https://www.ekrangazetesi.com/files/uploads/user/7908fdeb815a9456c2613f3bc84de1e4-15d339d4730af53b1a79.png
Zülküf Eser

Büyük Rendevu....

31-12-2022 21:25

Ne zamandır en büyük gündemimiz EYT idi. Yılbaşına ramak kala müjdeli haber geldi. Reis, beklenen açıklamayı yaptı. Emeklilikte yaş şartının üstünün çizmesiyle milyonlar sevince boğuldu.

Evet, haklarıdır; sevinsinler, mutlu olsunlar çünkü yıllardır, bir ömürdür, belki de yarım asırdır çalışıyorlar. Eski dirençleri, verimlilikleri, dinamizmleri kalmadı. Çalışmaktan vakit bulup çoluk çocuklarına, eş-dost-yaranlarına zaman ayırmadılar; belki de birçok hayalleri, ibadetleri hep yarım kaldı ya da yapmaya fırsat bulamadılar. Artık dinlensinler, nefeslensinler, kendileriyle, erteledikleriyle, kaçırdıklarıyla, en çokta Rableriyle yüzleşsinler. İyi olmaz mı?

Asker için tezkere ne ise çalışan için de emeklilik odur. Sevinci, mutluluğu içinde barındıran nihai son! Mümin için de ölüm nihai sondur. Sevgilisine, Rabbine kavuşma tezkeresi. Mevlana Celaleddin Rûmi bu an için Şeb-i Aruz der, “düğün gecesi” yani. Mümin için, Rabbine kavuşmaktan daha güzel bir an olabilir mi? işte bu güzel anı âcizane “Büyük Randevu” ifadesiyle anmak istiyorum. Yani Hazreti Mevlana’nın Şeb-i Arûz yakıştırmasını çağrıştıran bir kaçınılmaz randevu!

O büyük randevu ile ilgili bir zamanlar çok kitaplar okumuştuk. Bazı tasavvufi ekollerde bir nev-i derstir ölüm ile irtibatı kuvvetlendirmek, ölümü düşünmek, ölüm ile sevdalı bir halde yaşamak! “Rabıta-i Mevt” yani ölüm rabıtası diye adlandırır bunu sufiler. Ne zaman, nerede geleceği belli olmayan ölüme hazırlıklı yakalanma psikolojisi! Burda korku yok, mümin de ölüm korkusu olmaz!  Hazırlıksız yakalanma korkusu olur. İnsan sevdiğinin, değerlisinin yanına kir pas içinde gitmek ya da ona böyle öyle yakalanmak ister mi? Asla!

İşte Rabıta-i Mevt düşüncesinin temelinde, özünde bu hassasiyet yatmaktadır yoksa korkuya dayalı bir ritüel değildir Rabıta-i Mevt. Mevlana, korkudan dolayı mı “düğün gecesi” ifadesini kullanmıştır, gülerler adama!

EYT bekleyenler muratlarına erdiler, sılayı özleyen asker tezkeresini aldı, peki müminler? Onların durumu ne olacak? Büyük randevuları ne zaman? Ona hazırlanıyorlar mı? Cenneti, Allah’ın rızasını kazanmak için primleri tam mıdır? Orada da askerlik ya da doğum borçlanması gibi eşantiyon tedbirler olacak mıdır? Yaaa!

Belki bir tarikata mensup değiliz, belki bize Rabıta-i Mevt dersi veren bir şeyhimiz yoktur ama abartısız her gün minarelerden duyduğumuz ölüm salaları vardır. Bu salalar bize o büyük randevuya hazırlıklı olmayı öğütleyen, duyuran ilahi çağrılar değil midir?

Anlatılır ki Hz. Davud ile Azrail Aleyhisselam anlaşmışlar. Hz. Davud, Azrail (as)’a “canımı almaya gelmeden önce haber sal ve öyle gel!” demiş. Azrail’de “tamam, kabul”, demiş. Aradan yıllar geçmiş ve Azrail kapıyı çalmış, “vakit geldi” demiş. Hz. Davud “Hani haber verecektin, antlaşmamız öyleydi” demiş. Azrail Aleyhisselam “Duyduğun her sala bir haber değil miydi; babanın, ananın, komşularının, eşinin-dostunun ölümü bir haber değil miydi?” demiş.

İşte böyle! Şair Erdem Beyazıt ne güzel özetlemiş:

“Ölüm bize ne yakın, bize ne uzak ölüm

Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm"                                                                                                                                                                                                                                                                                               Sevdiklerimiz, yakınlarımız her gün emekli olup gidiyorlar bu dünyadan çünkü bu dünya iki kapılı bir han gibidir, ölümlüdür, fanidir, gelip geçicidir. Ebedi olanı fani olana, gelip geçici olana değişmeyelim. Randevumuza geç kalmayalım, sevdiğimize mahcup bir halde gitmeyelim, O’nun huzuruna kir pas içinde çıkmayalım!

Önümüzde, zihinlerimize “Şehadet Ayı” diye kazınan Şubat var. Şubat’ta ölüme tebessüm eden çok yiğitlerimiz var. Teberrüken de olsa nasiplerine şehadet düşen o kahramanları analım ve onların rehberliğinde ölümü unutmayalım.

El- Halil katliamı Şehitleri (25 Şubat 1994), Hama katliamı Şehitleri ( 2 Şubat 1982), İskilipli Atıf Hoca (4 Şubat 1926), Hasan el-Benna (12 Şubat 1949), PKK tarafından katledilen Şehid Şeyh Zeki Atak (Cizre, 19 Şubat 1992) ve Molla Gıyasettin Parlak (Tatvan 23 Şubat 1994), Mahmut Esat Çoşan (4 Şubat 2001), Malcolm X (21 Şubat 1965), Muhammed Esad Erbilî (3 Mart 1930), Metin yüksel (23 Şubat 1979), Zelimhan Yandarbiyev (13 Şubat 2004), Şeyh Ragıb Harb (Beyrut, 16 Şubat 1984), Abbas Musavi (Beyrut, 17 Şubat 1992)…

Bunların dışında bu ayda Hakka yürüyen birçok zevat-ı kirâm var. Onların da en bilindiklerinden birkaçını zikrederek yazımıza devam edelim. Bunların başında Sultan 2. Abdulhamid Han (10 Şubat 1918), Şeyh Şamil (4 Şubat 1871), Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi (12 Şubat 1984) ve Necmettin Erbakan (27 Şubat 2011) gelir.

Tabi bunlar bizim hatırladıklarımız. Cümlesine selam olsun.

Biz ölüme ve şahadete sevdalı bir milletiz. Öyle Olmasaydı Muhammed İKBAL (21 Nisan 1938) şöyle der miydi?

“Mümin insanın alameti: ölümü tebessümle karşılamasıdır.”

Hz. Mevlana’nın “düğün gecesi” güzellemesinin bir başka versiyonu.

Mesela halk türkülerimizde “ayrılık ölümden beterdir” ifadesi kullanılır! Hiç bu ifadeyi düşündünüz mü? Evet, ayrılık ölümden beterdir çünkü ayrılıkta “vuslat” yoktur ama ölüm de “kavuşma, vuslat” vardır. Mümin için ölüm Allah’a, ebedi sevgiliye kavuşma anıdır, büyük randevudur. Randevumuzda mahcup olmayalım emi!

Bu randevu esnasında mahcup olmamak içinde sürgün yerimiz dünyada kime kul olduğumuzu, Rabbimizin kim olduğunu unutmadan yaşamak gerekir.

Sufi Bayezid-i Bestami’den bir anekdot ile anlatılır.

Rivayet o ki Bayezid-i Bestami Hazretleri kabre konulunca sorgu melekleri Münker-Nekir kendisine “Men Rabbüke?” (Rabbin kim?) diye sormuşlar. Bayezid onlara şöyle cevap vermiş:

“Siz gidin Rabbime “Men abdûke?” “Kulun kim?” diye sorun demiş.

O bizi “kul” olarak kabul ettiyse, Rabbimizin “kim” olduğu sorusunun cevabı zaten verilmiştir ama bunun için de ölümü hiç unutmayanlardan, her daim “kul” gibi yaşayanlardan ve “kul” olanlardan olmamız lazım. Kulluğu becerebildik mi sahi? Nefsimize, kendimize “kul ol!” diyebildik mi! Ah dili yok kalbimin!

Şu anda bir sala okunuyor! Birisi için randevu saati gelmiş demektir! İsmi okunan ben de olabilirdim, sen de olabilirdin! Ama ismimiz okunmadığına göre demek ki biraz daha hazırlık yapma ve o büyük randevuya alnı açık bir şekilde varma şansımız var demektir! İnna lillahi ve inna ileyhi raciûn.

Büyük randevu… Bilsem nerede, saat kaçta?

Tabutumun tahtası, bilmem hangi ağaçta?

Neler Söylendi?