DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Abdurrahman Kılıç
Abdurrahman Kılıç
Giriş Tarihi : 02-11-2015 16:13

Bediüzzamanın (R.Aleyh) Bilgi Anlayışı.

İnsan Bilgisinin Değeri....

Her düşünürün Genel Felsefesi, varlık felsefesine, varlık felsefesi de bilgi felsefesine dayanır. Düşünürlerin bilgi teorisi onların Allah, evren, insan tasavvurunu ele verir. Bu nedenle, Bediüzzaman’ı (r.aleyh) doğru anlamak, bilgi anlayışını doğru anlamakla gerçekleşir.

Bilgi nedir? İnsan bilgisinin sınırları nedir? İnsan neyi, ne kadar bilir? Bilginin objesi nedir? İnsan bu objeyi nasıl ne kadar idrak edebilir? Bilginin değeri nedir?  Bilgi felsefesi ile ilgili bu sorular aynı zamanda varlık ile ilgili sorulardır da. Bilgi ile ilgili soruların cevapları varlık ile ilgili soruların da cevabıdır. İnsan bilgisi ile ilgili sorular da, insanın varlığı ile ilgili sorulardır. İnsan bilgisi ile ilgili soruların cevabı insanın kendi zatı ile ilgili sorularında cevabıdır.

Evreni sadece maddeden, insanı bedenden ibaret sayan bir mütefekkir, bilgiyi de sadece beş duyunun algısı ile sınırlar. Bilgi tasavvuru varlık tasavvurundan bağımsız değildir.

Hem Genel Düşünce Tarihi içinde hem de İslam Düşünce Tarihi içinde farklı varlık anlayışlarına ve buna bağlı olarak farklı bilgi anlayışına sahip felsefi ekoller ve savunucuları ortaya çıkmıştır. İslam Tarihi ve Kültürü içindeki genel fikir akımları, İslam Felsefe ekolü, Kelam ekolü, Tasavvuf ekolü ve her ekolün kendi içinde farklı tonlar bulunmuştur.

Bu ekollerden İslam Felsefesi, akıl- vahiy; kelam, vahiy – akıl; tasavvuf, kalp- vahiy eksenli bilgi anlayışını önceleyip, varlık ve evren tasavvurlarını buna göre inşa ederler. Zaman içinde bu ekollerin etkileşimi ile sentezci ekollerinde ortaya çıktığı müşahede edilir. Son dönemlerde Suhreverdi’nin İşrak ekolü ve onun temsilcisi Molla Sadra’da olduğu gibi.

Bilgi, insan ve varlık etkileşimi sonucu, insanda, varlıkla ilgili hâsıl olan şey şeklinde tanımlanabilir. Bu durumda en gerçek bilgiye ulaşanların insan ve evren tasavvuru en sağlam ekoller olduğunu söylemek mümkün.

İnsan,   varlık ve evren ile ilgili sahih bilgiler, insanı ve toplumları sahih davranış ve yaşama ulaştırır. Aksi durumlar aksi sonuç doğurur. Geçmişte yanlış bilgi sahibi bazı sofilerin, harici taifelerinin, şekilci fakihlerin ümmetin başına açtıkları felaketler unutulamaz. Aynı sorunlarla karşılaşmamak için ümmetin fert ve toplum olarak sahih bilgi ile donatılması gerekir. Müslümanlar yeni dönemde medeniyet projelerini sahih bilgi temelinde atmalıdır.

Felsefecilerin kalbi, kelamcıların aklı ve kalbi, mutasavvıfların aklı, fakihlerin duyguyu, selefilerin düşünmeyi önemsememeleri sonucu İslam Kültüründe derin yaralar açılmıştır.

Allah’ın kendine bahşettiği tüm yeteneklerini kullananlar tam bilgiye sahip olabilir. Tam bilgiye sahip onlalar Allah’ın kelami ve kevni ayetlerini anlayarak bu ayetlere uygun yaşayabilir. Tam bilgi sahibi olamayanlar hem kelami ayetleri hem de kevni ayetleri eksik ve yanlış anlar. Yanlış uygular. Muradı İlahinin zıddına işler yapar.

Bu kısa girişten sonra Bedİüzzaman’ın (r.aleyh) Risalelerdeki, İnsan ve bilgi tasavvuru ile ilgili paragraflarını alıntılayarak üzerinde konuşalım.

Konuyu dolandırmadan hemen Bediüzzaman’ın (r.aleyh) insan tanımına geçelim. Ona göre insan nedir? Evrende ki yeri nedir? Bilgisinin sınırları nedir? Neleri bilebilir?

“Âlemin miftahı senin elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenabı hak emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallak-ı kâinatın künuz-u mahfiyasını onunla keşfeder. Fakat ene kendisi de gayet muğlâk bir muamma ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.”[1]

Bediüzzaman ( r.aleyh ) insanın evrenle ilgili tüm bilgileri elde edebileceğine inanır. İnsanın kâinatla ilgili sahih bilgilere ulaşabilmesi içinde önce kendini tanıması gerektiğini vurgular. 

“ …bütün sıfat ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binlerce esrarlı ahval ve sıfat ve hissiyat, ene de mündemiçtir.”[2]

İnsan kendini tanıdıktan sonra hem kâinatın yaratıcısı Allah’ı (c.c.) nitelikleri ile hem de kâinatla ilgili bilgilere sahip olabilir.

