Kûr’ân-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de kıyamete kadar vuku bulacak hadise ve olaylara ışık tutuyor oluşusdur. Kerbelâ hadisesi Kurân’ın inzali tamamlandıktan yaklaşık 50 yıl sonra vuku bulmuştu. Fakat öyle ayetler var ki, adeta bize bire bir İmâm Hüseyin’i (a.s) ve onun şehadet aşkını anlatıyor.
“Ey huzura kavuşmuş nefs! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr:27-30)
Ayette geçen, “Radiyeten merdiyye” (razı olunmuş ve razı olmuş nefs) olarak İmâm Hüseyin (a.s) ve yetmiş iki yâreni olduğunu anlıyoruz.
Bu ayetler genel anlamıyla elbette ki tüm şehidlerimize şamildir. Ancak biz bu vakıaya “mutmain olmuş nefs” zaviyesinden baktığımızda muhatabımızın Yüce Allah’a adanmış bir “zıphi azim” (büyük kurban) olduğunu görüyoruz.
Yüce Rabbimiz İsmail aleyhisselama mukabil İbrahim Halilullah’a (a.s) “zıphi azim” (büyük kurban) verdiğinden söz ediyor. İşte o şecere-i tayyibe silsilesinden gelen büyük kurban hadis rivayetlerine göre Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin aleyhisselamdır.
“Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.” (Sâffât:107)
Metinlerimize baktığımızda Yüce Allah’a sunulmuş bu kurbanın kanı “sarallah” (Allah’ın kanı) olarak tasvir edilmekte. Öyle ki, İmâm Hüseyin’in kanının diyeti Allah’a aittir. Yani İmam Hüseyin’e (a.s) Sarallah denmesinin nedeni Allah’ın Onun kanının velisi ve intikam alıcısı olmasından dolayıdır. Bir başka ifadeyle İmam Hüseyin’in (a.s) kanı Sarallah’dır, zira onun yere dökülen kanı dine hayat vermiştir, esamesi silinmekte olan dini o mübarek kan canlandırmıştır.
İşte bu yüzden “İslam Nebeviyu’l Hüdus Hüseynu’l Beka” (İslâm’ı Peygamber getirdi, Hüseyin devam ettirdi) denmiştir. Hiç kuşkusuz İmâm Hüseyin’in (a.s) kıyamı “emr-i maruf ve nehy-i anil münker” gayesine matuftur. İmâm Hüseyin (a.s) bu amacını şöyle dile getiriyor:
“Görmüyor musunuz bu habis kişi şarap içiyor, beytül malı talan ediyor ve alenen Allah’ın hükümlerini çiğniyor; toplum içerisinde emr-i maruf ve nehy-i münker uygulanmıyor, günahlar, haramlar hurafe ve bidatlar yaygınlaştırılıyor. Gayr-i adil uygulamalarla din asli çizgisinden uzaklaştırılıyor. Bu melunun o makamda bir an bile durmaya hakkı yoktur. O makamın asıl sahipleri biz Ehl-i Beyt’iz. Andolsun ki, gerçek imâm ve önder, Allah’ın kitabıyla amel eden, adalet ölçülerine göre hareket eden, hakka teslim olan ve kendisini Allah’a adayan kimsedir. Ve şunu da bilin ki; ben saltanat için değil, ceddimin ümmetini ıslah etmek, marufu emir, münkeri nehyetmek, ceddim Resûlullah’ın ve babam Ali’nin çizgisinde hareket etmek için kıyam ettim.”
El-Mizan tefsirinde geçtiği üzere açıklayacak olursak: “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz.” (Âl-i İmrân:110) ayeti umuma şamil olarak kamu yöneticilerine ve hatta tüm ümmete ilişkin olsa da, bu ayetin bir de özele taalluk eden yönü vardır. Bu özel ümmet, bu özel sınıf Ehl-i Beyt imâmlarını işaret etmektedir. Dolayısıyla İmâm Hüseyin de bu sınıfa dahildir. (Ümmet kelimesi bazı ayetlerde bütün Müslümanları kapsarken, bazen seçkin bir gruba yöneliktir. Hatta bazen bir tek kişi “ümmet” olarak tanımlanmaktadır. Örneğin İbrahim aleyhisselam:
“İbrahim tek başına bir ümmetti.” (Nahl:120)
Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin de Kerbelâ çölünde 72 yâreniyle tek başına bir ümmetti. Zira İmâm Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığında ümmet Kâbe’yi tavaf yapıyordu. O gün 72 yiğit savaşçı tek tek şehid edilmişti. Zalim Yezit’in askerleri karşısında yalnız başına kılıç sallayan İmâm (a.s) artık o esnada tamamen “tek başına bir ümmetti.” Aslında İmâm Hüseyin (a.s) imâmeti boyunca (ümmeti yönetim hakkı gasp edilmiş olduğu için) naçar bırakılmış vaziyette tek başına bir ümmetti. Bir başka gerçeklik ise o gün Kerbelâ çölünde Kûr’ân naçar bırakılmıştı. Zira nebevî dil ile ifade edecek olursak her bir Ehl-i Beyt imâmı “Kûr’ân-ı Natık”tır. Konuşan Kûr’ân’dır, yaşayan Kûr’ân’dır.
