“Özünde özgürlük olan ve düşmanlarına bile adaletli olmayı emreden bir dine inanmıştım….”
“Müslümanları tanımadan önce Kuran'ı tanıdım. Eğer önce Müslümanları tanımış olsaydım asla Müslüman olamazdım...!”
Bu sözün Yusuf İslam’a ait olduğu söyleniyor, gerçekten söylemiş midir bilmiyorum. Ama son dönemde İslamcı olduğu iddiasındaki kişilerin kimi tavırlarını gördükçe aynı psikolojiyi birçok insan yaşadığını söylüyor.
Kuran alemlerin rabbinin şeytana insanları saptırma özgürlüğü verdiğini ilan ederken kimi Müslümanların kendileri gibi düşünmeyenlere İslam adına konuşma hakkı bile vermediklerini, hatta nerede ise söyletmeyin vurun tavrı içerisine girdiklerini görünce insan bu Müslümanlar Adem kıssasını hiç mi okumuyorlar diye düşünmeden edemiyor.
Rabbimiz, Nisa 135 ve Maide 8’de birilerine olan kininiz ve sevginiz sizi adaletten şaşırtmasın diyor. Camilerimizde her hafta Cuma hutbesinde okunan Nahl suresinin 90. ayeti ile Müslümanlar adil olmaları gerektiğini hatırlatılıyor.
Tüm bunlara rağmen İslamcı olduğu iddiasındaki insanların adaleti sadece kendilerine haksızlık yapılınca hatırlamaları, özgürlüğü sadece kendi düşünceleri söz konusu olunca hatırlamaları karşısında insan Kuran’ı hiç mi okumuyorsunuz? Diye sormak istiyor.
Baskıcı laiklik anlayışının dine ve dindarlığa baskıya dönüştüğü dönemlerde özgürlük türküleri söyleyen İslamcıların, dindar bilenen, hatta İslamcılık iddiası olmadığı halde İslamcı olarak nitelenen iktidarların, kendileri gibi düşünmeyenlere uyguladığı baskıları yetersiz görüp daha fazla baskı istediklerine hayretle şahit oluyoruz.
Baskı ve zulüm denilince sürekli tek parti döneminde ve 28 Şubat döneminde dindar insanlara yapılan zulmü anlatan ama, bugün yapılan haksızlıklar karşısında tek bir kelime etmeyen, bugün yapılan haksızlıkları görmezden gelen, 28 Şubat zulümleri için unutursak yine yaşarız söylemini dilinden düşürmeyen bir İslamcı anlayışla karşı karşıyayız.
Oysa bizim adil bir Türkiye, adil bir Dünya idealimiz vardı. Biz düşmanlarına bile adalet vaad eden adil bir düzenin mücadelesini veriyorduk. Bilge kralın “asıl düşmanlarımıza benzediğimiz zaman mücadeleyi kaybetmiş oluruz” sözünü dilimizden düşürmüyorduk.
Çünkü biz “Sizden önceki milletler şu sebeple yok olup gittiler: Aralarından soylu, mevki ve makam sahibi biri hırsızlık yapınca onu bırakıverirler, zayıf ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca da onu hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık yapsaydı, elbette onun da elini keserdim.” diyen bir peygambere inanmıştık. Biz adaleti de ondan öğrenmiştik.
O Peygamber mescidinin inşaatında çalışan, şehrini savunurken herkes gibi hendek kazan biri idi. O öldüğünde geride kalan biricik kızına dünya malı olarak sadece Fadek hurmalığını bırakmıştı. Ondan sonra gelen idareciler Peygamberler dünya malı miras bırakmaz diyerek Fedek arazisini bile kızına vermemişlerdi. Evet İslam adalet devletinin ilk başkanının kendi kızına miras bırakacağı dünyalık hiçbir varlığı yoktu. Biz onun dinine inanmış dinide ondan öğrenmiştik.
Biz Hz Ebubekir’in “Sizin ey iyiniz olmadığım halde size idareci seçildim. Şayet Allah’a ve Resulüne itaat edersem bana itaat edin değilse bana itaat etmeyin” sözünden idarecilerin nasıl davranılması gerektiğini öğrenmiştik. İdarecileri kutsamayan, onların yanlışlarında hikmet aramayan uyarıcı bir tavrı ilke edinmiştik.
Biz “Dağlara buğday serpin İslam diyarında kuşlar aç demesinler” diyen Hz. Ömer’in tavrından hayvanlar alemine de adalet borcumuz olduğunu öğrenmiş yaşanabilir bir dünyada hayvanlara da haksızlık yapılmasının karşısında bir duruşu inancımızın bir gereği bilmiştik.
Tarihimizde yaşanan kimi kırılmaları vahiy ölçeğinde ayıklayarak özgürlük ve adaletten yana tavır almanın gayretinde olmuştuk.
Hz. Osman’ın yönetiminde yakınların gözetilip, hak etmeyen, işin ehli olmayan akrabalara makam mevki verilmesini uygun görmemiştik.
Hele Hz. Ömer’in oğlu Ubeydullah bin Ömer’in babasının katilini cezalandırırken kızı ve eşini de öldürmesini görmezden gelerek kısas uygulamamasını hiçbir zaman doğru kabul etmedik. Çünkü İkinci halifenin oğlu olduğu için ceza (kısas) uygulanmaması İslam’ın adaletine gölge düşürmüştü.
