DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Abdurrahman Kılıç
Abdurrahman Kılıç
Giriş Tarihi : 31-01-2016 17:39

Bediüzzaman Ontolojisi Varlık

Ontoloji kavramının kelime anlamı varlık bilim. Ontoloji, günümüzde felsefenin bir alt birimi oluyor. Genel felsefenin bir bölümü, bir şubesi halinde bulunuyor. Varlığı varlık olması yönü ile inceleyen felsefe dalıdır. Bir felsefi ekolün özünü, ontoloji anlayışı oluşturur.

Ontoloji, varlık nedir? Geçekten var mıdır? Varlık bizim algıladığımızın aynısı mıdır? Var edici var mıdır? Var edicisi varsa, var edicisi ile ilişkisi nasıldır? Varlığın bir sonu var mıdır? Varlık nereye gitmektedir? Varlığın kaynağı nedir? İlk varlık nedir? Varlığın ilk maddesi nedir? V.b. sorulara cevap arar. Bu cevaplara göre farklı mezheplerin, farklı ontoloji fikirleri ortaya çıkar.

Hem genel Dünya Düşünce tarihi içinde hem de İslam Düşünce tarihi içinde ontoloji anlayışları farklı felsefi ekoller ortaya çıkmıştır.

İslam Düşünce Tarihi içinde Kelamcılar, Felsefeciler, Mutasavvıflar, Selefiler ana başlıkları altında farklı ontolojik fikir sahipleri bulunur. Bu ekollerin farklı kolları olduğunu unutmamak gerekir.

İslam Düşünce Ekollerinin ontolojilerinin temeli Allah- Evren ilişkisi olagelmiştir. İslam ontolojisinin temeli Allah- Evren, Allah – İnsan, Allah- Eşya ilişkisi çerçevesindedir. İlk dönem düşünürleri Allah- Evren ilişkisini yaratma şeklinde, Halik- mahlûk ilişkisi çerçevesinde açıklamışlarsa da, daha sonra diğer kültürlerden gelen çevirilerin etkisi ile farklı açıklamalar da yönelmeler başlamıştır. Felsefeciler, Yunan felsefecilerini, mutasavvıflar İran ve Hind irfanını önce İslami kavramlarla tekrarlamaya, daha sonra kendi orijinal görüşlerini oluşturmaya başlamışlardır.

Dış kültürlerin etkisi İslam âleminde uzun tartışmalara sebep olmuş. Mutasavvıflar ve filozoflar eleştirilmiş. Diğer kültürlerin, İslam dışı düşüncelerini, İslam’a dâhil etmekle, zındıklıkla, küfürle itham edilmişler. Mutasavvıflar ve filozoflar kendilerine yönelen eleştirileri cevaplamış ve karşı eleştirilerde bulunmuş. Daha sonra bu tartışmalar anlamını kaybetmiş. Felsefe ve tasavvuf İslam İlimleri içindeki yerini almış.

Günümüzde de bu ekoller Allah – evren ilişkisini, tarihi süreç içinde meydana gelen birikim ışığında açıklamaya çalışıyor. Geçen süreç içinde felsefe, tasavvuf ve kelam birbirinden etkilenmiş ve günümüzde bu ilimlerin metotlarını sentezleyen anlayışlar ortaya çıkmıştır. İran, Hindistan ve Pakistan’da işrakilik, bu sentezle, modern ilimlerin verilerini de kullanarak oldukça dinamik bir ontoloji anlayışı ortaya koymuştur.

Bediüzzaman ‘da (r.aleyh) kendinden önceki bilgileri derleyerek Kur’an-ı hakim merkezli ve kendine has bir ontoloji oluşturmuştur.

Diğer düşünürlerde olduğu gibi Bediüzzaman’da da ( r.aleyh) düşünce sisteminin temelini ontoloji anlayışı belirler.  Sistemin diğer öğeleri ontoloji üzerine oturur. Daha doğrusu ontoloji anlayışı düşünce sisteminin omurgasını, iskeletini oluşturur.  Diğer düşünceler bu omurganın, iskeletin şekline uyum sağlayarak şekillenir.

İslam Düşünce Dünyasında bazı akımlar varlığı, vacib-ül- vücud ve ma sivahu olarak ikiye ayırmış ve ma sivanın gerçek varlığını kabul etmemişler.

Ontolojini cevaplaması gereken ilk soru da budur. Varlık var mıdır, yok mudur? Cevap var ise sonraki soru, nasıl var olmuştur? Bir var edicisi var mıdır? Varsa, nasıl var etmiştir? Niçin var etmiştir? Ve sonraki soruların cevaplarına göre yeni sorular…

Bediüzzaman’ın ( r.aleyh) ontoloji anlayışını incelemeye ilk soru ile başlayalım :  ” Ehl-i vahdet ül- vücudun dedikleri gibi :” mevcudat, evham ve hayal” değil. Görünen eşya dahi, cenab-ı Hakkın asarıdır. “ heme ost” değil, heme ez ost “ tur. Yani her şey O değil, belki her şey Ondandır. Çünki hadisat, ayn-ı kadim olamaz.”[1]

“Bütün eşyanın, Onun icadıyla bir vücud-u arizisi vardır. Ve o vücüt çendan Vacib ül- vücudun vücuduna nisbeten gayet zaif ve kararsız bir zıll, bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenab-ı Hak, hallak ismiyle vücud veriyor ve o vücudu idame ediyor.”[2]

“İ’lem eyyühe’l- aziz! Vücut nevinde tezahüm yoktur. Yani, pek çok alemler, haller, vücut sahnesinde içtima eder birleşir.

Bu maddi vücudun bir habbesi, bir parçası, o misali vücudun bir alemini içine alabilir.

Çünkü mümkinatın vücudu, vacibin nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmi bir mertebededir. Vacibin emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sabit ve mustakar kalır. Demek mümkinatın vücudu bizzat hakiki bir vücud-u harici olmadığı gibi, vehmi veya zail bir zıllde değildir. Ancak, Vacib ül- Vucudun icadıyla bir vücuttur.”[3]

Bediüzzaman ( r. aleyh.) mevcudatın varlığını reddetmez. Yukarıdaki paragrafta konunun ayrılmaz bütünlüğünden dolayı birkaç sorunun cevabının iç içe geçtiğini görüyoruz. Biz şimdilik ilk sorunun cevabını takip ediyoruz. Bediüzzaman ( r.aleyh) varlığın varlığını teslim ediyor. Varlık bir hayalden ibaret değil. Sonra, varlığı Allah’ın yarattığını belirtir. Varlığın, Allah’ın (c.c.) varlığından ayrı bir varlığı vardır. Sonrada varlığın bazı niteliklerini sayar. Allah’a (c.c.) bağımlı, Allah’ın (c.c.) varlığına nispetle zayıf bir varlık.

Bediüzzaman ( r.aleyh) varlığı beş duyu ile algılanan maddi varlıkla sınırlı olmadığını belirtir. Varlığı iç içe tabakalar halinde, değişik yoğunlukta biçimleri olduğunu söyler.

“Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rusuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Mesela, âlem-i şahadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i manadan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i hariciden olan tırnak kadar bir ayine-i vücudun âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır. Ve o âlem-i hariciden olan o ayna ve hafızanın şuurları ve kuvve-i icadiyeleri olsaydı, bir zerrecik vücud-u haricileri kuvvetiyle, o vücud-u manevide ve misalide hadsiz tasarrufat ve tahavvülat yapabilirlerdi. Demek, vücut rusuh peyda ettikçe, kuvvet ziyadeleşir; az bir şey, çok hükmüne geçer. Hususan vücut rusuh-u tam kazandıktan sonra, maddeden mücerred ise, kayıd altına girmezse, o vakit cüz’i bir cilvesi, sair hafif tabakat-ı vücudun çok âlemlerini çevirebilir.”[4]

“Mevcudat, şu âlem-i şahadete münhasır değildir… belki daha çok tabakat-ı vücut vardır ki, alem-i şahadet onlara nispeten munakkaş bir perdedir.”[5]

“İ’lem eyyühe’l- aziz! Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envaiyle …”[6]

Elbette, insanı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var”[7]

Bediüzzaman ( r.aleyh) varlığın türlerinden ve tabakalarından bahseder. “Yetmiş bin perde tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfat ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat-ı meratip edecektir.”[8]“İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehruba, âlem-i elektirik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepside ihtilalsız müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler.”[9]

Yetmiş bin âlem birbiri içinde yer darlığı olmaksızın yerleşir. Âlem bir soğan gibi iç içe farklı âlemlerden oluşur. Bu farklı âlemler bir bütünlük içine birbirini etkiler. Tüm âlem tek bir canlı gibi hareket eder.

“Keza, vücud-u harici, vücud-u misaliden daha sabit, daha muhkemdir. Vücud-u hariciden bir nokta, vücud-u misaliden bir dağı i.ine alabilir. Kezalik, vücud-u vucubi daha kavi, daha rasih, daha sabittir. Beklide vücud-u hakiki, vücud-u harcici ondan ibarettir.”[10]

Manevi âlemler maddi âlemlerin içine yerleşir. Geniş manevi evrenler dar maddi âlemlere sığar. Birçok manevi âlem bir maddi âleme sığar.

“Evet, kâinatın ayna gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, aynanın renkli yüzüne benzer. Diğeri melekutiyet ciheti ki, aynanın parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ki, zıtların cevelangahıdır. Melekutiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir.”[11]

Vücut ve âlem kavramları bazen izafet halinde kullanılır.

Vucud-u arizi, vücud-u cismani, vücud-u daimi, vücud-u hakiki, vücud-u harici, vücud-u hissi, vücud-u ilmi, vücud-u misali, vücud-u manevi, vücud-u şahsi, vücud-u vacib, vücud-u zahiri, vücud-u vucubi, vücud-u zılli, vücud-u zihni.

Âlem-i suver ve misal, âlem-i imkani, âlem-i zuhur, âlem-i zihni, âlem-i zılli, âlem-i gayb ve şahadet, âlem-i vücud, âlem-i âdem, âlem-i ervah, âlem-i nur, âlem-i berzah, âlem-i hakikat, âlem-i mana, âlem-i batın, âlem-i zahir, âlem-i maddiyat, âlem-i latif, âlem-i emir, âlem-i mülk ve melekût, âlem-i misal, âlem-i fani, almem-i baki, âlem-i tagayyür, âlem-i cismani, âlem-i ulvi, âlem-i süfli, âlem-i nur-u envar, âlem-i mubsırat, âlem-i kesif, âlem-i kesret, âlem-i vahdet, âlem-i kevn-u fesat v.b.

 

 


[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 384.

[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 385.

[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1334.

 

[4]Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 462.

[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 228.

[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1344.

[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 257.

[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1335.

[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, M.Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1337.

[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 384.

[11] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C. sf. 237.

NELER SÖYLENDİ?
@
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA