Ömer b. Sa’d, muharrem ayının dokuzuna tekabül eden perşembe günü akşam üstü, saldırı için askerlerine hazır olmaların söylüyor. Komutu alan askerler bunun akabinde teçhizâtlarını yoklayıp saldırıya hazır vaziyet alıyorlar. Bu ara Şimr adındaki melun biraz daha öne geçip İmâm’ın (a.s) tarafına doğru şöyle sesleniyor: “Kız kardeşimin oğulları neredesiniz?“ Şimr, İmâm Ali’nin (a.s) oğullarından Abbas, Câfer, Abdullah ve Osman’ı kastediyordu. Zira, bunlar İmâm Ali’nin (a.s) eşi Ümmü’l-Benin’den olan çocuklarıydı. Ümmü’l Benin ise Benî Kilab kabilesine mensuptu. Şimr b. Zilcevşen de Benî Kilab kabilesinden idi. Kısacası Şimr kendisini bu çocukların dayısı olarak görüyor ve aklı sıra onlara aman vermek istiyordu.
Şimr sözlerine şöyle devam ediyor: “Gelin Yezid’e biat edin ki size güvence verelim, böylece canlarınızı kurtarmış olursunuz.“ Şimr, “yeğenlerim” dediği karşısındaki cengâverlerden beklemediği tepkisellikte tokat gibi cevap alıyor: “Allah sana da, amanına da lânet etsin.“ Abbas konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Ellerin kurusun. Bize vaadettiğin amana da lânet olsun, ey Allah’ın düşmanı! Kardeşimiz, efendimiz Fatıma’nın oğlu Hüseyin’i yalnız bırakmamızı ve melun oğlu melunların tasallutu altına girmemizi mi istiyorsun?!“
Bu ara Ömer b. Sa’d askerlerine şöyle sesleniyor: “Ey Allah’ın süvarileri! Atlarınıza binin ve cennetle sevinin!“ Başka rivâyetlerde geçtiğine göre Ömer b. Sa’d’ın askerleri saldırıya geçmeden önce abdest alıp ikişer rekât namaz kılıyorlar!
Ömer b. Sa’d’ın emri ile askerler atlarına binip harekete geçiyorlar. İmâm Hüseyin‘in (a.s) çadırlarıyla aralarında kısa bir mesafe kalıyor. O esnada İmâm Hüseyin (a.s) kılıcına yaslanmış vaziyette çadırının önünde oturuyordu. Bir ara hafif bir uykuya dalmış ve başı dizlerine doğru eğilmişti. Tam o esnada kız kardeşi Zeyneb üzerlerine doğru gelmekte olan süvarî birliklerin gürültüsü ile irkilip İmâm’a (a.s) sesleniyor.
İmâm (a.s) başını kaldırıp kız kardeşine gördüğü rüyayı anlatıyor: “Şimdi rüyamda dedem Resûlullah’ı (s.a.a) görüyordum. Bana dedi ki: ‘Sen, bize geliyorsun.“ Zeyneb validemiz şaşkınlık ve üzüntü içerisinde ağlamaya başlıyor. İmâm Hüseyin (a.s) bacısını şu sözlerle teskin etmeye çalışıyor: “Canım kardeşim! Ağlamak sana yakışmaz, sessiz olup sabretmelisin. Rabbim sizleri korusun.“
Abbas yanlarına gelip heyecan içerisinde, yaklaşmakta olan atlıları işaret ederek, “Ey ağam! Bu süvariler üzerimize doğru geliyor“ diyor. İmâm (a.s) ayağa kalkıp, “Ey kardeşim! Atına bin ve onların yanına git, ne amaçla geldiklerini sor.“
Hazreti Abbas, Züheyr b. Kayn ve Habib b. Mezahir ile birlikte yirmi dolayında atlı ile üzerlerine gelmekte olan askerleri karşılayıp, hangi niyetle geldiklerini soruyor. Onlar, “Ubeydullah b. Ziyad’ın emri o ki: ‘Ya boyun eğip Yezid’e biat edersiniz veya sizinle savaşacağız!‘ diyorlar. Buna karşılık Hazreti Abbas diyor ki, “Durun bakalım, acele etmeyin! Teklifinizi rehberimize söyleyelim! Siz burada bekleyin!“ Bunun üzerine durup beklemeye başlıyorlar.
Abbas, düşman ordusunun mesajını İmâm’a (a.s) ulaştırmak için atını mahmuzlayıp bir solukta çadırların yanına dönüyor. Bu ara Abbas’ın arkadaşları bekleme süresini fırsat bilip düşman askerlerine nasihat etmeye başlıyorlar. Bu amaçlarının doğru olmadığını, Allah Resûlü’nün (s.a.a) yadigârına, Allah Resûlü’nün (s.a.a) ümmete vasî tayin ettiği ve emanet bıraktığı torununa yönelik her hangi bir menfî girişimin dünyevî muvaffakiyetle sonuçlansa da bunun ceremesinin-vebâlinin büyük olacağını, Allah Resûlü’nün (s.a.a) ciyerpâresine yapılacak her hangi bir kötülüğün karşılığı kıyamete kadar lânetle anılmak olacağını, ahiretteki azabın ise ebedî cehennem olacağını oradakilere hatırlatıp duruyorlar..
Yezid gibi pespâye ve alçak birinden (geçici dünya hayatı için) nemalanma adına gözleri dönmüş olan bu askerlerin kendilerine yapılan öğütleri dinlemeye niyetli olmadıkları anlaşılıyordu. Zira bu kandırılmış zavallı askerler kendilerine yapılan nasihatlere itiraz edip, İmâm’ı (a.s) zamanın hâlifesine asî olmakla suçluyorlardı. Bu cahil askerlerin ne velâyetten ve ne de vasîlikten yana hiçbir bilgileri yoktu. Çünkü Şam’da bu tür bilginin esamesi okunmuyordu.. Onlar Allah Resûlü’nün (s.a.a) vasî tayin etmediğine inanıyordu. Onlar Yezid’in babası tarafından böyle inandırılmışlardı.
Öte yandan İmâm (a.s), kendisine mesajı getiren Abbas’a şöyle diyor: “Onların yanına dön ve bize sabaha kadar mühlet vermelerini söyle. Onları bu gece bizden savmaya çalış. İstediğim o ki, bu gece Rabbimiz için namaz kılalım, O’na dua ve niyazda bulunup, bağışlanma dileyelim.“
Abbas, gidip İmâm’ın (a.s) teklifini onlara iletiyor. İbn Sa’d teklifi kabul etmek istemeyince Amr b. Haccac ez-Zübeydî ve Kays b. Eş’as b. Kays devreye girip mühlet verilmesinden yana tavır koyuyorlar. İbn Sa’d kendisine yapılan itirazlardan sonra ikna olunca Abbas ve arkadaşları da İmâm’ın (a.s) yanına geri dönüyorlar.
İmâm Hüseyin (a.s), o gece yârenlerine bir hutbe irad ediyor. Bu meşhur hutbeyi bizlere İmâm Zeynelabidin (a.s) şöyle aktarmaktadır: “Hastaydım ve yatıyordum ancak babamın ne konuşacağını da merak ediyordum. Zorlukla yanlarına sokuldum. Babam Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya şükürler edip hamd-ü sena da bulunduktan sonra sözlerine şöyle devam etti: ‘Bilesiniz ki ben, arkadaşlarımdan daha vefalı ve daha iyi arkadaşlar, ailemden daha iyi ve daha akarabalık bağlarını gözeten bir aile bilmiyorum. Bana karşı bu tavrınızdan dolayı Allah sizi hayırla mükâfatlandırsın. Şunu bilin ki, kuşatılmış olduğumuz bu zalimler yarın bizlere saldırmaları büyük bir ihtimal dahilindedir. Allah’u âlem belki bu gece son gecemizdir. Onların derdi ise benimle: Bu nedenle sizin hepinize izin veriyorum, serbestsiniz. İşte gecenin zifiri karanlığı basmış bulunuyor. Bu geceyi fırsat bilin. Her biriniz, benim ailemden bir adamın elinden tutun ve gecenin karanlığına karışıp dağılın. Sizi kınayacak değilim. Beni bunlarla yalnız bırakın. Dediğim gibi, onların istediği siz değilsiniz, benim.“
İmâm’ın (a.s), bu sözleri karşısında yârenleri ve akrabaları asla böyle birşey yapmayacaklarını söyleyip itirazlarını dile getiriyorlar: “Hangi yiğitliğe, hangi insanlığa sığar İmâm’ı (a.s) naçar bırakıp düşmana teslim etmek. Allah Resûlü’nün (s.a.a) emanetine, Allah Resûlü’nün (s.a.a) vasîsine sahip çıkmamak, onunla birlikte çarpışmamak zillet değil de nedir? Bu bizim için en büyük bir züldür. İmâm’sız (a.s) bir hayat bize haram olsun. Allah’a andolsun ki, biz Musa‘yı (a.s) yalnız bırakanlar gibi olmayacaız. Ey aziz İmâm (a.s), şunu bil ki, biz kanımızın son damlasına kadar düşmanla savaşacağız. Şehid olursak bu bizim için en büyük bir mutluluktur. Biz bunun için yola çıkıp seninle buralara kadar geldik. Şimdi seni yalnız bırakmamızı, seni kurtlara, çakallara ve sırtlanlara teslim etmemizi mi istiyorsun?“
İmâm’ın (a.s) yârenleri ve akrabaları bu ve benzeri sözlerle sadakat ve bağlılıklarını ifade edip Allah Resûlü’nün (s.a.a) vasîsini yalnız bırakmamaya ahd ediyorlar. Onlar için bu tavır ahid ve biat tazelemekten başka birşey değildi. Gerçekten de İmâm’ın (a.s) ifade ettiği gibi bu insanlar dünyanın en sadık insanlarıydı. Onlar kıyamate kadar en büyük saygı ve ihtiramı hak etmiş, İslâm ümmetinin medâr-ı iftiharı olan yiğit ve cengâver insanlardır. (Rabbim bizleri şefaatlerine nâil eylesin.)
İmânları ve Allah’a tevekkülleri öyle bir zirveye ulaşmış ki, bu insanların yapmış olduğu fedakârlık (“Ashab-ı Uhdûd“ örneğinde olduğu gibi) kadim tarihten bu yana çok müstesna bir yer tutmaktadır. İmâm Hüseyin (a.s), “Gidin! Onların işi benimle“ derken onlar kararlılıkla verdikleri cevapta “asla“ diyordu. Bu öyle bir teslimiyet, öyle bir benlikten geçişti ki, ne bir tereddüt gösterdiler ve ne de bir sarsıntı.. İmân ve teslimiyetleri onları yücelerin yücesine taşımış Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın lütûf ve ihsanına mazhar kılmıştı.
İmâm Hüseyin (a.s) buyurmuştu ki: “İmtihan koşulları zorlaştıkça dindârların sayısı azalır.“ Nitekim öyle olmuştu. Düşünebiliyor musunuz, koskoca bir ümmet ve içerisinde sadece 72 adanmış insan?!..
Niceleri için “Müslümanım“ demenin telaffuzu belki kolaydı ama Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya teslimiyette “sabit ber kadem“ kalabilmek kimileri için gerçekten zordu! Niceleri için belki dünyanın güzelliklerini ve lezzetlerini elinin tersi ile itivermek kolaydı ama kanları fışkırtan kılıç darbelerine, ciyer ve bağırsakları kasıp kavuran ok, kargı ve mızrak saplanmasına hedef olmayı göze almak kolay değildi!..
İmâm Hüseyin (a.s) ve yârenleri bu dünya hayatındaki son gecelerinde Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya iltica ve inkîyâd ederek zikirle, namazla, ibadetle, dua ve niyazla meşgûldü. Sonra İmâm’larına (a.s) olan sadakat ve biatlerini tazelemiş olmanın huzuru ile herkes çadırlarına dönmüş yarınki “Büyük Kıyam” ve “Büyük Devrim“ için istirahate çekilmişlerdi.