George Jordac’ın ifadesi ile İnsanlığın adalet sesi Hz. Ali üçüncü halife döneminde zedelenen adaleti yeniden ayağa kaldırmış, ‘devletin dini adalettir dinin devleti de özgürlüktür’ diyerek, adaleti hiçbir zaman maslahata kurban etmemişti. O adaletin İslam’ın esası olduğunu haykırmıştı.
Hz. Ali hiçbir zaman iktidarını korumanın derdine düşmedi. O daha önce kendi hakkı olduğuna inandığı hilafeti kaybettiğinde de, o hilafeti nasıl ele geçiririm derdinde olmamıştı. O güvenlik merkezli bir siyasetin değil adalet merkezli bir siyasetin uygulayıcısı ve savunucusu oldu.
Dünyevi iktidara sahip olmaktansa adaletin sesi olmayı tercih etti. Tarih boyunca kendi iktidarlarını korumayı dini korumakla özdeş görenler Ali’yi hiç anlamadılar. Onun içinde iktidarlarını korumak için adaleti maslahata kurban ettiler. Adalet merkezli değil güvenlik merkezlik siyaseti tercih ettiler. İşte bu anlayış dünyevi iktidarlarını dini korumak için kutsarken yapılan adaletsizliklere din adına meşruyet kazandırdılar.
Ali’ye göre devletin bir kutsiyeti yoktu. İktidar sadece mazlumların hakkını zalimlerden almak hangi şartta olursa olsun adaleti uygulamak için gerekli idi. O Şam’da Muaviye’nin hakimiyetinde, Yahudi zımmi kadının ayağındaki halhalın zorla alındığını duyduğunda, “Bunu duyan bir Müslüman kahrından ölse yeridir” diyecekti.
O kendisini tekfir eden haricilere güce silaha başvurmadığınız sürece size ceza yok demişti. Onları düşüncelerinin yanlışlığını dile getirmiş ama onları düşüncelerinden dolayı cezalandırmamıştı. Müslümanların halifesini tekfir eden haricilerin beytulmaldan aldıkları maaşlarını bile kesmemişti.
George Jordac Hıristiyan bir ilim adamı ve araştırmacı olarak Hz. Ali için ‘insanlığın adalet sesi’ diyecekti.
Hz. Ali, Peygamber şehrinin giriş kapısı idi benim için. Ali bana İslam’ın esasının tevhid ve adalet olduğunu Müslüman olmanın esasının ise vahdet olduğunu öğretti. Ali bana adalet maslahata kurban edilirse, kaybedenin İslam olduğunu öğretti.
Tarih boyunca Muaviye ve takipçileri adaleti maslahata kurban ederek dünyevi anlamda kazanmış iktidarlarını korumuşlardı. Muaviye ve takipçileri görünürde devleti kutsayarak esasta kendi saltanatlarını kutsuyorlardı. İslam’ın varlığını kendi saltanatlarına bağlayarak, güvenlik merkezli bir anlayışla bütün adaletsizliklerini meşrulaştırıyorlardı. Ne yazık ki İslam tarihinde senelerce bu anlayış hakim oldu.
Ama tarih gösterdi ki bu anlayışla İslam kazanmamıştı. Çünkü Müslümanların kazanması İslam’ın kazanması anlamına gelmiyordu. Müslümanlar Ali’yi taktir etseler de Muaviye gibi davranmayı tercih ediyorlardı. Muaviye’nin yanında yer almayı tercih ediyorlardı.
İslamcı olduğu iddiasındaki Müslümanlar kendi geleceklerini Muaviye gibi davranmakta, yada Muaviyelere destek olmakta görebilirler. Bu anlayışla dünyevi iktidarlarını koruya da bilirler. Ama bu anlayışla insanlığa umut olmakta Allah’ın rızasına ulaşmakta mümkün olmayacaktır. İnsanlığın ve Müslümanların geleceği Ali’nin adaleti maslahata kurban etmeyen anlayışındadır.
Yaşanabilir bir Türkiye ve yaşanabilir bir dünya ancak gerçek anlamda adaletin hakim olması ile kurulabilir. Güvenliği esas alan ve adaleti maslahata kurban eden bir anlayışla gerçek anlamda adaleti hakim kılmak mümkün değildir. Böyle bir anlayışla insanlığın adalet umudu olmakta mümkün değildir.
Hz. Ali bu adalet mücadelesinde yalnız kalmıştı. O yalnız kalacağını bildiği içinde Hz. Osman’ın şahadetinden sonra kendisine biat etmeye gelenlere “Siz benim adaletime tahammül gösteremezsiniz gidin benden başka birine biat edin bende ona danışmanlık yapayım yardımcı olayım” demişti. Israrla Hz. Ali’ye biat etmek istediler ve biatte ettiler ama sonra biatlarına sadakat göstermeyerek adalet mücadelesinde Ali’yi yalnız bıraktılar. Kimileride yalnız bırakmakla kalmadı, Ali’nin adalet sistemine karşı mücadele ettiler.
Ali yalnız adamdı, kalabalıklar içerisinde onca seveni arasında yalnız.
Bize de Ali’nin yalnızlığı düştü…
Yalnız kalsa da adaleti maslahata kurban etmeyenlere selam olsun…