İslâm ümmeti genelinde sevgi ve kardeşliğimizi tesis edebilmemiz için öncelikli olarak nefs tezkiyesine ve vicdan muhasebesine ihtiyacımız olduğu izahtan varestedir. Başlıktaki "tasavvuf" kavramından kastımız budur.
Her ne kadar istismara uğramış olsa da amacına uygun faydalanıldığında tasavvuf, nefs tezkiyesine ve merhamet duygularını harekete geçirmeye en çok katkı sağlayan bir okuldur. Tasavvuf miskinlik ve anti sosyal bir yaşama angaje olmak anlamına gelmemektedir. Tasavvuf, Müslüman kimliğine irfanî, ahlâkî ve vicdanî bir boyut kazandırmaktadır. Bu nedenle dinî bir kavram olarak tasavvuf, nefs tezkiyesi ve adab-ı muaşeret kurallarını öğrenmeye matuftur.
Yeryüzündeki imtihanımızın gereği olarak Rabbimiz biz insanoğlunu hayra ve şerre mütemayil olarak yaratmıştır. Nefsimizde taşıdığımız menfî eğilimlerimizle baş edebilmemiz ve müspet hasletlerimizden faydalanabilmemiz için mutlaka köklü bir eğitime ihtiyacımız vardır. Her şeyden önce insan anti sosyal bir varlık olarak yaratılmamıştır. İnsanın kendisine, ailesine ve içerisinde bulunduğu toplumuna karşı aidiyet bazda sorumlulukları vardır.
Bu sorumluluklarla ilgili kriterler Kur'ân ve nebevî sünnette kayıt altındadır. Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) ve onun vasîleri olan Ehl-i Beyt imâmlarımızın yaşamı her bir Müslüman için numune-i timsaldir. Kişilik ve şahsiyetimizi bu nebevî kodlara göre şekillendirmek durumundayız. "Andolsun ki Allah'ın Resulü'nde, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar için 'usvetün hasene' (güzel örnek) vardır." (Ahzâb:21) (Almancası: "Forbild")
Öncelikle şunu belirtmiş olalım ki, gerek Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve gerekse mutahhar Ehl-i Beyt imâmlarımız nezih ve pak yaşamlarıyla bize örnek olmuşlardı. Onların pratikteki yaşamları bizler için "numune-i timsâl"dir. Vakıanın bir başka boyutu ise edim ve ibadetlerle ilgili olarak kendi nefislerinde yaşamadıklarını ve kendilerinin pratize etmediklerini bize emretmemişlerdir. Allah'ın buyruklarını önce kendi nefislerinde yaşıyorlardı. En güzel örneklik (usvetun hasene) budur. Yaşıyarak, pratize ve tatbik ederek örnek olmak asıldır. Âlimlerimiz de bu örnekliği sergilemeliler. Onlar da Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imâmları gibi tüm İslâm ümmetine karşı kuşatıcı, gönül okşayıcı ve pederâne bir şekilde şefkât ve merhamet kanatlarını indirmeliler. Mezhep ve meşrep taassubuna kapılarak asla dışlayıcı ve ötekileştirici beyanatlarda bulunmamalılar. Bütün söylem ve hitabetlerinde ümmetin genel maslahatını gözetmeliler.
Nefsin zapt-u rapt altına alınması görevi sadece avama yönelik bir ödev değildir. Âlimlerimiz de nefsanî iğva ve dürtülere karşı teyakkuz hâlinde olmalılar. Eğer onlarda bu bağlamda bir zaafiyet ve bir kayma olursa normal halkın kayıp dejenere olması daha çabuk olur. Konumuza ışık tutan bir hikâye anlatılmaktadır: Çocuk buz üzerinde kaymaktadır. Bunu gören hoca çocuğu uyarır. "Oğlum kayma, düşer bir tarafını incitirsin!" Çocuğun verdiği cevap enteresandır: "Hocam asıl sen kayma, sen kayarsan millet kayar, sen düşersen millet düşer." Evet, ne yazık ki, günümüzde birçok âlim denilen kişi kaymış ve düşmüş vaziyettedir. Ve bunlar ne yazık ki müntesiplerini de düşürmüşlerdir. Eğer söz konusu ettiğimiz âlimler müntesiplerine kendilerinin dışındaki cemaatleri ötekileştirici, dışlayıcı ve hatta tekfir edici beyanatlarda bulunmamış olsa ve farklı ictihadî yaklaşımlara rağmen vahdetten, ümmetin birlik ve beraberlik içerisinde olması gerektiğinden söz etseler ve bu minvâl üzere irşad ve vaazlarda bulunsalar hiç kuşkusuz avam olan müntesiplerinden de olumsuz yaklaşımlar zuhur etmeyecektir.