“O gün Peygamber der ki: ‘Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kûr'ân'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak mahçûr bıraktılar." (Furkan:30)
O gün insanlar yazılı metin olan Kûr’ân’ın hükümlerini terk ettikleri gibi İmâmet makamındaki Rehberlerini de naçar bırakıp terk ettiler. Tabi ki, doğal olarak şöyle bir soru aklımıza geliyor: Yardım etmeye güçleri yettiği hâlde Allah’ın ve Resulü’nün (s.a.a) emanetlerini yalnız ve nâçar bırakıp terk edenler vebalde değil midir? İmâm (a.s) o gün, “Hel min nasırin yensuruni” (Bize yardım edecek yok mu?) diye feryat etmemiş miydi? Ama ne yazık ki bu feryada, Yezit’in safında yer alan Kûfeliler arasında Hür’den başkası koşmamıştı.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Herkes şakilesine göre hareket eder. Şu hâlde kimin doğru yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir.” (İsra:84)
İmâm Hüseyin aleyhiselam ve yârenleri kendi sırat-ı müstakim üzere olan şakilelerine göre hareket etmişlerdi. Diğerlerinin bir kısmı katliama seyirci kalırken, bir kısmı da bizzat katliamı gerçekleştirmişti. Ümmete verilen mesaj da bundan ibarettir. Bir tarafta “Heyhat minezzilleh” diyen bir İmâm ve onun bir avuç yâreni, diğer tarafta zillete boyun eğenler ve zilleti tercih edenler.
“İzzet ve şeref Allah’ın, Resulü’nün ve müminlerindir. Ancak münafıklar bu gerçeği bilmez.” (Münafikun:8)
İşte biz bu izzet ve şerefi zillete boyun eğmeyen İmâm Hüseyin (a.s) ve 72 yâreninde görüyoruz. Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin (a.s) Kerbelâ mektebinde bu ümmete eğilmemeyi, zalimlere karşı dik durmayı öğretmiştir. Bu okul Allah Teâlâ’ya adanmışlığı, fedakârlığı, yeri geldiğinde candan, eşten, evladu ıyalden ve maldan geçmeyi öğretmiştir. Kerbelâ bir yönüyle yastır-gamdır ama diğer yönüyle gayret ve mücadelenin adıdır. Kerbelâ mazlumun feryadına koşmadır.
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisâ:75)
Kûfe halkı zalim Yezit’in zulüm ve baskılarından bizar olmuştu. Özellikle Kûfe halkının İmâm Ali (a.s) döneminden beri Ehl-i Beyt muhibbi olması hasebiyle diğer bölgelerden daha çok Yezit’in zulmüne maruz kalmaktaydı. Halk Yezit’ten kurtulmanın yollarını ararken doğal olarak vahyin indiği evin o günkü temsilcisi olan İmâm Hüseyin’den (a.s) medet istemişti. Kûfe halkı, gelip kendilerine rehberlik etmesi için İmâm’a (a.s) heybeler dolusu davet mektupları yazmışlardı. Elbette ki, hak olan bir imâmdan bu davete bigâne kalması beklenemezdi. Ne pahasına olursa olsun İmâm (a.s) bu davete icabet etmeliydi ve öyle de yaptı.
