Talip Özçelik Yazdı: Kitap Yasağı...

ANALİZ - 14-03-2023 14:08

Talip Özçelik Yazdı: Kitap Yasağı...

“Tenzil’e iman eden te’vilden dolayı tekfir edilmez.”

Bu kural imam Ebu Hanife’ye nispet edilmekle birlikte , Ehl-i Sünnetin temel prensiplerinden biri olarak kabul edilir. Bu anlayış aynı zamanda Sünni İslam düşüncesinin ; dışlayıcı değil kuşatıcı, ötekileştirici değil hoşgörülü olmasının da bir ifadesidir. Sünni bakış açılarının hakim olduğu dönemlerde saltanat rejimleri dahil tarih boyunca bu ilke muhafaza edilmiştir.

( Her ne kadar gerek sahabe dönemindeki savaşlar gerekse daha sonraki dönemdeki çatışmalar olmuşsa da bunlarda asıl saik düşünce ve farklı görüşten dolayı değil saltanat otoritesi, kabilevi  rekabetler  ya da otoriteye baş kaldırış sebebiyle ortaya çıkmıştır. Emeviler döneminde ehli beyte yönelik olarak yapılan haksızlık, zulüm ve katliamları vb. saltanat uygulamalarını ayrı bir kategoride değerlendirmek gerekir. Burada konuyu düşünce/görüş/içtihat farklılığı bağlamında değerlendiriyoruz. )

“Neyiniz var nasıl hükmediyorsunuz” ayetinin de ifade ettiği gibi insanların savundukları konu ile ilgili delil isteyerek ispata çağırmaktır asıl olan. Bu hitabın müşriklere olduğuna dair ittifak vardır. Genel olarak kitap veya sünnetten bir asla dayanmak şartıyla en sivri görüşlerin sahibi bile hakim İslami anlayışa-ehlisünnet-göre özellikle ilk asırlarda tekfir edilmeyip, aforoz edilmemiş, batıdaki gibi engizisyon mahkemeleri kurulmamıştır. Bizim tarihimizde engizisyon mahkemelerinin olduğu iddiaları batılı bakış açıları ile olaylara bakarak, bizim dünyamızdaki konuları  batılı kalıplara sığdırma çabasıdır. Bu çabanın gerisinde ise İslam’a teolojik araştırma nesnesi olarak bakan “müstağrip” ilahiyatçı tavır vardır. Engizisyondaki asıl konu kendisini, otoritesini ve dini düşüncesini mutlaklaştırmaktır. Bizim geleneğimizde sahih ana damarın esaslarını belirleyen ilk müçtehit  imamlarımızda böyle bir davranış asla görülmez. Bu davranışlar görülmediği gibi, böyle bir tahakküm ve mutlaklaşmaya müsait şartlar olmasına rağmen kendilerine yapılan teklifleri reddeden imamlarımızın  erdemli örnekliği sözkonusudur.

Mesela imam Malik’e dönemin sultanı Muvatta’yı ülkenin her tarafında geçerli tek kanun yapmak istediğini, tüm şer’i kadıların bununla hükmetmesini emredeceğini söylemesine rağmen imam Malik bu teklifi reddetmiştir. Halbuki; aslında İmam Malike göre “İslam’ın en sağlıklı yorumu, ibadetlerin en sahih şekli, rivayetlerin en sağlamı”  olduğunu kabul ettiği hususlar kitabına aldıklarıdır.

Benzer bir teklif İmam-ı Azam’a yapılmıştır. Baş kadılık teklifi  bu günün adalet bakanlığı ya da benzeri üst bir makama karşılık gelmekte. İmam bu teklifi reddetmiştir.

