Mütedeyyin insanlar olarak maşallah namaz, oruç ve hac ibadetlerimiz aksamadan gidiyor. İyi güzel de yüce dinimizin emirleri bu üç ibadet türünden mi müteşekkil? Acaba aile yuvamızda ve sosyal hayatımıza ilişkin başka sorumluluklarımız yok mu? Son zamanlar gözlemlediğimiz o ki, gerek aile bireylerimize yönelik, gerek sosyal hayat içerisinde yek diğerimize karşı kayıtsız ve umursamaz hâllerimiz var. En yakınlarımızdan bile sadır olan olumsuzluklara yapıcı ve uyarıcı tepki yerine “vurdum duymaz” tavır takınabiliyoruz. Aslında böylesi lakayt tutum ve davranışlar toplumsal yozlaşmaya katkı sağlamaktan başka bir şey değildir. Örneğin birçok ebeveynde kız - erkek çocuğu arasında ayrımcılık yaptıklarına tanık olmaktayız. Ahlâki bağlamda kız çocuklarına gösterilen hassasiyet erkek çocuklarına gösterilmemektedir. Sosyal aktivitelerde veya Almanca tabirle “ausgang” dediğimiz gezip tozmalarda erkek çocuklarına her türlü tolerans tanınırken kız çocuklarına sınırlama getirilmektedir. Oysa aynı hassasiyet erkek çocukları için de geçerli olmalıdır. Sokaktaki menfi etkileşim ve kötü örnek tabloları erkek çocukları için de tehlike oluşturmaktadır. Yüce dinimizde haram olan bir davranış, “erkeğe mubah” diye bir kural yoktur. İslâm’a özgü ahlâk kriterleri, kız - erkek herkes için geçerli olan davranış kalıplarıdır. Elbetteki bazı anne - babaların aymazlığını kız çocukları üzerinde de görmekteyiz. Okul çıkışlarında veya sokakta (grup halinde), yanlarından geçmekte olduğunuz kız öğrencilerin, tıpkı bazı edepsiz erkek çocukları gibi yüksek ses tonuyla malayani - edebe aykırı - argo konuşmalarına tanık olmuşsunuzdur. Daha açık ifade edecek olursak, söz konusu kızlar, lümpen - şımarık erkek öğrencilerin arasında (tıpkı onlar gibi), son derece yılışık bir şekilde itişip kakışarak ve gülüşmeler - kahkahalar eşliğinde ağıza alınmayacak küfürlü sözler sarf ettiklerine şahit olmaktayız. Bu duruma tanık olan bazı arkadaşlarımız, “gençlerimiz ne hâle gelmiş, büyük bir ahlâk erozyonu yaşıyoruz” diyerek serzenişte bulunmaktadır. İfade etmek istediğimiz o ki; “çevre ve sokak” mazeretine sığınmamalıyız, ebeveynler olarak çocuklarımıza küçük yaştan itibaren “emr-i maruf ve nehy-i münker” telkinlerinde bulunmalıyız. Ayrıca şunu da belirtmiş olalım ki, son birkaç yıldan beri tesettür ve kılık kıyafette de savrulmalara tanık olmaktayız. Bakıyorsunuz başında başörtüsü, ancak giydiği pantolon ve bluz beden hatlarını tamamen meydana çıkarmış vaziyette. Böylesi kıyafetlerle sergilenmekte olan “bedensel teşhir” değil de nedir? Kıyafet dediğimiz “cinsel cazibe ve göz zinası”na sebebiyet vermeyecek şekilde olmalıdır. Ebeveynlerde “emr-i maruf ve nehy-i münker” hassasiyeti olmayınca edep, ahlâk, adabı muaşeret ve tesettürde savrulmalar kaçınılmaz olmaktadır... Konumuza istinaden ifade edecek olursak, geniş kapsamlı olan “Emr-i maruf ve nehy- i münker” vecibesi İslâm’ın devlet anlayışında
kamusal alana tekabül eden ve özel anlamda emniyet birimlerinin uhdesinde olan kurallar manzumesi olarak vardır. Genel anlamda ise bayındırlık hizmetleri ve trafik kuralları da buna dahildir. Hatta bu olayı daha geniş bir perspektifle Kûr’ân zaviyesinden değerlendirecek olursak “emr-i maruf ve nehy-i münker” olgusu tüm yeryüzünde vuku bulan olumsuzlukların bertaraf edilip yaşanabilir bir dünyanın tesisi için insanlığın hayrına olan iyilik ve adalete ilişkin ne varsa yeryüzüne egemen kılınmasına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyi olanı tesis eder, kötü olanı bertaraf edersiniz.” (Al-i İmrân:110) Yine bu kapsamda bir başka ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Biz, yeryüzünde adaleti kaim kılmanız için Kûr’ân’ı ve mizanı indirdik.” (Hadid:25) Bizim bu satırlarda ifade etmek ve hatırlatmak istediğimiz ise bu vecibenin bireylere tekabül eden kısmı. Biz Müslümanlar olarak öncelikle evlerimizde, aile yapımızda olumsuzluklara karşı önleyici tedbirler almalıyız, varsa da onları bertaraf etmeye çabalamalıyız. Aynı şekilde eşgüdümlü olarak aile yuvamızda adaleti ve iyi olanı tesis etmeye gayret etmeliyiz. Bu işe örnek davranışlarla ve öğütle - nasihatle başlamalıyız. Nasihat kavramını da bu bağlamda değerlendirmeliyiz. Millî eğitim müfredatında her ne kadar “din ve ahlâk” dersi