"O gün zulme sapanlar derler ki, 'Biz âlimlerimize ve önderlerimize uyduk, onlar bizi hak yoldan (sırat-ı müstakimden) saptırdı. Ey Rabbimiz! Azabın iki katını onlara tattır." (Ahzab:67-68)
Bir başka ayet-i kerimede ise hak yoldan sapanlar yine âlimlerini suçlayıp şöyle derler: "Siz bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz. Onlar da der ki: 'Siz zaten gerçek inananlardan değildiniz." (Saffat:28-29) Ümmetin parçalanmışlığına karşı büyük bir aymazlık ve vudum duymazlık içerisinde olan, vahdet diye bir derdi olmayan, beyanatlarıyla grupçuluk yapıp Müslümanlar arasında tefrika ve fitne çıkaran sözde âlimler ve onlara uyan cahiller zümresi mahşer günü birbirlerini işte bu şekilde suçlayacaklar...
Yüce Rabbimiz birçok ayette dikkatimizi böylesi dalâlet ehline çekmekte ve biz Müslümanları uyarmaktadır.
"O gün insanları imâmlarıyla çağıracağız.." (İsra:71)
Her Müslüman birey imâmını, mürşidini, âlimini, yani yol göstericisini çok iyi seçmek durumundadır. Müslümanlar kendilerini her türlü cahilîyet kirinden, grup taassubundan, etnosantrik duygulardan, ötekileştirici tutumdan ve sapkın düşüncelerden arındıracak, kendilerine tevhidî değerleri ve ümmet bilincini aşılayacak âlimlere ihtiyacı vardır. Müslüman birey âlimini, yani imâmını çok iyi tanımalıdır. Âlim cemaatine öyle rehberlik etmelidir ki, gidecekleri yol onları İslâm ümmetinin evrensel birlikteliğine götürmelidir. Her Müslüman bireyin ahlâkî eğitimi, tasavvuf anlayışı ve nefs tezkiyesi bu minvâl üzere geliştirilmelidir.
Ne yazık ki, nefs tezkiyesi adına birçok tasavvuf erbabı dine göre yaşaması gereken hayatın bir alanına ağırlık verip bir başka sorumluluk alanını ihmâl edebilmektedir. Namazla, zikirle ve tespihatlarla yoğun bir şekilde iştigal edilirken, ümmetin sorunları hiçbir şekilde gündemlerine girmemektedir. Oysa nefs tezkiyesi sorumlulukları tüm kapsamlılığı ile ve tüm boyutlarıyla kuşanmak için yapılır. Bu nasıl bir tasavvuf anlayışıdır ki kişiyi pasifize etmekte ve anti sosyal bir hayatın içine atmaktadır?
Ümmetin içerisinde bulunduğu tefrika ve parçalanmışlık hâli büyük bir zulümdür, büyük bir zillettir, hatta sosyal şirktir. Her Müslüman birey bu zulümden, bu sosyal zillet hâlinden kurtulmanın hesabını yapmalıdır. Müslüman nefs tezkiyesini ve vicdan muhasebesini buna odaklamalıdır.Vicdanî sorumluluk ve merhamet duygusu Müslümanı devrimci yapmıyorsa burada bir sorun var demektir. Kıldığı namaz Müslümanı kötülükleri bertaraf etmek için harekete geçirmiyorsa sıkıntı var demektir.
"Veyl olsun o namaz kılanlara, ki onlar namazlarından gâfildirler." (Maun:4-5) O namaz ki onlara sorumluluklarını hatırlatmamakta ve onları harekete geçirmemektedir. Oysa gerçek namaz sahibini her türlü kötülükten alıkoyduğu gibi, onu kendi dışındaki kötülükleri ve her türlü fahşayı bertaraf etmeye de yönlendirmektedir. (Ankebût:45) Müslümanlar bu bilinçle namaz kılmalılar. Namaz onları sevgiye, merhamete ve dayanışmaya götürmeli. Namaz mü'minin miracıdır. Namaz mü'mini vahdete taşımalıdır. Mü'min namazını kıldıktan sonra yeryüzüne dağılır, nimet ve rızık devşirmek için! En büyük nimetlerden biri de ümmetin vahdetidir. Müslüman bu nimeti elde etmek için çabalamalıdır. Hadis-i şeriflerde buyrulduğu üzere, "Sılahi rahim ömrü uzatır." Vahdet ise İslâm ümmetinin canına can katar. İslâm toplumları vahdetle güç kazanır, kuvvet bulur. Merhum Mehmet Akif'in söylediği gibi, "Toplu vuran yürekleri top bile sindiremez."
