“Ben senin aslını gördüm,
Sen ise hâlâ gölgedesin”
Bütün gidişleri ezberlemiş olmanın cinneti bu belki de. Bütün çıkmaz sokakları adımlamış olmanın cüretkârlığı. Kesik kesik nefeslerin ellerini göğsümde hissediyor olmamın incinmişliği belki de hiçbir yere sığamayışım. Kaçıp gitmek isteyişimin nedenini sayıp döktüklerimin hiçbiri olmadığını kendime itiraf edemeyişim belki de beni böyle rayından çıkaran. Beni böyle bir yaprak gibi savuran, döküldüğüm her köşeden uçup gitmek isteyişim de aynı duygunun buhuru. Ama söyleyemiyorum. Hissettiğim gibi dile getiremiyorum.
Üzerimden akıp giden geceleri toplayamıyorum. Üzerime doğan güneşleri avuçlayamıyorum. Sana nehirlerden akıp gelemiyorum. Sana kelime kelime dökülemiyorum. Oturup da bir bankın buz gibi kucağına denizlere dalıp sana akarak şiirler yazamıyorum. Öyle susturuyorum ki kendimi, içimde volkan olup yerli yersiz patlayıp duruyorsun. Oysa sen yokken ve kimsecikler işitmezken beni, öyle çok konuşuyorum ki seninle sonra yutkunuyorum. İçimdeki muhabbeti dışarıda bulamayışımın eksikliği ile bir yumruk olup göğsüme oturuşunu anlatamıyorum.
Anlatsam anlar mısın sahi?!
İnsanı canından bezdiren, hiç bitmeyecekmiş gibi gözdağı veren, tam bitti dediğim yerde yeniden başlayan tüm yoklukların, eksikliklerin asıl sen olduğunu nasıl söyleyebilirim? Nasıl anlatabilirim beni ufalayıp da bir toz bulutu gibi göklere savuran girdabın seninle başladığını. Senle kaybolan varlığımın sende bir tek selamet bulabildiğini.
Nasıl diyebilirim karşına geçip “Ben senin aslını gördüm,
Sen ise hâlâ gölgedesin” diye. Ve desem bile, sen aslını görebilir misin ki?! Benim gözlerimle gördüğüm seni kendin görebilir misin ki?
Durup durup hep aynı şarkıyı başa sarıyorum. Şarkıya kıvrılıyorum içimdeki şakıyıp da susturduğum sızıya ilaç olsun diye.
“Söyle yağmur, söyle
Değmeden yüreğime
Söyle gökyüzüne
O nerde
Söyle ay doğmadan
Düşmesin yaş gözüme
Söyle gökyüzüne
O nerde”
Dile gelip gelip sonra susturulmuş o feryatlar gibi. Nasıl da vuruyor gönlümün göğüne. Sanki oradan işiteceksin de dünya bir anlık güzelleşecekmiş gibi. En güzel hikâyeyi sana bir anlık da olsa gökyüzü anlatacakmış gibi. En ağır hikâye gökyüzünün sırtına kalmış gibi. Çöl olup dağılan gönlüme seninle donup da bağlar bağışlayacak gibi.
Tam bu noktada yükseliyor şarkının sesi:
“Ay ayy ay yanıyor ömrüm”
Bundan sonra hiç sen olmayacakmışsın gibi. Ama bundan böyle bende hep sen olacakmışsın gibi.
“Dışarıda kar yağıyor;
Benim içime yağmur.
Ağlama gözbebeğim;
Biraz daha dur.
Yüreğime basa basa
İçimden yar gidiyor
Ağlama iki gözüm
Biraz daha dur
Ay ayy ay yanıyor ömrüm”
Şimdi bütün bakışlarını ezberledim. Bir şehirden gitmek gibi değil, senden gitmek. Bir bakışı terk etmemek için sebepler risalesine eklenen zahriye sayfası gibi, gönlüme, bütün şehirlere geldiğinden daha erken, yeşile boyanmış yapraklar dallarının dibine döne döne düşerken.
“Olur mu, olmaz mı?” derken olur gibi, “Gelir mi gelmez mi?” derken gelir gibi. Kalıcı değil, geçici ama sonunda sen geldin. Tam zamanında, ucu ucuna, nefes nefese gönlüme değdin. Sonra gittin.
Oysa ne çok anlatılacak şey var. Gönlümden seni koparıp aldılar gibi hissettiğim bir acının ellerinde kıvranışımın eşiğinde. Söylemek ile susmak arasında kendi anlattığına insanın kendisi de şaşar gibi bir hisle. Ne kadar da çok şey varmış anlatacak. Bütün unutulanları hatırlatacak, hatırlananları unutturacak gibi. Bir yağmur uykusuna düşüp de ağır bir ağlayıştan yeni çıkmışım gibi. Kırk düğüm olmuş bir çileden yeni çıkmışım gibi. Ayaklarım suya, başım göğe ermiş gibi. Çünkü sen geldin. Gelmişsin gibi.
Şimdi nasıl anlatsam bilemedim;
Gelir gibi olup gelmeyişini.
Gider gibi olup gitmeyişini.
Oysa göğsüme oturup da devleşen sevginin bitmeyişini.
Seninle arama giren, beni dağlayan her şeye küsüşümü.
Nasıl anlatsam şimdi?