Başlığımız bir hadis-i şeriften mülhem[1]. Aslında hadisin içeriğinde kardeşlik hukukundan da söz ediliyor. Bizim burada sadece bu cümleden söz etmemiz Allah Resulü davette bulunurken, insanlara "Allah'ın kulları" olduklarını da hatırlatmış olmasındandır. Elbette, "Ey insanlar 'Lâ ilâhe illallah' deyin kurtuluşa erin" çağrısı risaletin ilk aşamasıdır. İkinci aşama ise "Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz." Bu çağrıya "evet" deyip müspet karşılık verenlerin durumunu Yüce Rabbimiz Hûcurat Sûresi'nin 10'ncu ayetinde "Mü'minler ancak kardeştir" diyerek tescil ediyor. Ayetin devamında ise mü'min kullarına mükellefiyet yüklüyor: "Şu hâlde arası açık olan kardeşlerinizin arasını düzeltin (kardeşliğinizi pekiştirin), Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız." Evet, suni sınırlarla, tel örgülerle ve mayın tarlaları ile kardeşlerimizle aramız açık! (Bilmem izah edebildik mi?) Münferiden küsleri barıştırmak
görevimiz olmakla birlikte asıl olarak büyük fotoğrafa, pazılın bütün kısmına bakmak durumundayız. (Kardeşlerimizle aramızda ulus devlet sınırları var. Aramız çok açık!)
Ayet ve hadisler muvacehesinde hayata ve olaylara o kadar dar çerçeveden bakılıyor ki, asıl büyük vecibe, büyük sorumluluk es geçiliyor.
Burada Allah Teâlâ'nın buyruğundan ve Nebevî çağrıdan da anlaşılacağı üzere biz Müslümanlara sosyal dayanışmaya dayalı bir toplumsal doku meydana getirmemizin ön koşulu olarak kardeşliğimizi pekiştirmemiz gerektiği emrediliyor. Öyle ki âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde yapmış olduğu ilk işlerden biri de Ensar ile Muhacirleri birbirine kardeş ilân etmesiydi. Kardeşlik ve beraberinde gelen sorumluluk..
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyi olanı tesis ederler, olumsuz olanı bertaraf ederler." (Tevbe:71) İslâm sosyal dayanışma dinidir. Allah Resulü bu mükellefiyeti sadece münferit bir vecibe olarak kişilerin inisiyatif ve uhdesine bırakmamış, bu imâna taallûk eden hayatî meseleyi hukukî zemine oturtmak maksadı ile 52 maddelik bir sözleşme metni (Anayasa) hazırlamış ve bu çerçevede İslâm'ın ilk site devletini kurmuştu. Allah Resulü, İslâm kardeşliğinin müesses bir nizama dönüşmesi adına devlet mekanizmasının zaruretine her daim müdrik olmamız için kıyamete kadar gelecek olan ümmetine bir algoritma, bir yol haritası çizmişti. Medine'de hukukî bir düzen kurulduktan sonra, özellikle zekât, sadaka, infak ve humus vecibeleriyle gelir dağılımındaki adalet tesis edilmiş ve toplumsal insicam sağlanmıştı.
Peki bugün biz İslâm ümmetinin hâline baktığımızda nasıl bir manzara ile karşılaşıyoruz? Afrika'nın birçok yerinde insanlar bir lokma ekmeğe, bir yudum temiz suya muhtaç. Myanmar, Doğu Türkistan, Keşmir, Yemen, Filistin kan ağlıyor. Özellikle Filistin'de her Allah'ın günü zulüm var, katliam ve işgal var. Siyonist caniler tarafından zamana yayılmış bir soykırım işleniyor o kutsal topraklarda.. Öte yandan Afganistan, Irak, Suriye ve Libya'nın başına gelenleri görüyoruz. Ümmetin durumu böyle mi olmalıydı? Sahi Trinidad Adaları'nda yaşayan kardeşlerimiz bugün ne durumda? Eminim insanlarımızın çoğu Trinidad Adaları'nın nerede olduğunu bile bilmiyordur.
Hani Sevgili Peygamberimiz'in, "Dünyanın bir ucunda bir Müslümanın ayağına diken batsa, dünyanın diğer ucundaki Müslüman bundan muzdarip olur." uyarsı nerede? İşte İslâm ümmeti olarak bizim bir takım dernek, vakıf gibi STK'larımızla yetinmememiz gerektiği ortaya çıkmaktadır. Şu ayeti küresel ölçekte muhatap almak zorundayız: "Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyi olanı tesis eder olumsuz olanı bertaraf edersiniz." (Âl-i İmrân:110) Karşımızda son derece modern silahlarıyla uluslararası küresel emperyal devletlerin şer ittifakı var. Bu yedi düvel gâvurlar topluluğu geçmişte Haçlı ittifakı olarak Müslüman beldelere nasıl bir vahşilikle saldırdıklarını ve nasıl insanlık dışı katliamlar yaptıklarına tarihî belgelerle tanık olduk.