olsa da devlet nasihatte bulunmaz. Devlet yasama, yürütme ve yargı organları olarak vardır. Devlet kuralcıdır. Siyaset bu minvâl üzere yürür. Nasihat ise anne - babanın işidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde, önemine binaen üç kez tekrarlayıp, “Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir” ifadesini dile getirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ nasihatin müminlere yaralı olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Sen öğüt verip hatırlat! Çünkü gerçekten nasihat ve hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.” (Zariyat:55) Diyeceğimiz o ki “nasihat” kavramını dar kalıplara hapsetmemeliyiz. Öğüt ve nasihat kime karşı olursa olsun azarlama ve tahkir etme amaçlı değil, yapıcı niyetle olmalıdır. Bir hatayı, bir yanlışı düzeltelim derken asla kırıcı ve örseleyici olmamalıyız. “Sen onlara Allah’tan bir rahmet olarak yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın etrafından dağılırlardı.” (Al-i İmrân:159) Muhatabımız evladımız da olsa ölçümüz bu olmalı.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde, “Allah Teâlâ, çocukların ahlâkî eğitim bakımından ihmal edilişlerine gazaplandığı kadar hiçbir şeye gazaplanmamıştır” diye buyurmaktadır. Birçok ebeveynin yapmış olduğu yanlış, baştan ihmaller ve görmemezlikler oluyor, sonrasında çocuk bir hata veya bir yanlış yaptığında ağır tepkilerle olaya müdahil olunuyor ve çocuk kaba bir yöntemle tedip edilmeye çalışılıyor. Sonra ver gelsin şikayet ve serzenişler. Oysa müdahale ve nasihatler zaman ve zemine uygun olarak yerli yerinde (önleyici tedbir kapsamında) olmalıdır. Kısacası ebeveynler olarak sorumluluğumuz ve vebalimiz büyük. Çocuklarımıza ve aile efradımıza karşı asla ihmalkâr ve duyarsız olmamalıyız. Rabbimiz buyuruyor ki: “Yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem azabından kendinizi ve aile efradınızı koruyunuz.” (Tahrim:6) Elbette ki sadece çocuklarımıza ve aile halkımıza karşı değil, komşu ve akrabalarımıza karşı da mesulüz. Hatta iletişim hâlinde olduğumuz her insana karşı insanî sorumluluğumuz vardır.
Rabbimiz buyuruyor ki: “İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın.” (Maide:2) iyilik ve takva konusunda yardımlaşma fiilen olduğu gibi örnek davranışlarla olabilmektedir. Aynı durum günah ve haddi aşmada da olabilmektedir. Örneğin devlet içkiyi, faizi ve fuhşu meşrulaştırırsa bu cürümlerin yaygınlaşmasına da vesile olur. Rabbimiz, böylesi bir duruma şöyle dikkatimizi çekiyor: “Allah’ın kendilerine nimet olarak bahşetti yasaların yerine, (büyük bir nankörlük sergileyerek) küstahça başka kanunlar koyan ve bu şekilde halkını küfre ve helake sürükleyen, halkına cehennemin yolunu açan iktidar sahiplerini görmüyor musun?” (İbrahim:28) Elbetteki böylesi durumlarda “emr-i maruf ve nehy-i münker” vecibesi toplumsal bir sorumluluk olarak devreye girmektedir. Müslümanlar Allah Teâlâ’nın yasalarına uygun bir toplumsal doku oluşturmak ve söz konusu münkeratı bertaraf etmek için organizeli bir mücadele sürecine girmek zorundadır. Farz-ı kifaye olan bu vecibe önemine binaen bazen de farz-ı ayn olabilmektedir. Elbetteki bu mücadele yani bu kapsamdaki “emr-i maruf ve nehy-i münker” vecibesi terör ve anarşik eylemlere mahâl vermeden makul, mümkün ve meşru sınırlar çerçevesinde olmalıdır. Nasılki çocuğunuzu tedip etmek adına “emr-i maruf ve nehy-i münker” vecibesini ifa ederken şiddet uygulamanız yerinde bir davranış olmadığı gibi, din adına toplumsal düzenin tanzimi için şiddete baş vurmanız caiz değildir. Bugün Suriye’de IŞİD, El-Kaide, El-Nusra Cephesi - HTŞ (Heyet Tahrir el Şam) gibi terör örgütlerin din adına uyguladığı insanlık dışı şiddet olayları canavarlıktan başka bir şey değildir. Yüce dinimizdeki cihad anlayışı ve “emr-i maruf ve nehy-i münker” olgusu şiddet içerikli bir cevazı asla vermemektedir. Şu bir gerçek ki, dinî vecibeler ehlinden öğrenilmezse ailevî ve toplumsal felaketlere maruz kalmak kaçınılmaz olmaktadır. Bazen ihmal edilerek, bazen yanlış uygulanarak büyük veballere girilmektedir. Kısaca ifade edecek olursak “emr-i maruf - nehy-i münker” ve “nasihat” olgusu ile ilgili vecibeler asla ihmal edilmemeli ve bu vecibeleri uygulama adına ifrat ve tefrite gidilmemelidir.