DOLAR 0,0000
EURO 0,0000
STERLIN 0,0000
ALTIN 000,00
BİST 00.000
Abdurrahman Kılıç
Abdurrahman Kılıç
Giriş Tarihi : 29-02-2016 07:02

Bediüzzaman Ontolojisi Allah

Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) ontolojisinin zirvesinde de diğer İslam arif ve filozoflarında olduğu gibi, Allah (c.c.) vardır. Allah(c.c.)  varlığın kaynağıdır. Mevcudat varlığını Allah’a (c.c.) borçludur. Varlığını devam ettirmek için Allah’a(c.c.)  muhtaçtır.

İslam Ontolojisinin en önemli problemi, Allah(c.c.)  - evren ilişkisidir. Allah(c.c.)   sonsuz, sınırsız, maddeden mücerret iken sonlu, sınırlı maddi bir evrenle nasıl iletişim halinde olabilir? Allah (c.c.)   evreni nasıl etkiliyor? Eskilerin tabiri ile Allah’ın (c.c.)   evrene, varlığa taalluku nasıl gerçekleşiyor? Allah (c.c.) ,   yokluktan, varlığa nasıl çıkarıyor? Varlığın devamını, sürekliliğini nasıl sağlıyor?

Yukarıdaki sorulara verilen cevaplar farklı Allah ve ontoloji teorilerinin, tasavvurlarının, açıklamalarının oluşumunu doğurmuştur.

Filozofların akıllar, felekler ve nefisler, ay altı ve semaları içeren sudur nazariyesi.  

Selefiler, Kur’an-ı Hakimde Allah’a izafe edilen, Allah’ın eli, Allah’ın arşı gibi ifadelerin gerçek anlamda kullanıldığı söyler. Allah’ın, mahiyeti bizce meçhul bir eli vardır. Allah fiillerini bizce meçhul bir tarzda bu eli ile yapar, derler. Ayet-i Kerime’deki  ‘Allah arşa oturdu’ ifadesini,  bizce keyfiyeti meçhul bir tarzda oturma, şeklinde izah ederler.

Mutasavvıflar, farklı ontolojik nazariyeler öne sürerler. Vahdet-i vücut, vahdet-i Şuhut v.b.

Bediüzzaman’ın, ( r.aleyh) önce Allah tasavvurunu, sonra Allah’ın, varlığı, niçin ve nasıl yarattığını,   varlığın varlığını, niçin ve nasıl devam ettirdiğini ve nihayet, varlığın varlığını nereye kadar, niçin ve nasıl devam ettireceğini,  sırayla anlamaya çalışacağız.

Bediüzzaman ( r.aleyh), varlığın yaratılma sebebini, Allah’ın kendini tanıtma isteğiyle açıklar.

“ Nitekim Muyiddin-i Arabî, ‘  كنت كنزا مخفيّا فخلقت الخلق ليعرفوني‘  hadis-i şerifinin beyanında ,” mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi göreyim “ demiştir.”[1]

Allah (c.c.) gizli bir hazine idi. Tanınmak için varlığı ve evreni yarattı.

Ancak tanınma tek boyutlu değil. Yani sadece insanların tanıması için değil. Aşağıdaki paragraflarda değinildiği gibi yaratmanın bir başka nedeni daha var.

“ … bir cemal ve kemal-i zatidir ki, tezahür etmek ister… aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine göre lemeatını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister… o lem’aları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar. ”[2]

“İşte, her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca ...”[3]

“Malumdur ki, her bir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister “[4]

“ Ve keza, bir cemal sahibi, daima hüsün ve cemalini görmek ve göstermek ister.”[5]

“ Ve keza, hakaik-i sabitedendir ki, yüksek bir cemal sahibi, bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta başkasının gözüyle, cemalini ve cemalinin inceliklerini görmek istiyor.”[6]

Yukarıdaki paragraflar varlığın yaratılış sebebini ortaya koyuyor. Allah(c.c.)  kendi cemal ve kemalini hem kendi görmek hem de şuurlu varlıklarına göstermek için varlıkları yarattı. Evren ve varlıklar Allah’ın(c.c.)  kendini seyrettiği ve başkalara seyrettirdiği aynalar gibidir. Bediüzzaman’a ( R.aleyh)  göre Allah’ı(c.c.)  tanımak, anlamak için bu aynaları iyi incelemek, anlamak gerekiyor.

“ Raabbimizi bize tarif eden üç büyük, külli muarrif var. Birisi şu kitap-ı kâinattır. Birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemül- Enbiya Aleyhissalatü Vesselamdır. Birisi de Kur’an-ı Azimüşşandır.”[7]

Kâinat, Allah’ı (c.c.)  tanıtan üç önemli tanıtıcıdan biri olarak belirtilirken, Kur’an-ı Azimüşşan, kitap-ı kâinatın tercümanı, Peygamber (S.A.V),  onun ayet-i kübrasıdır. 

Artık, çıkış noktası varlık olan, Allah (c.c.)    tasavvuru ile ilgili paragraflara değinelim.