Bunlar tarihte kalmadı. Bugün bir taraftan müstakilen ABD, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin, diğer taraftan NATO ve UNPROFOR gibi uluslararası şeytanî güçlerin İslâm beldelerini nasıl tarumar ettiklerini hâlâ görüyor ve seyrediyoruz. (UMPROFOR'un Bosna'da Sırp canilerinin işlediği katliamlara nasıl çanak tuttuğunu hatırlayalım, özellikle Srebrenica jenosidini düşünelim!) Kısacası anlatmak istediğimiz o ki, karşımızda küresel katiller topluluğu var ve biz İslâm ümmeti 57 ulus devlete bölünmüş vaziyette darmadağınık durumdayız. İslâm Birliği'ni kurumsal anlamda tesis etmemiş olduğumuzdan dolayıdır ki, şamar oğlanına dönmüş vaziyetteyiz. Gelen vuruyor, giden vuruyor. Büyük şeytan ABD'nin Afganistan ve Irak'ı nasıl tarumar ettiğini gördük. Yine Fransa, İngiltere ve ABD'nin NATO ile birlikte Libya'yı da bombaladığına tanık olduk. (Üstelik NATO uçakları İzmir'den kalkıp Libya'yı bombaladı. Irak'ı bombalayan uçaklar da İncirlik'tan kalkmıştı.) Kurumsal olarak ümmet genelinde, "İslâm Savunma Gücü"müz olsaydı böyle mi olurduk? Ne kadar acıdır ki, İslâm coğrafyalarında vuku bulan çatışmaları ve bu kaos ortamını organize eden, terör gruplarına silah ve mühimmat veren ABD öbür taraftan petrolümüzü çalıyor. Zaten asıl maksadı da o.. Müslümanları birbirine kırdırmak ve böylesi bir kaos ortamında petrolü vantuzlamak..
Allah Teâlâ biz İslâm ümmetinin yaşamış olduğu coğrafyalara yeraltı-yerüstü kaynakları olarak o kadar zenginlikler, o kadar çok nimetler vermiş; fakat biz bunalara gereği gibi sahip çıkmadığımız ve kendimiz işletmediğimiz için ekonomik krizlerle boğuşuyoruz.
Müslümanların yaşadığı coğrafyalara bakın, genel anlamda yoksulluk, sefalet, geri kalmışlık ve ekonomik darboğaz içerisindeler. Bu bir paradoks, bu bir çelişki değil mi? Böyle mi olmalıydık?
Sömürgecilerin tasallutuna maruz kaldığımızdan ve müstevlilerle işbirliği içerisinde olan yöneticilerden dolayı bu zillete düçar olmuşuz. Başta Suudi Arabistan olamak üzere Arap ülkelerinin başlarındaki yöneticilerin büyük şeytan ABD'ye nasıl zillet içerisinde piyonluk ve uşaklık yaptıklarını görüyoruz.
Saraylarındaki tuvalet krozetleri som altından olan bu aşağılık yöneticilerin nasıl ultra lüks, ultra israf içerisinde müstekreh bir hayat yaşadıkları herkesin malûmu. Ümmetin ortak değeri olan petrol gelirlerini kendi şahsî emelleri uğruna nasıl çar-çur ediyorlar? Bu durumda ümmet genelinde ekonomik refah, toplumsal huzur ve insicamın olması mümkün mü? Bugün İslâm coğrafyalarında bir tek fakir, bir tek yoksul, bir tek ihtiyaç sahibi insan olmamalıydı...
Sayın okuyucumuz bütün mesele nedir bilmiyor musunuz? Allah Resulü'nün ilâhî yasalar muvacehesinde Medine'de tesis etmiş olduğu ve adına "Asr-ı Saadet" (Mutluluk Asrı) dediğimiz o müesses düzenin bir benzerini ümmet coğrafyasının tamamına egemen kılmadıkça, bir taraftan emperyal güçlerin tasallut ve saldırılarına maruz kalmaya devam edeceğiz, diğer taraftan ekonomik sıkıntılar ve beraberinde gelen sosyal mahrumiyetlerimiz devam edecektir.
"Benim zikrimeden yüz çeviren topluluklara yeryüzünde istikrarsızlık veririm." (Ta Ha:124)
"Allah ve resulüne itaat edin, birbirinize düşmeyin, birlik olun, eğer birlik olmazsanız, yılgınlaşırsınız, gücünüz gider, (zelil olursunuz). (Enfâl:46)
"Toptan Allah'ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin, dağılıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimeti hatırlayın!.." (Âl-i İmrân:103)
[1] Buhari edeb 62