Bu teklifin reddi ile ilgili genellikle meselenin siyasi boyutuna dikkat çekilir. Saltanat rejiminin meşruiyet  sorunundan dolayı teklifi kabul etmediği anlayışı hakimdir. Ben bunun tek sebep olmadığını düşünüyorum. En az bunun kadar, farklı düşünce, içtihat ve görüşlerin engellenmesi, tek içtihadın mutlaklaştırılması korkusunun da etkili olduğu kanaatindeyim. Yani bu teklifin reddinde iki şey etkili olmuştur; birincisi , saltanatın gayri meşruluğu sebebiyle onların zulmüne ortak olmak ve onları meşrulaştırmak , ikincisi  ise düşünce-içtihat özgürlüğünün kısıtlanacağı  korkusu...

Bu hassasiyet ilk dört asırda yaşayan ve ana yolun işaretlerini belirleyen müçtehit  imamlarımızın neredeyse tamamında vardır. İlk dönem imamlarımız, düşünceyi tekdüzeleştirme, tek anlayışa toplumu  mahkum etme çabalarına direnip ,daima karşı çıkmışlardır. Mesela Mutezile’nin görüşlerinin Abbasi Saltanatı tarafından topluma dayatılması zorbalığına İmam Ahmet karşı koymuş ve eziyetlere uğramıştır.

Bu hassasiyet ilk dönemde(ilk dört yüz yıl) düşünce ve içtihadın gelişmesine yol açtığı gibi, İslam Fıkhının  uygulama alanındaki  çok geniş zenginliği de  ortaya çıkarmıştır.” İslam Hukukuna Giriş” isimli kitabında Wail Hallak ilk dönem kadılarının neredeyse tamamının müçtehit seviyesinde olduğunu belirtir. Şer’i Kadı’nın kendisini bir tek mezhebin görüşü ile sınırlı hissetmediğini, konuya en uygun yaklaşım hangisi ise ona göre hüküm verdiğini anlatır. Bu durumun şer’i hukukun uygulama alanındaki büyük bir zenginliği olduğunun özellikle altını çizer.

O dönemde hakim olan düşünce; hakikat arayışı ve hakikate saygı idi. Sapık fırkalar hariç hiç kimse kendi görüşünün mutlak hakikat olduğunu düşünmüyordu, iddia etmiyordu.

“Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış olabilir. Başkasının görüşü yanlıştır, doğru olabilir.” İlkesi kabul edildiği için hiçbir müçtehit alim kendisini mutlak hakikat makamında görmüyordu. Hatta İmam-ı Azam örneğinde görebileceğimiz gibi daha güçlü bir delil ya da güzel bir görüşe ulaştığında eski görüşünden vazgeçiyor. Buna dair örnekler sayısızdır.

Bu konuya ilişkin detaylı bir araştırma yapmış olan Thomas Bauer  “Müphemlik Kültürü ve İslam-Farklı Bir İslam Tarihi Okuması” isimli kitabında; İslam tarihinde farklı görüş ve düşüncelere , yorum ve mezheplere tahammül ve hoşgörün hangi boyutlarda olduğunu etraflıca ortaya koyuyor.

Meşruiyetleri her zaman tartışılmış ve tartışılabilecek olan saltanat rejimlerinde bile, onlarca din yüzlerce ırk ve mezhep mensubu adaletle yönetilmiş ve düşüncelerini rahatça savunarak dinlerini yaşayabilmiştir. Hatta evlerinde ürettikleri içkilerini bile evlerinde içebilmişlerdir. Hiç kimse bir Zerdüşt’ün, Yahudi’nin, Mecusi’nin , Hindu ya da Hiristiya’nın dinine karışmamıştır. Bir Zeydi bir Şii veya Mutezili’nin düşünce ve inancına müdahele  edilmemiştir. Eğer müdahele deseydi 72 Fırkanın ne isimleri ne de kitapları günümüze kadar gelemezdi.

Kitap yakılması, kütüphanelerin yıkılması vb. uygulamalar Moğol İstilaları ve Haçlı Seferleri döneminde bizim dünyamızın şahit olduğu olaylardır. Böyle kötü örneklikler bizim mirasımız değil.