“ Şu kitab-ı kebir-i kâinat, nasıl ki vücud ve vahdete dair ayat-ı tekviniyeyi bize ders veriyor. Öyle de, o Zat-ı Zülcelalin bütün evsaf-ı Kemaliye ve cemaliye ve celaliyesine de şehadet eder ve kusursuz noksansız kemal-i zatisini ispat ederler. Çünkü bedihidir ki: Bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’ni zatinin kemaline ve şe’nin kemali, o zat-ı zişuunun kemaline, hadsen ve zaruraten ve bedaheten delalet eder… Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o ef’alin mükemmeliyeti, o fail ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti o ustanın sanatına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve sıfatların mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuun-u zatiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyeti zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misüllü, aynen öylede:

Şu asar-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise, bil- müşahede bir müessir-i Zil- iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bil-bedahe, o Fail- i Zülcelalin, kemal-i esmasına delalet eder. O kemal ise, bizzarue, o esmanın Müsemma-i Zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise , bilyakin, o Mevsuf-u Zülkemalin, şuunun kemaline delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise , bihakkilyakin, o şunun kema-i Zatına öyle delalet eder ki , bütün kainatta görülen bütün enva-ı kemalat, Onun kemaline nispeten sönük bir zıll-i zayıf suretinde ayat-ı kemali ve rumuz-u cemali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir. ” [8]

Kâinat, bize, Allah’ı ( c.c.) varlığı, birliği, fiilleri, isimleri, sıfatları, şuunatı ve zatı ile beraber tanıtır.

“ Umum kâinattaki umum kemalat, bir Zat-ı Zülcelalin kemalinin ayatıdır ve cemalinin işaratıdır. Belki, hakiki kemaline nibeten bütün kâinattaki hüsün ve kemal ve cemal, zayıf bir gölgesidir.

 …nasıl ki, mükemmel, muhteşem, munakkaş,, müzeyyen bir saray mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedahe delalet eder. Ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık, bizzarure, mükemmel bir faile, bir ustaya, bir mühendise ve nakkaş, musavvir, gibi unvan ve isimleriyle beraber delalet eder. Ve o mükemmel isimler dahi, şüphesiz, o ustanın mükemmel, sanatkârane sıfatına delalet eder. Ve o kemal-i sanat ve sıfat, bilbedahe, o ustanın kemal-i istidadına ve kabiliyetine delalet eder. Ve o kemal-i istidat ve kabiliyet, bizzarure, o ustanın kemal-i zatına ve ulviyet-i mahiyetine delalet eder.

Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbehahe, gayet kemaldeki ef’ale delalet eder. Çünkü eserdeki kemalat, o ef’alin kemalatından ileri gelir ve onu gösterir.

Kemal-i ef’al ise, bizzarure, bir fail-i mükemmele ve o failin kemal-i esmasına, yani, asara nisbeten Müdebbir, Musavvir; Hakim, rahim, Müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder.

İsimlerin ve unvanların kemali ise, şeksiz şüphesiz,, o failin kemal-i evsafına delalet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neşet eden isimler, unvanlar mükemmel olamaz.

Ve o evsafın kemali, bilbedahe, şuunat-ı zatiyenin kemaline delalet eder. Çünkü sıfatın mebdeleri, o şuun-u zatiyedir.

Ve şuun-u zatiyenin kemali ise, biilmilyakin, zat-ı Zişuunun kemaline ve ve öyle layık bir kemaline delalet eder ki, o kemalin ziyası şuun, ve sıfat ve esma ve ef’al ve asar perdelerinden geçtiği halde, şu kainatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.”[9]

“ nasıl ki, işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine ve o işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanının güzelliğine ve o ustada sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidatının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’i bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kâinatın baştanbaşa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi, sanatkâr-ı Zülcelaldeki fiillerinin hüsün ve cemaline kat’i  şehadet, ve ef’alindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delalet; ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsi sıfatların hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kat’i şehadet; ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise fail, ve müsemma, ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatinin mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’i bir suretde şehadet eder.[10]

Tüm paragraflarda tema aynı iken, her paragraftaki üslup ve konunun ele alınış boyutu farklılık gösteriyor. Konuyu farklı boyutlardan ele alıyor. Bu nedenle tüm paragrafları uzunluğuna rağmen alıntıladık.

Bediüzzaman, ( R. aleyh) Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin (S.A.V.)anlatımları, evrene dayanan gözlemleri neticesinde, Allah tasavvurunu şekillendirir.

Önce varlıktan, varlığın bir yaratıcısı olduğu sonucuna ulaşır. Sonra varlıktaki niteliklerden yaratıcının birliğine ulaşır. Varlıktaki etkilerden var edenin fiillerine, fiillerden isimlere, isimlerden sıfatlara, sıfatlardan şuunata ve şuunattan zata ulaşan bir mantık izler.

Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) Allah tasavvurunun hem ifade üslubu hem de içerik açısından yalın ve insana yakın olduğu söylenebilir. O adeta Yunus Emre ( R. aleyh ) yalınlığı ile düşüncelerini ifade eder. Ancak sadece bununla yetinmez ontolojik olarak ta insanı ve varlığı Allah’a (c.c.) yaklaştırır.

Bediüzzaman’ın ( R.aleyh) diğer bir özelliği ise, ontolojisinin önemli bir kavramı olan ve  şuunat-ı zatiye tabir ettiği, Allah’a ait niteliği uzun uzun açıklamasıdır ki, ilerde bu konuyu uzun alıntılarla inceleyeceğiz.

 

 


[1] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, İşaratül- İ’caz, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1161

[2] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 288

[3] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 482

[4] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 822

[5] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1291

[6] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, Nesil Yay. İstanbul 1966, II. C. sf. 1293

[7] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 91

[8] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 128

[9] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 283

 

[10] Bediüüzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Şualar, Nesil Yay. İstanbul 1966, I. C.  sf. 880

NELER SÖYLENDİ?
@
Gazete Manşetleri
Yol Durumu
E-Bülten Kayıt
ARŞİV ARAMA