İslâm tarihinde Cemel, Sıffin ve Nehrevan ile başlayan iç savaşlar ne yazık ki tarih boyu sürüp günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır. Emevî ve Abbasîler arasında devam eden bu süreç Selçuklu ve Osmanlı'da da varlığını sürdürmüştü. Abbasîler döneminde Harun Reşid'in oğulları arasında "taht kavgası" yüzünden çıkan çatışmalarda her iki taraftan oluk oluk kanlar akıtılmıştı. Ne yazık ki, İslâm tarihi bu kötü örneklerle dolu.
Osmanlı'nın kurulması aşamasında da beylikler arası savaşlarda kan gövdeyi götürmüştü. Osmanlı yüz yılı aşkın bir zaman diliminde sürdürdüğü iç savaşlardan sonra imparatorluk emeline ulaşmış oldu.
Özellikle en son Karamanoğulları ile giriştiği savaş uzun yıllar sürmüş ve her iki taraftan da çok kanlar akmıştı. Kûr'ân-ı Kerim'e, Sünnet-i Seniye'ye vel hasılı İslâm'a göre olması gereken bu değildi. Allah Resulü ashabını ve kıyamete kadar gelecek olan Müslümanları şöyle uyarmıştı: "Sakın ola ki benden sonra cahiliye dönemindeki gibi asabiyet güderek birbirinizin boynunu vurmayın." Allah Teâlâ ise iki ayet-i kerimede sarsıcı ikazda bulunuyor: "Taammüden bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir." (Mâide: 32) "Kasten bir insanı öldürenin yeri ebedi cehennemdir." (Nisâ: 93)
Savaş hukukunu/cihadın koşullarını bilmeyen gençlerin eline silah vererek ve "Allah yolunda fi sebilillah cihad" denilerek savaşa sürülüyorlar. Onlar da bindirilmiş kıtalar olarak Allah yolunda cihad ettiklerini sanıyorlar. Sormak gerek, "Siz kardeş kanı akıtmayı müstevlilere/işgalci gâvurlara karşı yapılan savaş mı sanıyorsunuz?" Karşılarındaki grubu öylesine ötekileştirmişler ki, kendilerinden kabul etmedikleri Müslümanları "işgal askeri" olarak görüyorlar. Ne kadar acı değil mi? Allah Teâlâ'nın ve Sevgili Peygamberimizin ikaz ve uyarıları Müslümanım diyen kişi tarafından nasıl görmezden gelinir? Sormak lâzım... Afganistan'da Sovyet işgal güçlerine karşı elbirlik dayanışma içerisinde ve zorlu koşullarda savaştılar. Ve bi iznillah düşmanı da kovmuş oldular. Afganistan halkının özgürlüğüne düşkün cihatçı ruhu eskiden beri var. İşgal altında yaşamaya, köleliğe asla tahammülleri yok. Sayın Ali Bulaç'ın ifade ettiği gibi, "Afganlılar, Büyük İskender’den Cengiz Han’a, Hindulardan İngilizlere, Ruslar’dan Amerikalılara kadar hiçbir yabancı güce geçit vermediler, onların hegemonyası altına girmediler."
Ancak ne yazık ki, bir türlü aralarında siyasî birlik sağlayıp istikrara kavuşamadılar. Kısacası kavim asabiyetinden bir türlü kurtulamadılar. Bakınız, Mehmet Akif nasıl bir uyarıda bulunuyor: "Ben ki Arnavut'um, küfrolur başka değil kavmini sürmek ileri." Sevgili Peygamberimiz ise şu çarpıcı ikazda bulunuyor: "Kavmiyetçilik adına savaşan bizden değildir."
İşte ne yazık ki, Afgan halkı işgal güçlerini defettikten sonra kavmiyetçilik nifakı ile birbirlerine girdiler. Bu iç savaş yıllar sürdü ve her iki taraftan binlerce insan öldü. Ne kadar büyük vebâllere girdiler. Sonra 1994 yılında Taliban (Öğrenciler) diye bir örgüt piyasaya çıktı. Bunlar Afgan kökenli Pakistan'da medrese eğitimi gören öğrencilerden müteşekkildi. Önce Kandahar kentini ele geçirdiler. Ardından diğer bütün örgüt ve grupları karşılarına alarak savaşa savaşa, kan döke döke iki yıl içerisinde başta Kabil olmak üzere hemen hemen bütün şehirlere hakim oldular. 1996 yılında hükümeti kurdular. Kurdular kurmasına ancak uygulamalarına baktığımızda tam bir gestapo rejimini görmüş olduk. Sadece kadınlara değil toplumun her kesimine zulmetmeye başladılar. Elbette kadınların çarşı/pazarda "hadi evinize" denilerek kamçı ile tartaklanıp dövülmeleri, sosyal hayattan tecrit edilmeleri, eğitim, çalışma ve sosyal aktivite haklarının ellerinden alınması başlı başına zulüm, başlı başına insanlık suçuydu.
Din adına, şeriat adına yapılan uygulamalar tam bir baskı politikasıydı. Sadece İslâm âlemi değil bütün dünya Taliban'ın çağdışı/ despotik uygulamalarını dehşetle izliyordu. Batılılar "İslâm bu mu?" diyerek biz Müslümanlarla adeta alay ediyorlardı. Öte yandan kendi halklarına medya vasıtasıyla İslâmofobiyi körüklüyorlardı. Biz ise büyük bir taaccüp ve utanç içerisinde adeta lal olmuştuk. Meramımızı anlatırken akla karayı seçiyor, çeşitli mazeretlerle İslâm'ın bu olmadığını, İslâm şeriatının merhamet, affedicilik, adalet ve hukukun üstünlüğü esas alınarak herkesin evrensel yasalar karşısında eşit olduğunu anlatmaya çalışıyorduk. İslâm'ın sevgi, merhamet, hoşgörü, dayanışma ve adalet temeline dayalı bir din olduğunu; bırakın Müslümanı bir zımmiye zulmetmenin, hakkını/hukukunu çiğnemenin şefaatten mahrumiyeti beraberinde getireceğini anlatmaya çalışıyorduk.
Öyle ki, İslâm insanın insana kızgın bakmasını, surat ekşitmesini men eden bir dindir. İslâm'da konuşurken ses tonunu yükseltmek haramdır. İslâm'da insanın insana tebessümle bakması sadakadır.
Ama ne yazık ki Taliban'ın ilk dönem uygulamalarında bunu görmedik. Sadece zulüm ve baskı politikaları gördük. Zulüm ile abad olunmazdı her hâlde? Nitekim büyük şeytan ABD 11 Eylül saldırılarını bahane ederek ve suçlu olarak Usame bin Ladin'i göstererek gelip ülkelerini işgal etti.
ABD işgal sonrası bir taraftan kukla bir hükümet kurdu, diğer taraftan Taliban güçleriyle savaşmaya devam etti. Ülke bir türlü istikrara kavuşamıyordu. ABD Taliban'ı bahane ederek sivil halkı da katletmekten geri durmuyordu. Hatırlayınız zaman zaman düğün ve cenaze evlerine helikopterlerle roketler fırlatıp toplu katliamlar yapıyordu. Yine Taliban bahanesiyle ülke genelinde sürek avı yapıp tutuklama furyaları ile hapishaneleri dolduruyor ve buraları işkencehanelere dönüştürüyordu. Yetmedi tutukladığı insanları Guantanamo'ya götürüp orada akla hayale gelmeyen yöntemlerle, korkunişkencelerden geçiriliyorlardı. Bu uygulamayı Irak'ı işgal ettiklerinde de yaptılar...
ABD'nin bütün bu yapmış olduğu zulüm ve katliamlar Taliban'ı yıldırmamış aksine büyük bir hınçla ABD askerlerinin konuşlandığı askerî karargâhlara saldırılarını kesintisiz bir şekilde süsürdürmelerini sağlamıştı.
Sayın okuyucumuz burada bir parantez açma ihtiyacı hissettik! Edindiğimiz bilgiye göre bu savaş süreci içerisinde İran Kudüs Gücü komutanları Taliban'ın üst düzey yöneticileri ile irtibata geçiyor ve dayanışma içerisine giriyorlar. Kudüs Gücü onlara silah ve gerilla eğitimi veriyor, onlara lojistik destek sağlıyor. Her ne kadar Taliban 1996 yılında Mezar-ı Şerif kentinde Şiî halka yönelik katliam yapmış olsa da ve 11 İranlı diplomatı kurşuna dizmiş olsa da Kudüs Gücü bağrına taş basıp "düşmanımın düşmanı dostumdur" diyerek (edindiğimiz bilgilere göre) böyle bir dayanışmaya girdiği kanaatindeyiz. Önemli olan büyük şeytan ABD'nin İslâm topraklarından sökülüp atılması olunca İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri için gerisi teferruat olmaktadır. Biz İran'ı, ABD'nin Irak'ı işgalinden sonraki tutumundan tanıyoruz. Saddam'ın liderliğinde kendisine karşı 8 yıl savaşmış Irak'ı affetmesini bildi ve ABD işgalinin bu ülkede de son bulması için aleni bir şekilde Irak'a yardım ediyor. Hatta Kudüs Gücü komutanı general Kasım Süleymanî ABD tarafında Bağdat havaalanında şehid edilmişti...
Sonuç olarak ifade edecek olursak, önemli olan ABD işgalinin sonlandırılmasıydı. Olayı bu zaviyeden değerlendirdiğimizde Taliban sicili bozuk olmasına rağmen sadece ABD askerlerinin zillet içerisinde ve aşağılanmış bir şekilde 20 yıllık işgalini bi iznillah sonlandırmış olması ümmetin yüreğini serinletmiş oldu. Bundan sonrası için ümmet olarak Taliban'dan beklentimiz taahhüt etmiş olduğu hususlara riayet etmesi ve komşu Müslüman ülkelerle iyi ilişkiler geliştirip onların güven ve desteğini alarak 42 yıl boyunca harabeye dönmüş olan ülkenin imarına girişmesidir.