Bugün İslâm ümmeti olarak ne kadar da muhtacız birlik ve beraberliğe. Vahdet farz üstü farzdır. Yani tehiri olmayan farz. Öyle ki namaz, zekât, oruç ve hac gibi ibadetler bile zaman ve mekânla sınırlıdır. Yani o ibadetler kendi zaman ve şartları ile kaimdir. Oysa vahdet öyle değil, vahdet tehir edilemez. Bu nedenle farz üstü farzdır. Ümmetin her bireyi vahdet farizasından mesuldür. Tasavvuf anlayışımız ve nefs tezkiyemiz ümmetin birlik ve beraberliğine odaklı olmalıdır.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım ki, vahdete giden yol sevgiden, merhametten, uhuvvetten, hoşgörüden ve kardeşlik bilincinden geçer. Şu hâlde İslâm ümmetinin her bir ferdi olarak Kur'ân'ın ifadesiyle birbirimize karşı "merhametli ve alçak gönüllü" olmak durumundayız. Maide Sûresi'nin 54'ncü âyetinde Rabbimiz biz Müslümanları böyle tanımlamaktadır. Bu tanımı ihlâl edenlerin durumunu varın siz düşünün! Rabbimiz bizleri Kur'ân-ı Kerim'de vasıf ve sıfatlarını bildirdiği ihlâs ve takva sahibi Müslümanlardan eylesin.
Kur'ân'ın beyanına göre, "Müslümanlar birbirlerinin velileridirler." Velâyet öyle bir sorumluluktur ki, ilâhî hukuk nezdinde her bir Müslüman yek diğerine karşı bir takım mesuliyet ve sorumluluğu vardır. İster dünyevî sıkıntılara, ister uhrevî mücazata taalluk etsin Müslüman birey din kardeşinden sadır olan olumsuzluğu bertaraf edebilmek için şefkât duygularıyla harekete geçmelidir. Asr suresi de bu vazifeyi izhar etmektedir:
"Asra andolsun ki insan hüsran içerisindedir; ancak birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.."
Bu duruma ulaşmanın tek yolu vardır, o da nefs tezkiyesinde muvaffakiyettir. Bu iş ise sabit ber kadem bir şekilde süreklilik istemektedir. Müslüman birey duyarlı, aktif ve devinim hâlinde olmak zorundadır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) "İki günü musavî (eşit) geçen zarardadır" diye buyurarak biz ümmetini atalete, vurdum duymazlığa ve pasifliğe karşı uyarmaktadır. Yani bu durum Müslüman kardeşlere karşı ilgi ve alâkayı da kapsamaktadır.
Ümmet genelinde en çok muhtaç olduğumuz sevgi, uhuvvet ve gönül birlikteliğidir. Bunun tesisi ise bir takım özveri ve çabayı zorunlu kılmaktadır. Kanaatimizce ilk adım ön yargılardan arınmakla başlar. Müslümanın Müslümana hüsnü zannı zaten farz olan bir durumdur. Müslüman din kardeşine karşı ard niyetli olamaz. Ona ihanet etmez, onu aldatamaz, ona düşmanlık beslemez. Şu hâlde Müslümanın Müslümana husumeti ve nizası kabul edilebilir bir durum değildir. Gerçek tasavvuf erbabının neden "gönül ehli" olduğu burada daha iyi anlaşılmaktadır.
Bunun ismini ister tasavvuf koyun, ister başka bir terimle tanımlayın, ancak şu bir hakikat ki İslâm ümmeti içerisinde sevgi ve uhuvvetin tesisine giden yol enaniyet duygularından arınmaktan, yani nefs tezkiyesinden geçmektedir. Çünkü nefs öylesine tehlikeli bir duygu ki, kişiye yanlış bildiklerini doğru gösterir ve hatta o yanlış görüşlerini putlaştırabilir. Bunu da, yukarıda belirttiğimiz gibi suret-i haktan gözükerek yaptırır. Kişi iyi iş yaptığını sanır ancak fitneye alet olmaktadır ve farkında değildir.
(Bakara:11-12)
Şu hâlde biz değerlerimizi de çok iyi bilmek zorundayız. Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerim'de kimlere tevellâ göstermemiz gerektiğini ve kimlerden teberrî edeceğimizi çok bariz bir şekilde bildirmektedir. Zaten nebevî dilde ifade edildiği gibi din tevellâ ve teberradan ibaretttir. Uhuvvet olgusu tevellânın sonucudur. Teberra ise sadece zalimlere ve din düşmanlarına karşıdır. Zira zalimlerden başkasına husumet yoktur...