortada. Kur'ân-ı Kerim müntesiplerine mükemmel bir medeniyet projesi sunuyor. İslâm ümmeti ise bu medeniyet projesinin fersah fersah uzağında duruyor.
"Onlar bir ümmetti geldi ve geçti." (Bakara:134) Şimdi biz kendimize bakmak durumundayız. Biz doğru yola, sırat-ı mustakime, üst kimliğimize ihlâsla ve sadakatle yönelip sarılırsak ve rehberiyet makamına sahip çıkarsak hiç kuşkusuz hayırlı sonuçlar devşireceğiz.
Yabancı bir diyarda olduğunuzu düşünün, bir memleketlinizle tanışıyorsunuz, tereddütsüz olarak birbirinize etnik kimliğinizi, mezhebinizi, meşrebinizi ve hatta dininizi bile sormadan dostane bir ilişki geliştirirsiniz. Zamanla birbirinizin mezhebini ve meşrebini öğrendiğinizde aranıza asla mesafe girmez. Zira kurmuş olduğunuz ilk dostluğun hatırı vardır. Ve bu dostluğunuza kimlik va aidiyetiniz engel teşkil etmemektedir. Ömrünün 35 yılını gurbette geçirmiş biri olarak bu aktardığımız tecrübeyle sabit. Bir başka örnek verecek olursak, yine yabancı bir ülkedesiniz, komşularınız ve iş arkadaşlarınız değişik dinlere mensup insanlar ama iyi ilişkiler içerisindesiniz. "Hiç mi hazetmediğiniz veya sizi hazetmeyen yok" diye sorar gibisiniz. Elbette var ancak ilişkiler nezaket kuralları çerçevesinde sürdürüldüğü için bu hazetmeme durumu düşmanlığa asla dönüşmemektedir. Bir başka örnek hapishaneden verilebilir. Aynı koğuşu paylaştığınız insanların arasında hırsız, katil, tecavüzcü vs. ne kadar adi suç varsa bunları işlemiş kişiler oradadır. Ama siz disiplin ve hapishane kuralları gereği asayişe riayet etmek zorundasınız. Sabırla metanetle bu kurallara uyuyorsunuz. Aksi takdirde disilin cezası alabilir ve hatta hücreye atılabilirsiniz.
Vermiş olduğumuz bu örneklerin arkasında yatan saik nezaket kuralları, hoşgörü, tahammül, disilin ve ceza korkusudur. Peki biz Müslümanlar Allah'ın emrine ve mücazat tehdidine rağmen neden birbirimizle iyi ilişkiler geliştiremiyoruz. Neden ümmet genelinde bir vahdet oluşturamıyoruz? Verdiğimiz örneklerde insanlar konjonktürel şartlardan dolayı iyi ilişkiler kurabiliyorken, dinimizin emri neden yerine getirilmiyor? İşyerinde farklı dinden olanlarla veya hapishanedeki hırsızla, katille bir arada duruyoruz da din kardeşimizle nasıl bir araya gelemiyoruz?
Bir başka örnek verelim: Düşman ordusu vatanınınıza saldırıyor, buna mukabil seferberlik ilân edilir, eli silah tutan herkes koşar cihad meydanına. Böyle bir hengâmede kimse kimsenin mezhebini, meşrebini sormaz. Büyük bir ivedilikle omumuz omuza verilir ve hep birlikte, dayanışma içerisinde düşmana karşı koyulur. Kısaca diyeceğimiz o ki, olağanüstü hâllerde, bir savaş, bir deprem ve bir felâket esnasında dayanışma içerisinde olabiliyoruz da neden normal zamanlarda bir araya gelemiyoruz? Alt kimlikler bu kadar mı belirleyici ve ayrıştırıcı oluyor? Şu bir hakikat ki, bölen, dışlayan, ötekileştiren ve ayrıştıran bir kimlik sahibini dalâletten ve felâketten başka bir yere götürmez.
Üst kimliğimiz olan Müslümanlık tüm temel ögeleriyle bizim manifestomuzdur. Örneğin Kur'ân-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.a), Ehl-Beyt imâmları, Kâbe, namaz, zekât, oruç, emr-i maruf, nehy-i münker, sevgi, şefkat, merhamet, adalet, paylaşım, dayanışma, ahde vefa, sadakat, eminlik ve benzerî hasletler bizim üst kimliğimizi oluşturan ortak unsur ve sıfatlardır. En önemli sıfat ve özellilerimizden biri de kardeş oluşumuzdur. "Ancak Müslümanlar kardeştir, o hâlde kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkup sakının. Umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat:10)
Din kardeşlerinin ilâhî hukuk nezdinde birbirlerine karşı sorumlulukları vardır. Bu hukuk üst kimlikte ifadesini bulmaktadır. Bu bir futbol kulübünün taraftarları gibi bir durum değildur. Her hangi bir sivil toplum örgütüne üyelik gibi de değildir. Üst kimlik imân ve aidiyetten kaynaklanmaktadır. Alanı ise dünya ile de sınırlı değildir. Halk arasında "Ahret kardeşliği" diye meşhur bir ifade vardır. Bu basit bir söylem değildir. Gerçekte bu işin ahiret boyutu vardır. Ve biz ahirette sevdiklerimizle haşrolacağız. Mü'min mü'mini sevmek zorundadır. Bu mü'min olmamızın, üst kimliğimizin gereğidir. Nitekim defaatle ifade ettiğimiz gibi Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: "İmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız." İşte bu bizim üst kimlik manifestomuzdur.
Müslüman kardeşinizin mezhebi, meşrebi, mensup olduğu fıkhî ekolü ne olursa olsun kendisini İslâm'a isnad ediyorsa, "ben Müslümanım" diyorsa o kişi sizin kardeşinizdir. Onun çetelesini tutmak, onu mezhebinden, meşrebinden, ictihadî düşünce ve fikirlerinden dolayı ötekileştirmek, dışlamak ve hele hele tekfir etmek kimsenin haddine değildir. Bizi üst kimliğimiz, bizi Müslüman oluşumuz bağlar. Gerisi füruattandır. Doğru bildiğinizi kardeşinize aktarırken onu kırmadan, incitmeden bu işi yapmalısınız. O da sizi tahammülle dinlemeli. "Sözü dinlemek ve doğrusuna uymak" Kur'ânî bir ilkedir. (Zümer:18)
Uyulacak ve söylenecek en güzel söz, "Ben Müslümanım" diyebilmektir.
"Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve 'Gerçekten ben Müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kimdir. (Fussilet:33)