Terminolojik olarak bidat sözcüğünü ele alacak olursak; dinde olmayan, dine sonradan sokulan davranışlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazı âlimler seyyie ve hasene yani kötü ve iyi olmak üzere bidatı ikiye ayırmaktadırlar. Dinî hükümleri tahrife yönelik olan bidat-ı seyyie, insanlığa faydalı olan icatlar ise bidat-ı hasene olarak anılmaktadır.
Genel kanaat böyle, peki Kerbelâ hadisesine nasıl bakmalıyız? İslâm’da yas tutmak var mıdır? Veya Kerbelâ hadisesini anma merasimleri sadece yas mıdır? Yoksa başka bir amaca matuf olarak mı bu anma merasimleri tertiplenmektedir? Kerbelâ’nın başlı başına bir okul, bir öğreti olduğu iddia edilmektedir, bu ne derece doğrudur?
Olaya yas boyutuyla baktığımızda iki örnek karşımıza çıkmaktadır. Birincisi Kûrân’ı Kerim’den bir örnek. Yakup aleyhiselam oğlu Yusuf aleyhiselam için ağlamaktan gözleri kör oluyor. Hatta metinlerimizde bile bu konu destan ve ağıt olarak aktarılmakta. Bir kaç paragraf örnek verecek olursak: “Yusuf’un gömleğin al kan ettiler. Kurtlar yedi diye bühtan ettiler. Götürüp Yusuf'u bilmem ne'ttiler. Ağlar Yâkub ağlar, Yusuf'um deyû. Akardı Yâkub'un gözünün yaşı. Ah ettikçe delerdi dağ ile taşı. Yusuf'u kuyuya attı kardeşleri. Ağlar Yâkub ağlar, Yusuf'um deyû.Bu yas değil de nedir?
İkincisi, İmâm Hüseyin (a.s) dünyaya geldiğinde Allah Resûlü (s.a.a) doğum müjdesini alınca doğruca kızının evine gidiyor. Kendisini karşılayan Esma bint-i Umeys’e: “Yâ Esma! Bana oğlumu getirir misin?“ diyor. Esma, beyaz bir beze sarılı olan bebeği getirip Resulûllah’a (s.a.a) uzatıyor. Allah Resûlü (s.a.a) büyük bir sevinç içerisinde kucağına almış olduğu torununu öpüp kokluyor ve bağrına basıyor.
Resûlullah (s.a.a), dünyaya yeni teşrif buyurmuş olan torununun sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okuyor. O ara Allah Resûlü (s.a.a) mutluluk içerisinde torununu temâşâ ederken birden mübârek yüzünde keder ve hüzün belirtisi oluşuyor ve göz pınarlarından yanaklarına doğru yaşlar süzülüyor. Bu duruma tanık olan Esma: “Ya Resûlullah! Anam babam sana feda olsun, nedir bu haliniz?“ deyince. Allah Resûlü (s.a.a): “Yâ Esma! Cebrail bana şu an bildirdi ki, bu oğlum ‘Kerb-u Belâ‘ denilen yerde nifak ehli azgın ve sapık bir grup tarafından katledilecek…“ Allah Resûlü (s.a.a) bu acı haberi verdikten sonra o zalim güruha ilenip beddua ediyor:
“…Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun.“ (A’raf:44)
Esma duyduğu bu acı haber karşısında şaşkına dönüp iki elini yüzüne vurarak, feryad-ü figân içerisinde ağlamaya başlıyor. “Vah Hüseyin canem,“ “Vah Hüseyin canem“ diyerek ağıt yakıyor. Kerbelâ mazlumu İmâm Hüseyin (a.s) için ilk vaveylâ, ilk gözyaşı, ilk ağıt, ilk ilenme ve ilk feryad nûr hanesinden gökyüzüne doğru yükseliyor.
Rahmet Peygamberi’ni (s.a.a) o an öylesine bir hüzün kaplıyor ki, Kerbelâ’nın acısını ta yüreğinde hissediyor. (Allah Resûlü (s.a.a), o günden sonra torununu kucağına aldığı, onu sevip okşadığı zaman hüzünlenip gözyaşlarını içine akıtıyor.) Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) ve Esma Bint-i Umeys’in ağlayıp gözyaşı dökmeleri yas değil de nedir?