Kimi isimlerin ya da batıni kimi akımların yok edilmesinde asıl sebep saltanat otoritesine tehlike teşkil etmeye başlaması, ya da bu kaygının ortaya çıkmasıdır. İlk dönemden itibaren farklı düşünce ve görüşlerin özgürce tartışılmasına rağmen, mezheplerin teşekkül edip taklit ve taassubun yerleşmeye başladığı 12. asırdan sonra bu durum değişmeye başlamıştır.

İlk dönemde bırakın farklı İslami mezhep mensubu âlimlerin kendi aralarında konuşup tartışa bilmelerini; farklı dinlerde olan alim ve bilginlerin bile bazen Sultan’ın huzurunda bir araya gelip metafizik, kelam ve felsefe vb.konularda  tartışma meclislerinin oluşturulduğunu görüyoruz.

Edgar Morin’in, “eleştiri muhayyileyi , muhayyile eleştiriyi  doğurur”  cümlesi bu  konuda güzel bir tanımlamadır. Herkesin aynı düşünceye sahip olduğu, tek doğruya inandığı yerde ne düşüncenin, ne kültürün ne de hayatın zenginleşmesi mümkün değildir.

Düşünce ve eleştirinin yasaklanması yasakçının kendi düşüncesine güvensizliğin bir ifadesidir. Kemalistlerin M.Kemal’i koruma kanunu da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aslında her türlü baskı ve faşizmde kendine güvensizlik söz konusudur.

Ali Şeriati;” eleştirinin olmadığı yerde putçuluk başlar” diyor. Niçin putçuluk olarak nitelendirmiştir? Çünkü , bir düşünce veya uygulama eleştiri konusu yapılamıyorsa; bir kişi ,ya da kurum ,ya da dini bir yorum Kalvinist bir mantıkla mutlak hakikat ilan edilmişse put olmuş demektir.

J. Stuart  Mill “Özgürlük Üzerine” isimli kitabında şöyle diyor; “yanılmazlık iddiası dediğim kavram ,bir doktrine ya da fikre tam bir inanç beslemek değildir; bir sorunun cevabını karşı tarafı dinlemeden vermek ve karşı tarafı bu cevaba inanmaya zorlamaktır… Bir kişi, bir fikrin yanlış olduğunu hatta şirk olduğunu ya da ahlaksız olduğunu düşünüyor olsa bile o fikrin savunusunu yasaklıyorsa yanılmazlık iddiasındadır.”sh.32

“ Bir tartışmayı bastırmaya çalışan herkes aslında her şeyi bildiğini iddia etmektedir.”

Bizde mutlak olanın sınırları Kitap ve Sünnet’in nassı ile ; mutlak-sarih-muhkem açıklamalarıyla belirlenmiştir. Hazreti Peygamber’e( as.), Hazreti Ömer’e bile soru sorabilen bir sahabe örnekliği varken, kim niçin mutlaklaştırılabilir ki?

“ Bir tartışmayı bastırmaya çalışan herkes, aslında her şeyi bildiğini iddia etmektedir.”

“ İnsanların yargılarında yanılabilecekleri teoride  herkesçe kabul edilen bir şey olsa da insanlar günlük hayatlarında bu durumu bazen kabul etmek istemezler.”Mill.sh.25

J.S. Mill’in bu cümlesi; “Üstad hiç hata yapmadı mı ?” sorusuna, “mümkünattandır ama vukuattan değildir” cevabına  ne kadar da benziyor değil mi.?

“ Muhakeme gücü gerçekten güvenmeye layık bir insan, düşüncelerinin ve davranışlarının her zaman eleştirilebileceğini bildiği için bu haldedir. Çünkü ona söylenebilecek her şeyi dinleyerek bunları bir tecrübe haline getirmiş, yanlışın yanlış olduğunu belirtmeyi ve kabullenmeyi alışkanlık edinmiş, bir konunun tamamına yakınını bilmenin ancak o konu hakkındaki farklı fikirlerin tamamını öğrenmekle ve herkes açısından bakmakla mümkün olduğunu anlamıştır.”