Müslümanlar olarak şuna imân etmişiz ki, bizler henüz ruhlar âleminde yani bezm-i âlemde Rabbimize verilmiş sözümüz var. Nitekim Rabbimiz bize bunu hatırlatıyor:
“Ahitlerinizi yerine getirin.” (Mâide:1)
Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle buyuruyor:
“Emanetlerinize bile bile ihanet etmeyin.” Enfâl:27)
Bu ayet-i kerimelerin muhatabı elbette ki, bütün Müslümanlardır. Ancak o zaman diliminde bu ayetleri bire bir kuşanan kişinin İmâm Hüseyin (a.s) olduğunu görüyoruz. Kûr’ân ile özdeş olmak budur işte. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bir hadis-i şeriflerinde, “Kûr’ân ile insan ikiz kardeştir.” diye buyurmaktadır. Biz bunu bizzat İmâm Hüseyin’de görüyoruz. Çünkü İmâm Hüseyin motamot yaşayan Kûr’ân’dır, nasıl Kûr’ân’a ikiz kardeş olmasın ki?
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kitabı kullarımızdan seçtiklerimizi mirasçı kıldık.“ (Fatır:32)
Ehl-i Beyt imâmları Ahzab Sûresi’nin 33’ncü ayetinden mütevellit seçkin olmaları hasebiyle Kûr’ân onlara miras ve emanet bırakılmıştır.
Bir başka ifadeyle, Rabbimiz metin olarak inzal ettiği Kûr’ân’ı, yaşayan Kûr’ân’a emanet etmiştir. Ve bunların her ikisi de ümmete emanettir. Az önce zikrettiğimiz ayetlerin muhatabı aynı zamanda bütün Müslümanlardır.
“Ahitlerinizi yerine getirin.” (Mâide:1)
“Emanetlerinize bile bile ihanet etmeyin.” Enfâl:27)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) adeta her fırsatta Ehl-i Beyt’i hususunda ashabını uyarıp, “Benden sonra Ehl-i Beyt’ime nasıl davranacağınıza dikkat edin. Ehl-i Beyt’imi size emanet ediyorum. Onlar Kûrân ile birliktedir ve Kevser havzı başına gelesiye kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Ehl-i Beyt’imden öne geçmeyin, onlara öğretmeye kalkmayın, onlar sizin öğretmenleriniz ve rehberlerinizdir. Ve onlardan asla geri kalmayın.”
Ancak ne yazık ki, ümmet adeta bunun tam tersini yaptı. Bir zamanlar Musa aleyhiselamın kavmi, “Ey Musa biz, o zalimler orada durduğu sürece hiç bir zaman oraya giremeyiz. Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz burda duracağız." demişlerdi. İşte naçar bırakmak buydu. Ve onlar da böyle yaptılar. Ve aralarında tıpkı bir zamanlar Medyen halkının, kendilerine gönderilen Şuayb (a.s) peygambere söylediklerini adeta dile getirenler vardı:
“Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf görüyoruz.“ (Hûd:91)
Korkularından dolayı İmâm’ın kıyamını küçümseyenler vardı. İmâm (a.s) bu korkak insanlara yine Allah’ın ayetiyle sesleniyordu:“İnsanlardan değil Allah’tan korkun.” (Maide:44)
İmâm Hüseyin (a.s) bir acı gerçeği şöyle dile getiriyor: “Hayat koşulları zorlaştığında dindarların sayısı azalır.”
Oysa nereden bileceklerdi, Kerbelâ’da kanın kılıca gelip geleceğini.
Eğer o günün Müslümanları İmâm’ı ve bir avuç yârenini ne pahasına olursa olsun Kerbelâ’da naçar bırakmayıp aktaracağımız ayetin gereğini yapsalardı hiç kuşkusuz dünyanın çehresi bugün böyle olmayacaktı.
“İşte Allah, imân edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: ‘Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum ancak Ehl-i Beyt’ime meveddet göstermenizi istiyorum..“ (Şûrâ:23)
Ne yazık ki, bu ayetin hilafına hareket edildi ve yüz yıllarca ve hatta tarih boyu Yezit gibi zalim sultanlara itaat edildi. Oysa Rabbimizevrensel mesajında şiddetli bir uyarıda bulunmaktadır: “Emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun…Zalimlere meyletmeyin yoksa size de ateş dokunur.” (Hûd:112-113) “Onları, ateşe çağıran imâmlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.“ (Kasas:41)
Yüce Rabbimiz az önce aktardığımız Şûrâ Sûresi’nin 23’ncü ayetinde de emrettiği gibi Müslümanlar her daim Ehl-i Beyt imâmlarına tabi olmalıydı, onları rehber ve yol gösterici olarak Kabul etmeliydi. “Ve onları, emrimizle hidayete erdiren imâmlar kıldık…(Secde:24)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki: “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim. Hüseyin hidayet meşalesidir.”