Yas mersimlerine bidat diyenlerin bir tek amacı vardır, o da Kerbelâ katliamının üzerini örtmek ve bu katliamı yapanları arkalamak. Hatta o günü unutturabilmek için o kadar şeyler uydurmuşlar ki, akla ziyan! Ne imiş efendim, o gün Nuh aleyhiselamın gemisi karaya oturmuş! Aşure tatlısı yapıp bunu bayram havası içerisinde kutluyorlar ki, asıl Kerbelâ katliamı unutulsun. Tabi bununla yetinmiyorlar. Bakıyorsunuz Âdem aleyhiselamın o gün tevbesi Kabul edilmiş! Yusuf aleyhiselam o gün kuyudan kurtulmuş! O gün Yunus aleyhiselam balığın karnından karaya çıkmış! Vs. vs.
Elbette bu yas merasimlerinde başa kama vurmak, sırtlara zincirle vurulup kan akıtmak gibi ifrata varan bazı davranışlar var ki bunları tasvip etmek mümkün değil. Zaten İmâm Humeynî (r.a) bu konuda fetva yayınlayıp bedenden kan akıtmanın haram olduğunu ilân etmişti. Yani İran’da bu iş fıkhen yasak ve haram.
Yas merasimlerinden amaçlanan hedef iki boyutludur. Birincisi; İmâm Hüseyin (a.s) ve yârenleri mazlum olarak katledilmişlerdir. Zalim Yezit belki de insanlık tarihinin en büyük barbarlık örneğini sergileyerek bu katliamı gerçekleştirmiştir. Yezit kendi ifadesiyle bu yaptığı katliamı “Bedir’in intikamı” olarak isimlendirmiştir. Bu aynı zamanda İslâm’a ve onun peygamberi Resulullah’a (s.a.a) olan düşmanlığın izharıdır. Bu hadisenin her yıl gündeme getirilmesi İmâm Hüseyin ve yârenlerinin haksız bir şekilde ve hunharca zalim Yezit tarafından katledildiğinin bilinmesi gerktiği ile alakalıdır. Kim mazlum, kim zalim? Bunu ümmet bilmek zorundadır. Bilmeye hakkı vardır. Doğru haber edinme hakkkı her insan için mahfuzdur. Basın ve bilgi edinme özgürlüğüne ilişkin bu bir evrensel insan hakkıdır.
Müslümanlar bu hadiseyi bilmeliler ki, dost ve düşmanlarını da tanısınlar. Bilmezlerse “tevellâ” ve “teberra” ölçülerini karıştırmış olurlar. Bu ölçü karışırsa, bu noktada bir eksen kayması yaşanırsa hak ehli ile batıl ehli tefrik edilemez. Sonra dostunuz, veliniz olması gerekenler düşmanınız olarak tanıtılır size. Düşmanınız olması gerekenler de veliniz olarak sunulur size. Nitekim İslâm ümmetinin büyük bir kesimi böylesi bir açmazın içerisinde bulunmaktadır. İmâm Ali (a.s) buyuruyor ki: “Önce hakkı tanı sonra ehlini tanırsın. Önce batılı tanı sonra ehlini tanırsın.”
Ancak ne yazık ki, insanların pek çoğu ne hakkı ve ne de batılı tanıyor; dolayısıyla hâl böyle olunca bu sefer ehlini de tanımıyor. Şu halde Müslümanlar “lâ” ile atacakları tevhidî adımla batılı ve ehlini tanımalılar ki, reddettiklerini bilerek reddetsinler. Bunun akabinde hakkı öyle tanımalılar ki, hakka aşkla bağlanmış olsunlar, hakka bigâne kalmasınlar. Yine İmâm Ali (a.s) buyuruyor ki: “Biz hak ehlini arayan bulur; bulan sever-meveddet gösterir; sevip meveddet gösteren bize aşık olur; bize aşık olanı biz de severiz.”
İşte bu sevginin, bu meveddet ve bu aşkın önüne geçmek için Kerbelâ merasimlerine bidat diyorlar. Engel olunmak istenen ikinci hususa gelince. Kerbelâ hadisesi bir yönüyle Ehl-i Beyt’in mazlumiyetini ortaya koyarken diğer taraftan da, bütün insanlık alemine, bütün çağlara ve bütün nesillere sunduğu mesaj zalimlere itaat etmemeye ilişkindir. Çünkü İslâm’ın en büyük hedefi zulmü ve fitneyi tüm yeryüzünden söküp atmak ve bütün yerküreye adaleti hakim kılmaktır. Şu hâlde zalim yöneticilerin hiçbir şekilde yönetim hakkı yoktur. Onlar iktidarda oldukları süre yeryüzünde fitne ve menhiyat yaygınlık kazanır. Bunun bertaraf edilmesini ise yüce dinimiz bize emretmektedir.
“(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah'ın oluncaya kadar (din hükümleri Allah adına tatbik edilinceye kadar) onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (Bakara:193)
Ayet-i kerimden de anlaşıldığı üzere kötülükler bertaraf edilip Allah’ın yasaları kamusal alana hakim olduktan sonra her daim teyakkuz hâlinde olmak için biz Müslümanlara ve siyasal alandaki yöneticilerimize kırmızı çizgiden söz edilmektedir: “Zulüm yapanlardan başkasına düşmanlık yoktur.”
Yani Müslümanlar için düşman zalimlerden başkası değildir. İşte İmâm Hüseyin ve yârenlerinin düşmanlığı da zalim Yezit ve avanesinden başkasına değildi. Ve oradaki zulmün bertaraf edilmesi için kıyam etmişlerdi. Aslında o gün tüm ümmet için öncelik bu olmalıydı. Ama ne yazık ki, İmâm (a.s) yârenleriyle birlikte Mekke’den ayrılıp yola çıktığında insanlar huşu içerisinde Kâbe’yi tavaf etmeye devam ediyorlardı. Oradaki insanlar Kâbe’yi tavaf ederlerken yaşayan mücessem Kûr’ân’ı naçar bırakmışlardı ve bunun farkında değillerdi. İmâm Hüseyin (a.s), Allahu âlem ama sadece Kerbelâ’da “Hel min nasırin yensuruni?” (Benim yardımcılarım nerede?) diye feryad etmedi, bu çağrıyı Kâbe’den ayrılırken de dile getirmişti. Ardından da o meşhur sözünü söylemişti: “Heyhat minezzilleh!” (Zillete boyun eğenlere yazıklar olsun.)
Bu çağrıların, bu feryatların hatırlatılması motivasyon değil de nedir? Bunlar nasıl bidat olarak değerlendirilir? Bir Müslüman birey için sarsılmaz bir şahsiyet donanımına vesile olacak bu hatırlatmalar, bu anma merasimleri nasıl bidat olabilir ki? Özellikle İslâm dışı yönetimlerin ümmete hakim olduğu, fitne ve fahşanın her tarafı kapladığı böylesi bir dönemde her zamankinden daha çok muhtacız bu tür anma programlarına ve merasimlere. Bu tür etkinliklerle insanlarımız zalim rejimlere karşı kin ve düşmanlığa tahrik edilmeli ki, devrime ilişkin bir bilinç oluşsun insanlarımızda. Egemen güçler bunu istemedikleri için bu işe bidat diyorlar. Ve bunu kapıkulu ulemalarına söyletiyorlar ki, halk üzerinde tesirli olsun.
Şu bir imânî hakikat ki, Kûr’ân’ın hükümleri kıyamete kadar bakidir. Yüce Allah’ın buyruklarına göre yaşamak her Müslümanın üzerine dini bir vecibedir. Kûr’an’da öyle hükümler var ki, bunlar ertenemezler ve anın vacibidirler. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmediği gibi İslâm’da “devlet-i ebed müddet” esastır. Yani devlet olsa da olur, olmasa da olur kabilinden değil. Üstelik bu devlet parçalardan müteşekkil değil, yekpare olmalıdır. Zira yüce dinimiz İslâm “Sizin ümmetiniz bir tek ümmettir” (Muminun:52) ve “Toptan Allah’ın ipine sarılın” (Al-i İmrân:103) diyerek bizlere birliği emretmektedir.
Ayrıca Kûr’ân’ın inzaline sebep olan hususlardan biri de biz Müslümanlara şöyle hatırlatılmaktadır:
“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik…” (Hadid:25)
İşte Seyyid-i Şûheda İmâm Hüseyin’in (a.s) kıyamının ana etkenlerinden biri de aktarmış olduğumuz bu ayet-i kerime idi. İmâm’ın (a.s) kıyamındaki ana faktör zulmün bertaraf edilmesine ve adaletin kaim kılınmasına matuftur. İmâm Hüseyin’i (a.s) anma merasimleri biz İslâm ümmetine bunu hatırlatmaktadır. “Hatırlatma müminlere yarar sağlar” (Zâriyât:55) ayetinden yola çıkarak sonuç olarak diyeceğimiz o ki; bu merasimler bidat değil, aksine “yararlanılması için anılması vacip olan günler”dir. Biz kanın kılıca galip geldiği bu güne “Yevmullah” (Allah’ın günü) de diyebiliriz.