“Şu ana kadar bütün bilgeler bu yolla bilge olmuştur; bir nitelik olan bilgelik zaten ancak bu yolla elde edilebilir.”  J.S.Mill.sh.28

Bu yazdıklarımız bağlamında Diyanet İşleri Başkanlığı hangi saikle bir kişinin yazdığı meali , ya da kitaplarını yasaklayabilir? Geçmiş dönemde Kemalistlerin çokça yaptığı kitap yakma ve yasaklama uygulamalarını mı yoksa İslam tarihindeki  örneklikleri mi esas alıyorlar?

Laik demokratik batıcı bir rejimin resmi kurumu olan Diyanet kendisini din nokta-i nazarından mutlak hakikat makamında mı görüyor? Engizisyon mahkemeleri dönemindeki kilise gibi.

Dini görüntülü muhafazakar bir iktidarın kalabalıklar tarafından alkışlanması veya çoğunluğun oyunu alması İslam’a göre ne ifade ediyor? Ya da batıcı, laik, demokratik, muhafazakar bir parti başkanının, bürokratların ya da cumhurbaşkanının bireysel olarak ibadetlerini yapmaları; namaz kılıp oruç tutmaları ne ifade ediyor? Hükümet ettikleri sistemi her şeyiyle meşru hale mi getiriyor? Yoksa meşru olmadığı halde Müslüman halk nezdinde meşru mu kılıyor, din adına tasarrufta bulunma hakkı mı veriyor?

İktidarın sermaye ile, sermaye sahiplerinin çıkarlarını korumayla olan ilişkisi, adil ekonomik dağılım, halkı gözetmediği gibi alabildiğine ezip fakirleştirmesi, İslam-din ve Müslümanlar açısından hiçbir şey ifade etmiyor mu?

İktidarda bulunanların kamuya ait malı yağmalaması, kamu mallarını özelleştirip yandaşlarına ya da büyük şirketlere  peşkeş çekmesi; akraba, eş-dost, yakınları  ya da partizanlarını  hiçbir liyakat gözetmeksizin makam mevkilere tayin etmesi, İslam’ın ve Müslümanların ilgi alanına girmiyor mu? Diyanetin de ilgi alanında değil galiba...

Bizler hayatın/olayların tamamına yani; devlet, siyaset, ekonomi, adalet , ibadet, ahlak ve benzeri konulara  İslam ve Tevhid inancı ile bakmamız gerekirken, bu zaviyeden bakmayıp ; sayın cumhurbaşkanının güzel Kur’an okumasına, eşinin başörtülü olmasına mı bakacağız? Avam sadece bunlara bakabilir. Ya da çok iyimser arkadaşlarımızın baktığı gibi “bu kadarı bile çok büyük gelişme” diye düşünebilirler. Acaba iktidarda olanların bireysel dindarlıkları, güzel sesle mahreçlerine dikkat ederek kuran okumaları, onlara din konusunda istedikleri gibi tasarrufta bulunma hakkı verir mi? Yanlış anlaşılmasın insanların bireysel ibadetleri yerine getirmesi tabii ki güzeldir, bunlara karşı filan değiliz. Ancak İslam sadece bireysel ibadetlerle avunmamızı değil, hayatın tamamına İslam gözüyle bakıp yaşamamızı emrediyor. Domuz eti yemeyip, kul hakkı yerseniz olmaz. Ya da faiz konusunda “nass var” deyip, zina ya da kul hakkı, kamu malı yemek konularındaki nasları unutursanız/konuşmazsanız olmaz. Bireysel ibadet ve ahlakta İslam’a evet; ekonomi, siyaset ,hukuk, adalet vb. konularda hayır derseniz, yine olmaz.

Müslümanların cumhuriyetin kuruluşundan bu yana büyük zulümlere maruz kalmış olmaları bunlara dört elle sarılmamızı mı gerektirir?

Meali ve kitapları “İslam’ın temel esaslarına aykırı bulunduğu için” yasaklanıp toplatılan İhsan Eliaçık‘ın hiçbir kitabını okumadım. Bundan sonra da okuma ihtiyacı duyacağımı sanmıyorum. Bu şahsın dini hassasiyet ve ciddiyeti konusunda kuşkularım var. Gezi olayları sırasında, İslam düşmanı laik Kemalistlerle kol kola, ülkemizi karıştırmak için yakılan ateşe benzin dökmesini unutamam. Ancak tüm bunlar diyanetin veya iktidarın kendilerini; İslam ve Müslümanların hamisi, hakikatin mutlak temsilcisi, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi hareket edebilecekleri anlamına gelmez. Böyle bir iddia da, bu iddiayı çağrıştıran uygulamalar da sadece gülünç olur.

İktidar veya diyanetin böyle iddiaları-hassasiyetleri-varsa, Batınî-tasavvufi hareketlerin sapıklık ve İslam dışılıklarını gündeme getirip eleştiren Sayın Mehmet Görmez hocayı niçin istifaya zorladılar?

Diyanetin bütüncül anlamda İslam diye bir derdi varsa mevcut rejimin İslam’a ters uygulamaları konusunda niçin yıllardır hiç ses çıkarmazlar?

Şunu unutmamak gerekiyor; bu sistemde İslam sadece rejimin çıkarı-bekası- için kullanılması gereken bir araçtır. Halkın çoğunluğunun Müslüman olması ve dini hassasiyetler,devletin bekası için dinin kullanılmasını gerekli kılmaktadır. Zaten muhafazakar Ak Parti İktidarının hükümette  olmasının  da, karşısındaki zayıf muhalefetin de asıl hikmeti budur. İslam dışı düşünceleri ve uygulamaları olan tarikat, cemaat ve kişilere müdahale etmeyen diyanet niçin adı geçen şahsa müdahale ediyor?

Kitap yasağının sebebi acaba bu şahsın Kemalist sosyal demokratlarla birlikte görünmesi olabilir mi? Çünkü bir süredir Kemalist sosyal demokratlar da dinin kullanılmasının halk nezdinde ne kadar önemli olduğunu keşfetmiş bulunuyorlar. Her ne kadar bu keşiflerinin basına yansıyan yüzü çok acemice ve gülünç olsa da böyle... Mehmet bekaroğlu‘nun CHP’ye geçmesi ve Kılıçdaroğlu’nun danışmanlığını yapması, altılı masada oturan beş sağ muhafazakar lider, Eren Erdem’in Ali Şeriati etkisiyle  “Devrimci Peygamber” ve benzeri kitapları yazması oldukça farklı çağrışımlar yaptırıyor.

Acaba diyanetin yasak kararı hükümete rağmen mi oldu?

Kitaplar reklam için mi yasaklandı?

Zira bu şahsın meali de, kitapları da çok az satıyordu. Bu, özellikle bir kitapevine sorup edindiğim bir bilgidir. Bu yasaktan sonra satışlarda sanıyorum patlama yapabilir.

Yoksa Kemalist statüko %25’ten fazla oy alamayan Sol-Sosyal Demokratlar ı ,yani rejimin asıl sahiplerini biraz İslami görüntülerle muhafazakarlaştırıp, fakirleşen halkın da desteğiyle %50‘leri aşan oy oranlarıyla iktidar mı yapmak istiyor? Yani sağ Kemalist Muhafazakar iktidar yerine , “Soldan Kemalist Muhafazakar İktidar” hem sistem için daha sağlam ve güvenilirdir, hem de küresel sistem için... Bunlar zaten damardan laik ve batıcı. Diğerlerinin laikliği de batıcılığı da yıllardır rejimin sahipleri nezdinde biraz kuşkulu olmuştur… Batı ile dostlukları da öteden beri batılılar nezdinde biraz şaibelidir.

Ayrıca bir süredir   Türkiye’de; kim sol, kim sağ ,kim muhafazakar, kim Müslüman, kim sosyal demokrat , kim laik Kemalist, kim Kemalist, kim devrimci, kim liberal , kim halkçı, kim İslamcı  belli değildir. Her şey son yıllarda iyice belirsizleşmiştir.

Antikapitalist olmak günümüz Müslümanlarının en belirgin vasfı olması gerekirken bunu sadece bir derneğin ismen sahiplenmesi çok acıdır. Ücret dengesizliğine, emekçiye yapılan  haksızlığa, mazlumun sömürülmesine, insanlara yapılan ekonomik ve sosyal haksızlıklara/zulme niçin Müslümanlar yüksek sesle karşı çıkmazlar? Müslümanlar olarak önemli pek çok düşünsel, ameli konularımız, mevzilerimiz, savunmamız gereken değerler elimizden alınıp paspas ediliyor. Tepe tepe kullanılıyor. Nerelerle irtibatlı olduğu, kime hizmet ettiği belli olmayan, kimlerle oturup konuştuğunu ve kim için konuştuğunu bilmediğimiz ağızlarda sakız ediliyor.

Bize ait olan değerler üzerinden yeni bir operasyona mı maruz kalıyoruz?

Garibanın, ezilenin, Mustazaf’ın, işçinin, emeğin yanında olmak, zalime karşı mazlumdan yana olmak, sermayenin sömürüsüne tahakkümüne “hayır” demek ve benzeri konular ne yazık ki gündemimizde yok. Bunun sebebi de galiba  altmışlı yıllarda şekillenen sağcı , muhafazakar, Amerikancı, Natocu  atmosferle alakalı.

Bu konular liyakatsiz, ciddiyetsiz, yakışmayan kişilerin üzerinden gündem yapılıyor.

Bir düşünceye en büyük zararı ;  o düşünceyi kötü bir şekilde savunup, kötü temsil edenlerin vereceğini unutmamak gerekir. Bugün bizim en büyük sorunlarımızdan bir tanesi temsil sorunumuzdur.

Biz Müslümanların kendi kelimelerimiz ve dilimizle davamızı, değerlerimizi savunmamız gerekir. Kendisini İslam’a nispet eden herkesin bu konuyu dert edinmesi bir vecibedir. Yanlış veya sapkın kimi İslami yorumlara karşı çıkıp cevap verecek makam ironik bir şekilde laik rejimin diyaneti olmamalıdır.

Düşünce ve yoruma yasak ile değil, düşünce ve yorumla cevap verecek ilim ehli şahsiyetlerin bu konularda konuşup tartışması gerekiyor.

Tüm dünyada olduğu gibi yaşadığımız coğrafyada da; baskı, zülüm, sömürü ve faşizme, insanların köleleştirilmesine, düşünce ve pratik olarak karşı koyabilecek tek alternatifin İslam olduğunu bizim bilmemiz gerekirken, bizden daha iyi bilenler var bunu unutmayalım.

İslami Analiz

Neler Söylendi?
DİĞER HABERLER
Ali Bulaç Yazdı: Yeni Bir Kamu Hukuku

Ali Bulaç Yazdı: Yeni Bir Kamu Hukuku

27-03-2024 - ANALİZ

İbrahim Kiras yazdı: İktidar Müslümanlığı: Önce hükümetimizin selameti, sonra Gazze..

İbrahim Kiras yazdı: İktidar Müslümanlığı: Önce hükümetimizin selameti, sonra Gazze..

27-03-2024 - ANALİZ