“ Hem insan, nasıl ki hayat-ı camiasıyla zat-ı Zül- Celalin sıfat ve şuunatına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmasına bir fihristedir ve şuurlu bir aynadır… Öylede, insan şu kâinatın hakaiklerine bir vahid-i kıyasidir, bir fihristedir, bir mikyastır, bir fihristedir. “[3]

İnsan, evren ile ortak paydaları vasıtası ile onun hakkınki hakiki bilgilere ulaşır.

“ …insan küçük bir cisim ise de, büyük âlemi içine alacak kadar büyüktür.”[4]

İnsan cismen küçükse de kâinatı kuşatacak, kapsayacak niteliktedir. Kâinata hem zarf hem de mazruftur.

“ Adeta insan-ı ekber âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.”[5]

“ İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan o büyük insanın bir fihristesi, bir hülasasıdır. İnsanda bulunan numunelerin büyük asılları insan-ı ekberde bizzarure bulunacaktır.”[6]

İnsan kâinatta eğreti bir varlık değildir. Allah (c.c.) evreni mesaj taşıyan ayetlerle donatırken insanı da bu ayetleri okuyacak, algılayacak kabiliyetlerle donamıştır. Kâinatta ne tür bir ayet varsa onu algılayacak nitelikler de insanda vardır.

“ …insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, ta cennet âlemine kadar her bir âlemin birer seması var.”[7]

“… bu insan-ı ekber olan kainat dahi, mütedahil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler alemleri ihtiva ediyor.”[8]

Kâinatın varlığın sınırları ne kadar genişse insanın algıları da o kadar geniştir.

“ Cenab-ı Hak insanı, kâinata cami bir nüsha ve on sekiz bin âlemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-ı Hüsna’dan her birisinin tecelliğahı olan her bir âlemden bir örnek, bir numune insanın cevherinde vedia bırakmıştır. …insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecelli eden sıfatla o âlemden tezahür eden isme bir mir’at, bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle âlem-i şahadet ve âlem-i gayba bir hülasa olur ve her iki âleme tecelli eden insana da tecelli eder.”[9]

“İ’lem eyyühe’l aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebetdar köprüler lazımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lakin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Mesela berzah dünya ile ahret arasında bir köprüdür.”[10]

“… Kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde ve küçüklüğü ile beraber, manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalplerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şahadet ortasında insani berzahlardır; iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri insana nispeten o noktalarda oluyor...”[11]

İnsanın evrenle ilgili hem afakî hem de enfüsi bilgilere sahiptir. İnsan kâinatı algı organları ile algılar. Bir kitap gibi mütalaa eder. Deneysel ve tecrübî bilgiler elde eder. Bu bilgileri iç dünyasında kendi yaşadıkları ile kıyasladığında aynı olayları iç dünyasında da hisseder. Hem tecrübî, hem de şuhudi bilgilere ulaşır.

“ İ’lem eyyühe’el- aziz! İnsanın fıtraten malik olduğu camiiyyetin acayibindendir ki: sani-i hakim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut enva-ı rahmeti tartmak için gayr-ı mahdut mizanlar vaz etmiştir. Ve esma-ı hünsanın gayr- mütenahi mahfi definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihazat ve alat yaratmıştır. Mesela, mesmuat, mubsırat, me’kulat âlemlerini ihata eden insandaki duygular, saniin sıfat-ı mutlakasını ve geniş şuunatını fehmetmek içindir.

Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hafızasında öyle bir latife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş âlemde o latife daimi seyr ve cevalan etmekte ise de, sahiline vasıl olamaz. Maahaza bazen bu büyük âlem o latifeye o kadar darlaşırki, âlem o latifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o latifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz."[12]

Bediüzzaman ( r. aleyh. ) bu paragrafta insanın, kâinatın içinde olmasına rağmen, kâinatı kuşatacak algılara sahip olduğunu belirtiyor. Bu nedenle insan evrenle ilgili kuşatıcı, gerçek bilgilere ulaşabilir.

“… Mahiyetinin icmali şudur: Esma- i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun ve sıfat-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu âlem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalatının bir Ahsen-i takvimidir.”[13]

“Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i camia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadszi telsiz telgara ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i manevisi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulum-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nurani kitaplar gösteriyorlar.[14]

İşte, madem kalb ve dimağ-ı insani bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azimenin cihazatını tazammun eder ve ebedi, uhrevi, haşmetli bir makinanın aletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve her halde, o kalbin Fatırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmişki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek.”

İnsanın mahiyetini evrendeki diğer varlıklar ilgi ve alakasını ortaya koyan bir alıntı. Buradan yola çıkarak insanın evrendeki her varlıkla kesişme noktasının bulunduğunu, bu kesişme noktaları aracılığı ile de insanın onlarla ilgili bilgilere ulaşabileceğini tespit edebiliriz.

Yukarıdaki alıntıların işareti ile Bediüzzman’ın (r.aleyh) insanın kâinattaki konumunun yüceliğini, Allah katındaki değerini görebiliriz. Bu konum ve değer onu evren ve Allah ile ilgili bilgi edinme konusunda da ayrıcalıklı bir konuma oturtmaktadır.

İnsan evrenin mihrak noktasıdır. Evrende ne varsa insanda da vardır. Bu nedenle evrenle ilgili kuşatıcı, gerçek bilgilere ulaşabilir.

       

 


[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 241

[2] Aynı yer.

[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 826

[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İşarat-ül İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1261

[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 583

[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 625

[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 259

[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 744

[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İşarat-ül İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1161

[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1359

[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı,Şualar905, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 625

[12] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf.1352

 

[13] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 48

[14] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 561

NELER SÖYLENDİ?
@
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA