Bilindiği üzere "Durumdan vazife çıkarmak" diye bir darb-ı mesel var; aslında bu söz Allah Teâlâ'nın insanın fıtratına yerleştirdiği "mesuliyet hissi ve merhamet" duygularından neşet eden bir davranış biçimidir. Âdemoğlu duyarsız bir varlık olarak yaratılmamıştır. İnsan direkt olarak kendisiyle alakalı olmasa bile çevresinde olup biten hadiselere karşı duyarlıdır. Bunu bazen hayvanlarda da görmemiz mümkün. Sosyal medyadan tanık olduğumuz üzere bir kaç örnek verecek olursak: Birincisi; iki horoz kavga ediyor ve evin köpeği onları seyrediyor, kavga kızışınca köpek saldırgan pozisyonunda olan horozun kuyruğunu ısırarak çekeliyor ve kavgayı ayırıyor. İkincisi; bir köpek ufak bir çocuğa hamle yapıp paçasından ısırıyor, bunu gören evin kedisi canını hiçe sayarak hışımla son sürat koşmaya başlıyor ve köpeğin üzerine atlıyor. Köpek neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde çocuğu bırakıp kaçıyor. Üçüncüsü; ördek ağzına aldığı yemle balıkları besliyor. Dördüncüsü; gölete düşmüş ve can havliyle çırpınmakta olan kargayı ayı kurtarıyor. Örnek verdiğimiz bu birkaç hadise yardımlaşma hissinin ve merhamet duygusunun hayvanlarda bile olduğunu gösteriyor. Hatta en vahşi hayvanlarda bile merhamet duygusu vardır. Özellikle yavrularına karşı...
Biz insanoğlunda bu duygular elbette ki daha baskın ve daha belirgindir. Ancak bazı insanlarda (insan denirse tabi) mesuliyet hissi ve merhamet duygusu adeta silinip yok olmuş ve merhametin yerini acımama ve gaddarlık duygusu almış vaziyette. Özellikle günümüzde insanların pekçoğu çevrelerinde olup biten olaylara karşı duyarsızlar ve en yakınlarına bile kendilerini mesul hissetmiyorlar. "Nemelazımcılık" ve "bana ne" anlayışı oldukça yaygınlaşmış durumda. Oysa insan olmamız ve yeryüzünde ontolojik (yaradılış) misyonumuz gereği Rabbimiz biz insanoğlunu hem aile bireylerimize, hem çevremize, hem tüm insanlık alemine karşı sorumlu kılmış bulunmaktadır. Rabbimiz mesuliyet ve merhamet duygularını insana vermişse, bu, bir göreve, bir misyona mebni olarak verilmiştir.
Her şeyden önce insan sosyal bir varlıktır. Bir yönüyle de çevrecidir. İnsan fıtraten temizliği, tertipliliği, düzen ve insicamı sever. Bu özelliklerinden uzaklaşanların veya bu hasletlerini yitirenlerin durumu arızîdir. Bunun kabul edilebilir veya mazur görülür bir yönü yoktur. Temiz olmayan ve mikrobik bir ortam mutlaka hijyenik hâle getirilip dezenfekte edilmelidir. Mesuliyet hissini ve merhamet duygularını yitirmiş insanların da zihinlerinde ve aklî yetilerinde kirlenme ve arıza var demektir, mutlaka onarılmalılar. Rehabilitasyon merkezleri psikolojik travma sorunları olanları tedavi etmek içindir. Oysa duyarsız ve merhamet duygularını yitirmiş olanlar da rehabilite edilmeliler. Zira bu bir psikolojik vakadır. Nefs tezkiyesi ve bir takım psikolojik terapiler bu amaca matuf olmalıdır. Hayata ve olaylara dair farkındalığımızı bu kapsamda değerlendirmemiz lazım. Nefs tezkiyesi, tasavvuf ve farkındalık olguları ego tatmini için değil, mesuliyet hissi ve merhamet duygularını canlı tutmak için olmalıdır. "Düşünüyorum o hâlde varım" görüşü yeterli değildir, önemli olan ne düşündüğümüzdür. Duyarlılık ve merhamete dair duygularımızın yüklemini yaptığımız zihnimizle düşünüyor muyuz? Buna bakalım. Bu bir hassasiyet bilincidir.
Elbette ki, kişideki mesuliyet hissi ve merhmet duygusu daha çocuk yaşlarda gelişmeye başlar. 2-3 yaşındaki çocuklarda bile bu duygu belirtilerini görmek mümkündür. Çünkü Yüce Rabbimiz bu duyguları insanın fıtratına yerleştirmiş bulunmaktadır. Önemli olan bu paha biçilmez hasletleri muhafaza edip yitirmemektir. Biraz açacak olursak; özellikle aile ortamında kişilikler oluşur, sonrasında çevre ve okul hayatında pekişir. Bu nedenle İslâm aileye çok önem verir ve onun kutsal olduğunu ilân eder. İslâm'a göre sosyal çevre de çok önemlidir. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) Medine'ye hicret eder etmez ilk iş olarak orada adalet ve hukukun üstünlünü esas alan anayasal bir düzen kurmak olmuştur. Medine'de temelleri atılan medeniyet projesi mekanik hukuk kurallarından müteşekkil değildi, aksine isanlara sosyal mesuliyet hissini ve merhameti de aşılayan bir sistemdi. İslâm'da devlet ve aile, devlet ve toplum birbirini tamamlayan unsurlardır. Bunlar birbirinden ayrı düşünülemez. Birbirine rakip veya (günümüzde birçok örneği olduğu gibi) hasım değildir. (Günümüzde Müslüman halkları yöneten monarşiler ve diktatöryal rejimler halkı tedip edilmesi gereken "sürü" olarak görüyor ve düşman olarak biliyor.) İslâm'da devlet mekanizması insana hizmet içindir. Eğitim ve öğretim kurumları bu amaca matuftur. Devlet bu bağlamda insan ve aileye karşı mesûldür. Kamu kurum ve kuruluşları toplumsal sistemi tanzim için var olduğu gibi aile düzeniyle de ilintilidir.
İslâm'da aile geniş bir yelpazede değerlendirilir, bunun adı ümmettir. Aile bireyleri birbirlerine karşı nasıl mesûl ve sorumlu iseler, geniş bir yelpaze olarak da ümmet bireyleri birbirlerine karşı sorumludurlar. "Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, o hâlde bana kulluk edin." (Enbiya:92) "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyi olanı önerirler, olumsuz polanı men ederler." (Tevbe:71) Bu iş "davranış kontrolü" ile başlar. En önemli davranış biçimi şefkat ve merhamet duygularından neşet eden mesuliyet hissine ait olan davranışlardır. İnsan öncelikli olarak bu his ve duygulara sahip olmalıdır. Olumsuz dış etkenler buna etki etmemelidir. Kişi, "insanların cüretkârca hissizliğine rağmen doğruluk ve şefkat ahlâksal mükemmelliktir" diyebilmeli. Bu davranış ve tutum sadece din kardeşlerine yönelik değil, tüm insanlık alemine karşı bir hassasiyettir. "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz..." (Al-i İmran:110)
İnsanlar arasında hayrın yaygınlaştırılması İslâm'ın ilkesel önermesidir. Kûr'ânî bir kavram olan "müellefe-i kulûb" bütün gayr-i müslimleri kapsar. Özellikle İslâm mazluma ve ihtiyaç sahibine dinini sormaz. Allah Teâlâ'nın "Rahman" (esirgeyen) sıfatı bütün canlılara şamildir. Bağışlayan, esirgeyen, şefkât, merhamet ve bol ikram sahibi Rabbimiz biz mü'min kullarınında bu sıfatlara sahip olmamızı istemektedir. Bu nedenledir ki zekât verilecekler sınıfına "müellefe-i kulûb" gayr-i müslimleri de eklemiş. Bu vecihle diyeceğimiz o ki, biz Müslümanlar olarak mesuliyet hissimiz ve merhamet duygumuz evrensen ve cihanşumul olmalıdır. Şunu da belirtmiş olalım ki, gayr-i müslimlerle ilişkilerimizde bizim kırmızı çizgimiz bellidir: "Dininiz hususunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmaya teşebbüs etmeyen gayr-i müslimlerle iyi ilişkiler geliştirmenizi men etmemektedir." (Mumtehine:8)
İnsanî ilişkilerdeki mesuliyetimizin teritoryal alanı bölgesel değil, tüm yeryüzünü kapsamaktadır. Aynı şekilde merhametimizin alanı da bütün dünyaya şamildir.