Tarih boyunca insanlar ve tüm canlılar gerek zorunlu nedenler gerekse kendi tercihleri dolayısıyla birlikte ve toplu olarak yaşaya gelmişlerdir. Günümüzde bunca maddi ve teknik ilerlemeye rağmen bu durum muhafaza edilmektedir. Birlikte yaşama zorunluluğun nedenlerini; fiziki, psikososyal ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyaçları olarak özetlememiz mümkündür. Bu yazıda üzerinde duracağımız konu ile çok yakın ilişkisi olmadığından bu zorunlu nedenleri irdelemeye lüzum görmedik.
Birlikte yaşayan toplumlar/”biz”ler, birey/ “ben”lerden oluşmaktadır. Toplumları oluşturan bireylerin her birinin farklı kişisel özellikleri vardır. Onları bir arada tutan neden (başka nedenlerde sayılabilse de ) ihtiyaçlar ve ortak çıkarlardır.
Toplumların bir araya gelebilmeleri kolay olsa da düzen ve ahenk içinde hayatiyetini sürdürebilmesi o kadar kolay ve mümkün değildir. Bireylerin ölümü gibi toplumların ve medeniyetlerin hayatları da son bulabilmektedir. Nasıl ki bireyler hayatlarını sürdürmek için bazı kriter ve kurallara uyma ihtiyacı duyarlarsa toplum ve medeniyetler de varlığını uzun bir şekilde sürdürebilmeleri için bazı toplumsal kriter ve kurallara ihtiyaç duyarlar.
Geleneksel toplumlarda asıl olan toplumun kendisiydi. Bireyler geri planda tutulurdu. Toplumun menfaati için bireyin hakları yok sayılabilinirdi. Hatta bir kabile veya köydeki bir kişinin suçu, günahı yüzünden kabile veya köyün toptan cezalandırıldığı olurdu. Eski totaliter sistemlerde toplumun teşkilatlanmış şekli olan devletin, bürokratları aracılığı ile kendi “âli menfaatlari” için bireylere baskı ve işkenceler yapması normal görülürdü. Bu baskılar bireyleri silik, ezik, kendine güvensiz ve sinsi kişiler haline getirdi.
Zamanla durum değişti ; demokrasinin ilerlemesiyle bireylerin hakları çoğaldı. Bireysel hakların çoğalmasıyla bireysellik ön plana çıkmaya başladı. Psikologların süper egonun şişirilmesi, ilahiyatçıların enaniyet dedikleri “kendini aşırı önemseme durumu” ortaya çıktı. Kendilerine aşırı ve gereksiz bir şekilde güven duymaya başladılar. Ayrıca bireyselliğin aşırı güçlenmesi bireyleri bencil, kibirli, kendinden başkasını düşünmeyen, kıskanç, aşırı rekabetçi, kendini müstağni (hiçbir şeye ve hiç kimseye duymadığını düşünen) gören saygısız ve sorumsuz kişiler haline getirdi. Başkalarına hatta devletin polisine, öğretmenine ve doktoruna fütursuzca saldırabiliyor; başkalarının hayatını hiçe sayarak trafikte, toplumun yaşadığı diğer yerlerde kuralları hiçe sayıyor ve de kendisini durdurabilecek bir güç tanımıyordu. Hatta kadın cinayetlerini ve kendisinin sahip olduğu araca/dükkana kar topu atan kişinin öldürülmesini de bireyseliğin aşırı güçlenmesine bağlayabiliriz. Tabii ki bu olayların tek sebebi aşırı bireysellik değil ama kendini, sahip olmayı ve sahip olduğu şeyleri fazla önemseme önemli nedenlerdendir . Kadına sahip olmak için engel tanımazlık ve kendinin sahip olduğu mallara şaka ve hafiften bile olsa dokunamazlık duygusu yatıyor.
Her şeyde oluğu gibi bireysellik ve toplumsallık konusunda da ifrat ve tefritten kaçınarak orta yolun takip edilmesi esastır. Ne toplum için bireyi feda edeceğiz ne de birey için toplumu gözardı edeceğiz . Unutmayalım ki toplumları ben /bireyler oluşturduğundan bireylerin hak ve menfaatlarını yok sayamayız. Toplumlarda benim gibi benlerden oluşur. Diğer bireylerde benim gibi annesinin bir tanesi, benim kadar değerli bir “CAN”dır. Ben diğer benleri sevip, sayıp ,koruyup destek olacağız ki toplum da bize değer versin.
O zaman “BEN VE BİZİN” ayrilmaz/ayrılamaz bir ikili olduğunu fark ederiz.