Ümit Aktaş: 100. Yılında Cumhuriyet..

RÖPORTAJ - 18-09-2023 21:29

Ümit Aktaş: 100. Yılında Cumhuriyet..

İstanbul Dergisi, Ümit Aktaş ile bir söyleşi yaptı. 

İşte o söyleşi: 

  1. Cumhuriyet’in 100. yılının Türkiye’deki dindarlar için anlamı nedir? Elbette ülkedeki tüm dindar bireyleri tek bir görüş/his altına toplamak mümkün değil ancak umuyorum genel bir çerçeve çizmek mümkün olur. En azından “Cumhuriyet’in 100. yılı” dediğimizde toplumun tamamı aynı duyguyu ve düşünceyi paylaşıyor mu, bu konuda ne dersiniz?

 

Uzaktan bakınca dindarlar denilebilecek bir sosyoloji var gibi gözüküyor ama bu tıpkı ormana bakarken ağaçların görülememesi gibi farklılıkların da görmezlikten gelinmesine yol açıyor. Elbette kabaca böyle bir sosyoloji var ama bu Kemal Karpat’ın da belirttiği gibi oldukça trajik bir tarihsel süreç içerisinde, neredeyse Abdülhamid’den ve hatta Tanzimat’tan beri oluşan adeta bir Müslüman ulus’un önemli bir parçası ki bu ulus’un oluşmasında İttihatçılar kadar Mustafa Kemal’in de büyük katkısı var. Bu adeta biyopoltik süreç içerisinde Osmanlının kozmopolit toplumunun yerine bir Müslüman ulus/millet oluşturulur.

 

Bu ulus adeta iki sarmal kod gibi Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde oluşmuş iki eğilimi, dindar ve laik sosyolojileri ihtiva eder. Bir açıdan da her iki eğilim kendisi kadar karşıtını da oluşturmuştur. Aynı yurtta yaşama, aynı dili konuşma ve kendileri pek kabullenmeseler de ortak bir yazgıyı paylaşma mecburiyeti kimi müştereklikler de sağlamıştır. Ancak birisi modernleşme ve bunu sağlayacağına inandığı Batı kültürünü öne çıkarırken, öteki kalkınmayı ve dindarlığı öne alır.

 

Bir de arada olanlar var ki bunu Kuran’dan aldığım bir kavramla arâftakiler olarak tanımlıyorum. Ama bu yaygın anlamıyla arada kalmışlar olarak değil de, her iki sosyolojiye de uymadıkları ya da sığmadıkları için ara bir durumu tercih etmiş olanlar, âriflerdir: Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Atilla İlhan, İdris Küçükömer, Stefanos Yerasimos gibi şahsiyetler ki Yerasimos bir kitabında Anadolu coğrafyasının Doğu ile Batı arasındaki bu ara ve denge konumundan söz eder.  Bu ara durumu ya da bir irfanî/yüksek bakışı yakalayabilenler, Doğu ve Batı arasındaki dengeyi de sağlayabilenlerdir.

 

Her iki kesim arasında ortak bir duygudaşlık elbette ki var. Ama ciddi yarılmalar ve düşmanlıklar da söz konusu. Bu sadece kültürel bir çerçevede izah edilemeyecek olan, sınıfsal, ideolojik ve tarihsel kimi uzlaşmazlıklara da dayanmakta. Cumhuriyet’in sağladığı bir ortaklaşalık kadar böldüğü bir tarih ve sosyolojiden de söz edebiliriz. Ama belirttiğim gibi bu belki de ta Osmanlı’nın kuruluşuna dek giden ve hatta öncesinde Bizans’tan sirayet eden, coğrafya ile ilgili bir sorun. Pek farkına varmasak da, Bizans kültürü de Türklük ve İslamlık kadar sinmiştir müşterek kültürümüze.

 

Beri yandan oldukça paradoksal bir biçimde Anadolu’yu tarihinde ilk defa bütünüyle Müslümanlaştıran, yani Müslüman bir sosyoloji oluşturan da Cumhuriyet. Bu ise tehcir ve mübadele kadar, Lozan’da mutabık kalınan coğrafi sınırlarla ve bir daralmayla gerçekleşti. Tabii kabına sığmayan bir toplum açısından bu daralma, çoğu bastırılmış, unutturulmuş hikâyelere dayanan trajedi ve travmalara da yol açtı.  Bütün bunları dikkate alınca toplumun her kesimi açısından Cumhuriyet’in yüzüncü yılı denilince aynı duygu ve düşüncede olmaktan söz etmek pek de mümkün değil.

 

  1. Yanılmıyorsam ilk kez Ahmet Davutoğlu’nun kullandığı bir “100 yıllık parantez” kavramı var. Cumhuriyet’e karşı rövanşist duyguları hülasa temsil eden bir kavrama dönüştü ve bir de bu parantezin kapatılması tartışması var. Böyle bir parantezden bahsetmek mümkün mü size göre?

 

Esasında günümüz Türkiye’sinin kurumlarının tarihi genel olarak yüz elli yıl hatta daha da öncesine gittiğinden Cumhuriyet’ten daha eskidir. Cumhuriyet ise bir kopmadan ziyade sürekliliği temsil eder. Osmanlı tarihinin yüz yıllık döngülerinden birisidir. Bu sürekliliğe rağmen toplumu neredeyse ortadan yaran bir bölünme, aynı zamanda bir karşıtlık yanında dinamizm de üretmekte. Hatta Kemalist ilkeler olarak da kabul edebileceğimiz CHP’nin altı oku da bir ayrışmadan ziyade benzerlikleri de ifade eder. Orada sorun teşkil eden tek ilke laikliktir belki ama günümüz cari sistemi Fransa’dan ziyade Osmanlı’yı da andırır. Zira Cumhuriyet dinle devleti ayırmayıp, dinî teşkilatı devlete bağlı kılmıştır. Sindirilemeyen veya gerilime yol açan birkaç devrimden birisi de alfabe değişikliğidir ki Fransız düşünürü Jacques Derrida bunu duyduğunda bir “alfabe darbesi” olarak tanımlar.

 

Ama tüm bunların ötesindeki asıl sorun, Cumhuriyet seçkinlerinin üslubu ve sertliğidir. Öyle ki onların bu tavırları kimileyin sömürge egemenlerini hatırlatır. Yoksa yapılanların çoğu Osmanlıdan beri tartışılmakta olan ve bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan yeniliklerdir. Tanzimat bunu bir tür melezlikle gerçekleştirmeye çalışırken Cumhuriyet daha radikal bir yol izlemeye çalıştı. Dönüşümün zorunluluğunu acullaştırdı ve genişletti. Bu sertlik ve aculluk ise kimi travmalara ve rövanşist duygulara yol açtı.

 

Dolayısıyla sorun yenileşmelerde değil dayatmalarda ve üslubun sertliğindedir. Bunu da daha çok devrimleri gerçekleştiren kadroların askeri kişilikler olmasına vermekteyim. Sivil bir kadro bu denli bir sertlik ve çatışma yaratmaksızın benzeri değişiklikleri hem de daha olumlu bir biçimde gerçekleştirebilirdi. Kaldı ki sizin dindar olarak çerçevelendirdiğiniz kesimler içerisinde de bunları tartışan ve oldukça yenilikçi insanlar var ve geçmişte de vardı. Hatta onlardan birisi, ceditçi yani yenilikçi, içtihat özgürlüğünü ve kadın erkek eşitliğini savunan Musa Carullah, Rusya’da gördüğü baskılar nedeniyle, 1923 yılında (ilk meclis döneminde),  sığınmak istediği Türkiye’ye bu nitelikleri nedeniyle kabul edilmez. O dönemde yenilikçi ve hatta modernist diyebileceğimiz bir eğilim İslamcılar içerisinde de etkiliydi ve bunlar, bu açılardan muhafazakâr kesimlerle bariz bir çatışma içerisindeydi ki günümüzde de bu çatışma süregitmektedir.

  

  1. Geçen yıl kaleme aldığınız bir yazınızda Cumhuriyet’in belirli bir kesim için bir yönetim biçimi değil ulusal bağımsızlık anlamına geldiğini, bağımsızlığın ise işgal ülkelerine değil padişahlığa karşı kazanıldığı düşüncesi üzerinden ideolojileştirildiğini yazmıştınız. Bu düşünceyi izleyecek olursak çok kabaca söz konusu ideolojinin karşısında olmak otomatikman Osmanlıcılık, saltanat ve hilafet talebi anlamına mı geliyor?

 

Tabi ki böyle bir anlama gelmez ve hatta muhalif düşünceler oldukça parçalıdır. Öyle ki İslamcılar hem 1908’deki Meşrutiyet mücadelesinin hem de İstiklal Savaşının yanında yer almıştır. Padişahçı ya da Cumhuriyet karşıtı olduklarını söylemek de mümkün değil. Ama iktidar cenahı tüm muhalifleri tek tipleştirerek baskılamış ve yer altına sürmeye çalışmıştır. Böylece süreç içerisinde kabaca iki ayrı sosyopolitik yapı oluşmuştur.

 

Bu yapınnın bir kesimi Batıcı ve modernist iken diğer kesim Doğucu ve dindardır. Açıkçası yenilikçi bir dindar olarak kendimi her iki kesime de eşit bir mesafede hissediyorum. Şüphesiz her iki kesimin de haklılıkları ve haksızlıkları var ve bunlar tartışılabilir meseleler. Ama Türkiye’de aklı başında bir tartışma iklimi yok. O olmayınca çatışmalar da toplumu üretken kılmıyor maalesef. Aslında Türkiye, Doğu ile Batı arasındaki pozisyonunu daha olumlu bir biçimde kullanabilir ve buradan daha hayırlı sonuçlar da üretilebilir ama içerisine düştüğü kargaşa nedeniyle bunu yapamıyor.

 

Oysa padişahlığın kaldırılması İslamcılar açısından da olumlu bir gelişme. Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi de öyle. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri de Türkiye Müslümanlığına çok şey katmıştır. Bunlar Cumhuriyetin kazanımları evet ama Cumhuriyet, halkı bütünleştirmekte başarılı olamadı. Toplumun belli bir kesimini baskıladı ve kendisini kabul ettirmek için zorbaca bir tutum takındı. Oysa İstiklal Savaşı toplumsal bir seferberlik ruhuyla gerçekleştirilmişti. Ancak savaşın sonunda 1. Cumhuriyet Meclisinin yerini dar bir seçkinler zümresi aldı; bu ise meseleyi toplumsal bir kurtuluş ve istiklâl mücadelesi olmaktan çıkarıp bir iç iktidar kavgasına dönüştürdü.

  

Geriye doğru baktığımızda ise Cumhuriyet tarihi içerisinde ciddiye alınabilecek ne bir padişahlık ne de hilafet talebi olmuştur. Bu konudaki yegâne isyan olan Şeyh Said isyanı ise Kürtlere dönük ayrımcılık ve baskıya, bir asimilasyon endişesine dayanmaktaydı. Kaldı ki padişahlık kadar hilafet de, doğrudan dinî bir esasa dayanmayan, tarih içerisinde zuhur etmiş kurumlardır. Bu kurumların yapısı ise özünde İslam’a uyarlı olmayan, tarihsel şartların özgüllüğü içerisindeki biçimlenmelerdir ki dayandığı nokta da İslam tarihini nebevi gelenekten kopararak saltanatı ve hanedanlığı başlatan ve pek de hayırla anılmayan Muaviye’dir. 

 

Kuran’da siyasetle ilgili bahsi geçen en temel hüküm ise toplumun işlerinin şûra ile yürütülmesidir ki bu ayet ilk meclisin duvarında da bulunmaktadır. Şûra ilkesi siyasete toplumsal bir katılımı ve meselelerin tartışmalar, müzakereler yoluyla çözümlenmesi anlamına gelir. Bunun günümüz şartlarında en yakın karşılığı ise cumhuriyetten ziyade demokrasidir. Çünkü demokrasi siyasete farklı kesimlerin katılımını, çoğulculuğu, örgütlenmelerin tabandan tavana doğru olmasını ve toplumsal sorunların müzakereler, istişareler ve uzlaşmalar yoluyla çözümlenme yükümlülüğünü vaz eder. O nedenle günümüzün temel sorunu artık önemini kaybetmiş olan Cumhuriyet tartışmaları değil, sistemin demokratikleştirilmesi meselesidir.

 

  1. Fikret Bila, “Karşı Devrim” isimli kitabında “100 yıllık Cumhuriyetin tarihi, Atatürk devrimlerini yerleştirmeye ve savunmaya çalışan devrimcilik ile laik Cumhuriyeti yıkıp yerine din devleti kurup hilafeti geri getirmeye çalışan karşı devrimcilerin tarihidir” diyor. Bu tespite ne derece katılırsınız? 

 

Bunlar karşı ya da öteki tarafı tanımayan, anlamak için de bir gayret göstermeyen, birtakım ezberler üzerinden belli sloganları tekrarlamakla bir şeyler ifade ettiğini zanneden ama sonuçta da ortaya yeni ve olumlu hiçbir şey koyamayan klişe sözler. Bizim temel sorunumuz da işte bu. Karşı tarafı suçlamakla bir yere varacağını zanneden körlükler. Zira bir kere ne cumhuriyet ne de laiklik tek biçimli uygulamalar değil. Şayet Türkiye’de Avrupai anlamda laik bir devlet olması isteniyorsa neden devlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı var? Neden 1876’daki ilk meclisten bu yana 150 yıl, Cumhuriyet’ten beri de yüz yıl geçtiği halde Türkiye hâlâ demokratik değil?

 

Türkiye demokrasiye geçemiyor çünkü bu, Kürtlerin de dindarların da siyasal sisteme dahil edilmesini sağlayabilecek bir çoğulculuğa geçiş anlamına gelecektir. Zaten Cumhuriyet’in muhalifleştirdiği başlıca kesimler Kürtler, Aleviler ve dindarlar. Bu ise doğrudan onların kararı ve tavrı olmaktan ziyade, sistemden dışlanmalarından kaynaklanmakta. Yoksa bu, onların temelde demokrasiye ve cumhuriyete karşı oldukları anlamına gelmez.

 

Laiklik ise tam da bu kritik noktada bir dışlama aparatı olarak kullanılmıştır. Bu açıdan da din sadece dindarların değil, belki de daha ziyade laiklerin bir siyasal aracı. Zira siyasal söylemlerinin birçoğu bunun etrafında dönmekte. Üstelik de ortaya sürülen dışlayıcı ve suçlayıcı model, mevzuları üzerinde tartışılmış sahih bir din anlayışına da değil, daha çok karmaşık bir halk söyleminden ibaret olan bir dindarlık kurgusuna dayanmakta ki söz konusu olan bu cehalet, aklı başında dindarları da rahatsız etmekte ve tepkiselleştirmekte.

 

  1. Bila’nın sözlerinden hareketle toplumu bu minvalde ikiye ayırsak, İslamcılar hala 100 yıl önceki pozisyonlarını, taleplerini koruyor mu? Yani hala hilafetin geri getirilmesini hedefleyen bir kesim var mı dindarlar arasında? Ve tabii karşı devrim meselesi onlar tarafından nasıl görülüyor?

 

İslam’ın bir siyasal teorisi aranacaksa bunu ifade edecek olanın şûra sistemi olduğunu söyleyebilirim. Hilafet olarak uygulamaya sokulan rejim ise tam da bu ihtimali ortadan kaldıran bir saray, saltanat ve hanedanlık rejimidir. Dayanağı ise İslam kaynakları ve Peygamber’in uygulamaları değil, Bizans ve Sasani saraylarının uygulamalarıdır. Hz. Muhammed (as)’in en hoşlanmadığı şeyler ise bu tür zorbalıklar, gösteriş ve şaşaadır. Egemenlik kadar sermayenin de halkı ezen bir biçimde temerküzüdür. Aynı şeyler günümüz saray rejimleri için de söylenebilir. Onlar da John Keane’in deyimiyle popülist bir Yeni Despotizm’in ürünleridir. O nedenle sorunlarımızı yüz yıl ya da bin yıl öncesinin terimleri ve gerçekliği üzerinden değil de günümüzün sorunları, gerçekliği ve ihtiyaçları üzerinden tartışmak en doğrusu. Çünkü köprülerin altından akan sular, pek farkına varamasak da aynı sular değildir.

 

Hilafet meselesinin Müslümanların zihninde sahici bir karşılığı olsaydı, bu konuda defalarca düzenlenen kongrelerden bir sonuç çıkarılabilirdi. Oysa günümüzde hemen tüm İslam dünyasının en sahici sorunu bir türlü aşılamayan despotizmlerdir. Yolsuzluklar, adam kayırmacılıklar, eğitim sorunları, mafyatik rejimler, hukukun etkisizliği, yoksulluklar, kaynak israfı, militarizm, ırkçılık gibi sorunlardır. Evet, işte bunları tartışalım. Cumhuriyet’in bu gibi sorunlara karşı ne kadar bir mesafe alabildiğini tartışalım. Ve neden bu sorunları aşamadığımızı, birbirimizi suçlamayı bir yana koyarak içtenlikle konuşalım. Karşı kamplarda güçlerimizi etkisizleştirmek yerine hak ve adalet arayışı eğilimini genişletelim; iyiliğin ve olumluluğun çoğalması için el birliği ve fikir birliği oluşturmaya çalışalım. Ama bunları bir iktidar perspektifinden de önce sahici ve öncelikli toplumsal sorunlar olarak, toplumsal bir perspektif üzerinden tartışalım.

 

  1. Sizin tanımınızla bir ideoloji olarak Cumhuriyet’in dindarlarla (ya da siyasal İslamla) geçen 100 yıl içinde bir noktada barışma imkanı var mıydı?  Önümüzdeki ikinci yüzyılda böyle bir şans elde edebilmenin koşulları nelerdir size göre?

 

Bir kere şunu belirtmeliyim, her toplumsal oluşum ve olay, en azından bir yanıyla ve doğal olarak siyasaldır ve öyle de olmalıdır. Demokratik bir toplumda ise herhangi bir toplumsal olguyu siyasalın dışında tutmanın sözü bile edilemez. Tam aksine onu siyasal oyuna, toplumsal normale dahil etmek, tüm toplumun siyasal açıdan etkinleştirilmesi için olmazsa olmaz koşuldur. Buradaki temel sorun, Fransa’dan devşirilen laisizminin dindarlar karşısında bir modernlik ayracı ve hatta silahına dönüştürülmesi. Bu ise onu haklılık noktalarının bile umursanmadığı bir ideolojik araca dönüştürdü. Böylesi bir tutum doğal olarak demokrasi açısından oldukça muhaldir. Din, siyaset ve toplum ilişkileri dışlamacı ya da baskıcı yollarla değil, katılım, müzakere ve uzlaşmalarla çözümlenmeye çalışılmalıdır.

Dindarların ya da onlar adına konuşan Millî Görüş partilerinin siyasete dahil olması ise bir barış ve uzlaşı yolundan ziyade bir emrivakiyle ve hatta ister istemez o çokça alay konusu edilen bir takıyye yoluyla gerçekleşmiştir. Oysa buna dair ne bir müsamaha ne de iyi niyet gösterilmiştir. Zorbalık ve baskı ise karşı tarafı da bu yollara mecbur bırakmış ve hatta deformasyonlara yol açmıştır. İcbar edilen bu yasallığı zorlayan ama meşruiyeti, demokratik temsil hakkını arayan tutumlar ise adı konulmamış bir demokratikleşmenin de yolunu açacak, sistem bu yolla çoğullaşacaktır. Esasında mevzunun bu noktalara gelmesi Cumhuriyetçilerin bir utancı olması gerekirken, buradan doğru bir barış ve demokrasi tesis etmenin imkânı aranılacağına, tam aksine bu süreç yeni bir karalama kampanyasına dönüştürmeye çalışıldı. Bu sürecin akabindeki 28 Şubat sürecinin de, esasında kadınların kamusallaşması açısından desteklenmesi gerekirken izlenen militarist tutum ise hâlâ hatırlardadır. Beri yandan laik ve ulusalcı kesim, sistemi çoğulculaştıracak ve demokratikleştirecek bir anayasal değişikliğe de, Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilemezliği bahanesiyle hâlâ karşı koymaktadır. Bu durum demokrasi kadar toplumsal barışın da önündeki en önemli bariyerlerden birisidir.

Oysa yüz yıllık tecrübenin de gösterdiği gibi tarafların birbirini saf dışı bırakmaları mümkün olmadığı gibi sorunlarımız da birbirimizi görmezlikten gelmekle çözümlenemiyor. Laikler ve dindarlar bu süreç içerisinde birbirlerine karşı üstgelmeleri yaşadılar ve şu gerçekle de yüzleştiler: toplumun kurtuluşu sadece bir kesimin kurtuluşuyla gerçekleşmiyor. Zira krizin aşılması ve genel bir kurtuluş ikliminin gerçekleşmesi ancak tüm toplumsal kesimlerin de bu sürece dahil olmaları ve asgari özgürlüklerinin sağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Özgürlükler ise kimsenin kimseye bahşettiği bir şey olmayıp, insanlığımızın bir gereğidir. Beri yandan şunun farkına varmalıyız ki modernleşme olsun, dinin yaşanması veya dillerin serbestçe konuşulması olsun, ötekine rağmen ve ötekine galebe çalarak, ötekinden kurtularak değil, toplumsal bir mutabakatla, insanlaşmamız ve medenileşmemizle gerçekleştirilebilecektir.

 

7- Genel olarak Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına dair ne gibi projeksiyonlarda bulunursunuz.  

 

Cumhuriyet’in başlangıç noktasında Kemalist kadrolar, bir iktidar mücadelesi içerisinde siyaseti olağanlığından çıkararak ya da sürecin kendi olağandışılığını bahane göstererek dışlamacı ve baskıcı yollara başvurdu. Bunu kurucu istisnai bir durum olarak telakki etmek mümkündür belki ama aynı şeyleri bu olağandışılığı süreklileştirerek sürdürmeye çalışmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Dolayısıyla sürekli bu istisnai duruma atıfta bulunarak siyasal oyunu her defasında çığırından çıkarmaya çalışmanın kimseye kazandıracağı bir şey yok.

Darbeler geleneğinden söz ediyorum. Öyle ki en sonunda buna dindar kesimler de başvurdu ve iktidar kavgalarını bunun üzerinden sonuçlandırmaya çalıştılar. Bu zihniyet ise maalesef bizi hâlâ atlatamadığımız bir siyasal kriz içerisine sokmakta. Bunu, içerisinde yaşadığımız süreci biraz da İttihatçılardan ve hatta Yeniçeri komplolarından beri gelen ve siyasetin olağandışı araçlarla belirlenebileceğine dair bir zanna dayanan ama gerçekte sadece siyaseti değil, toplumu da çığırından çıkaran bir zihniyete ve hatta geleneğe binaen söylüyorum. Kaldı ki buna yol açanın, temelde başka türlü bir ihtimale ve yola, hiçbir toplumsal temsil ve katılıma imkân bırakmayan padişahlık sistemi ve bir ölçüde onu izleyen cumhuriyetçi otokrasi olduğunu da belirtmeliyim.

O nedenle bu tür siyaset dışı araçları sistemi krize sokacak bir biçimde kullanmaya çalışmak yerine, yüz elli yıllık bir tecrübenin acı deneyimlerinden yararlanılarak, akılcı, demokratik, yargının bağımsızlığına ve insan haklarına riayetkâr bir uzlaşıyı sağlamamız gerekiyor. Kaldı ki bu sadece ülke içi bir mesele de olmayıp, burada üretilecek bir olumluluğun tüm İslam dünyasına ve Batı dışı dünyaya örneklik teşkil etmesi gibi bir yanı ve sorumluluğu da var. Ulus devlet modeli, cumhuriyetçi bir biçimsellikle belki postkolonyal süreçte bir işlev görmüş olabilir. Ama bu model artık bizi bir adım daha öteye taşıyamıyor. O nedenle daha ilerisine yönelmeli ve bu cendereden çıkmalıyız. Sadece kalkınma, üretim, teknoloji ve şehirleşme çabalarının biçimselliğiyle kalan bir modernleşme, siyasal farklılıkları bütünleştiren demokratik bir uzlaşıyla kemale erdirilmezse, sonuç giderek içerisinde yaşanılamaz hale gelecek bir bunalıma doğru götürebilir bizi. 

Özellikle de Türkiye, İran, Mısır, Pakistan gibi ülkelerin yaşadıkları sorunlara bakınca, buralarda aksayan temel ve benzer bir sorunun farkına varmamak da mümkün değil. Buradaki sorun salt iktisadi yetersizlikler de değil. Zira iktisadi fazlaları olan Körfez ülkelerinde de benzer sorunlar bulunmakta. O sorunun çözümü ise adına ister şûra isterse demokrasi diyelim, ister laik isterse dindar kaygılardan hareket edelim, siyasetin toplumsal tabandan hareket edilerek ve tüm toplumu etkin ve sorumlu kılacak bir biçimde yaygınlaştırılması, farklılıkların uzlaştırılarak barıştırılması ve toplumsal edimlerin gösterişçi riyakârlıktan çıkarılarak akılcılaştırılmasıdır.

 

Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Türk İsrail ilişkilerinde Erdoğan devrimi..

Türk İsrail ilişkilerinde Erdoğan devrimi..

24-03-2024 - RÖPORTAJ

Amerika İsrail’e karşı elindeki kaldıracı neden kullanmıyor?

Amerika İsrail’e karşı elindeki kaldıracı neden kullanmıyor?

09-03-2024 - RÖPORTAJ