Gökten iner gibi usul usul inerdi sözcükler. Ağır, ağdalı ve nazlı süzülüşlerle. Sanki bir martı süzülüp gelir de kalbin en görkemli yerine konuverirdi. Hep anlatmaya meyilli, hep anlaşılmaya niyetli dökerdi kendini yârin ayakları dibine. O vakit ne görse gönül gözüyle doğurmaya niyet ederdi hislerini. Öyle ki kelimelerden yeni bir hayatı herkesten bihaber ama herkese yol açarak yaşardı. Asil, soylu, umutlu bir direniştir yaşamak o hayatı. Kim bilebilir ki?!
Değil mi ki, yazmak bir çığlıktır çoğu zaman. Meydan okumaktır her şeye, herkese en çokta karanlıklara. Yokluğa…Yokluk demişken gün gelir yazan hakiki sevginin yoklukla başladığını anlar. Ne zaman anlamıştım bilmiyorum. Henüz o vakitler deli gibi yazmaya meylim vardı. Hani böyle yıkık kentleri bir bir keşfedip harflerle yeniden onaracak gibi hissettiğim zamanlardı. Sanki biteviye sürecek bir sevginin keşfindeydim. Sanki asırlar boyu uyumuştum da kendi ikbalime gözümü açmış gibiydim. Sonra ne olduysa oldu, selamet için çıktığım yollarda kendi kıyametimi yaşadım. Tel tel döküldüm avuçlarımdan ayaklarına. Yaşadıysam selametle, ne âlâ. Ama yaşayan cismin içinde ölüyorsam fena! Ve artık yazdıklarımdan ötesine, kendime yabancılaştıysam daha da fena!
Eskiler masallarını anlatıp uykuya daldılar. Benimse masallarımı böldüler. Kendilerinden daha da fazla karanlıklar bıraktılar rüyalarıma. Sanırım öyle bir zelzele anında bende bıraktım kalemi elimden. Hangi acıyı daha fazla hissettim bilmiyorum o an. Kayıp çocuklarına feryatları yetişmeyen anaların yangılarına mı, dul kalan kadınların okşanmayan acılarını mı yoksa köşe başlarında elleri boş savrulan çocukların çocukluğuna mı daha fazla ağladım bilmiyorum.
Ağlıyordum ama ölümleri, yoklukları, acıları, hüzünleri, kimsesizlikleri bahane edip yaralarıma hepsi için ağlıyordum. Hepsine aynı eşitlikle ağlıyordum. Kim bilir belki yar ile en çok tıkanıp kaldığınız bahsi geçen hüzün masumların vatanlarından edilen hayatları olduğundan ötürü diğer acılara kıyasla bu acıya bir parça fazla ağlıyordum. Mevsimlerden sonbahar, aylardan kasım.
Tamda sevdiğim mevsim. Sevdiğim her şeyin kıyametini yaşadım. Bana da böyle bir kıyamet yaraşırdı. Dilimde o vakit hep aynı şarkı “Bırak da dolanayım ayaklarına kum gibi kum gibi ezip geçme” Yazmak insanın kendisiyle baş başa kalmasıdır. Kendinize ayıracak vaktiniz yoksa kendinizi dinlemeye mecaliniz yoksa iç sesinizi dinlemek size sıkıcı geliyorsa yazı yazamazsınız. Kendinizi sürekli aynı şarkıyı söyleyen sıkıcı bir plak gibi hissediyorsanız yazamazsınız. Kaleminizden çıkacaklar size bile ilginç gelmiyorken bir başkasını nasıl heyecanlandıracak bilmiyorsanız yazamazsınız. Hayatın artık yazılmaya değer olmadığını düşünüyorsanız yazamazsınız. İçinizdeki kelebekler öldüyse kuşlar başka ülkelere göçtüyse ve hep aynı rüyanın aynı kâbusunu görmekten bıktıysanız yazamazsınız. Sadece bundan ibaret sanıyordum yazamamayı…
Oysa yazmaya sular seller gibi anlatmaya meylim vardı. Her söze, her kelama, besmele çeker gibi onunla başlamaya aşkım vardı. Sonra anladım ki, kelimeleri kendisinden çok daha fazla sevdiği söylenildiğinde de yazamazmış gönül. “Yazar” artık “Yazmaz” olduysa, bilin ki ya sahiden yaşıyordur. Ya da sahiden ölüyordur. Ölürken de seviyordur. Acımasız olma şimdi bu kadar. Herkes ölüyorken seven sevdiğine ölüyordur…