Modern ulus devlet, Aydınlanma dönemi sonrasında, geleneksel olandan farklı bir örgütlenme felsefesi ve modeliyle ortaya çıkmıştır. Modern ulus devletlerin oluşum sürecinde geçmişle ilgili kültürel, sosyolojik ve dini değerler hayatın tüm alanlarından uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. ” Geçmiş ile atılan köprülerin yerine, belirli şeyleri hatırlamak kadar unutmanın da önemli olduğunun bilincinde olan bir seçkinler gurubunca yeni bir etnik tarih inşa edilmiş veya yeniden icat edilmiştir. Bu icat ‘beka kaygısı’nın doruk noktasında ‘ ulusun’ devletini kurmasını değil devletin ‘ulusun’u inşa etmesini yani icat edip yeniden yaratmasını sağlamıştır. “( Halis Çetin, Devlet Aklı, Kadim yayınları, c: 3, s: 116) Bu süreç özellikle Batı dışı modernleşme sürecinde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Batı dışı modernleşmenin önemli bir örneği olan Türkiye modernleşmesi, özellikle Tek Parti pratiği dikkate alındığında, bu sürecin tüm özelliklerini taşır. Türkiye modernleşme süreci toplum ile devlet arasında sürekli hale gelen bir gerilimin de fitilini ateşlemiştir.
Türkiye modernleşmesinin en büyük sorunu dinin toplumdaki belirleyici etkinliğinin nasıl kırılacağı konusu idi. Geleneğin en baskın taşıyıcısının din alması, her yenilik ve değişim hamlesinde, elitler ile halkı karşı karşıya getirmiştir. Bu yüzden Cumhuriyet modernleşmesi irtica- modernlik, ilericilik – gericilik karşıtlıklarına sahne olmuştur.
Cumhuriyet modernleşmesi, devletin bekasını öne çıkardığı için, devletin teme nitelikleri olan laiklik ve milliyetçiliğe özel bir önem vermiştir. Laiklik ve milliyetçilik, özellikle dinin karşısına, yeni bir vatandaş oluşturulması için önemli referanslar olarak kabul edilmiştir. ” Aynı zamanda ulus düşüncesi, milliyetçilik ile de kesişerek, ulusun bekasının korunması uğruna devlet dışındaki her şeyin feda edilebileceği bir “devlet aklı” ( Hikmet-i hükümet)yasası olarak gösterilir ” (Halis Çetin, Devlet Aklı, Kadim yayınları, C 3, s: 116)
Modern Ulus Devletin temelini oluşturan referanslar, dış politikanın belirlenmesinde de etkili olmuştur. Modern devletin kabul ettiği ve değiştirdiği öncelikler, kurtulmak ve ulaşmak istediği medeniyet tasavvuru, dost ve düşman tanımını yeniden düzenlemiştir. Bu noktada Araplar unutulmak istenen geçmişi hatırlattığı için denklemin dışında bırakılmıştır.
Öyle görülüyor ki, toplumda milliyetçiliğin etkin olması, özellikle Türk olmayanlara karşı dışlayıcılık olarak ortaya çıkıyor. Trabzon’da Arap turistlere yapılan saldırılar, bir yandan yabancı düşmanlığına işaret ediyor, diğer yandan yabancılardan düşmanlığın sadece Araplar üzerine yoğunlaştığını gösteriyor. Kuşkusuz bunun ülkemizde yükselişe geçen, beslenen ve siyaset yoluyla büyütülen milliyetçilikle bağlantısı var. Öte yandan Trabzon ve Rize’ye Arap akımının durduğundan dolayı turizmciler şikayetçi. Ancak turistlere çok fazla fahiş fiyat uygulandığı da açıktır. 5 lira olan suyu 25 liraya satıldığını söylüyorlar. Turistlere her şey beş altı kat fazla fiyatla satılıyor. Bu fırsatçılık ve ahlaksızlığı yapan bizim insanımızdır. Daha da kötüsü, yabancılara bunun yapılmasını normal gören zihniyet yapısıdır. Bu durum toplumun her katmanında derin bir ahlak krizinin varlığına işaret ediyor.
Öte yandan, yabancı düşmanlığının özellikle Araplar üzerinden gündeme gelmesinin ideolojik arka planı da var kuşkusuz. Hem turistleri dışlama hem de sömürme davranışı derin bir ahlak sorunu olarak karşımızda duruyor. Bu sonuç kör yabancı düşmanlığı ve milliyetçiliğin, turistlere fahiş fiyat uygulamanın sonuçlarının nerelere varacağını göstermesi bakımından anlamlıdır. Karadeniz genelinde yaygın olan kaba ve dışlayıcı bir milliyetçilik, toplumsal zemini zehirliyor.
Kuşku yok ki, özellikle Arapları dışlamanın ve yabancı olarak küçümsemenin kökeninde Cumhuriyet modernleşmesinin Arap politikası vardır. Araplar sürekli Türkleri arkadan vuran hain olarak kodlanmıştır. Erol Güngör, bu durumu şöyle acıkmaktadır. “Unutmayalım ki, Batılı devletlerin Birinci Dünya Harbinden sonra Ortadoğu’ya ekmiş oldukları nifak tohumları bize de çok tesir etmiştir. Arap deyince, yeni Türk nesillerinin aklına daima Türk ordularını arkadan vuran İngiliz maşası bedevî kabileleri gelir; Araplar da Türk deyince en çok İttihatçı Cemal Paşa’nın Suriye’de yaptıklarını hatırlarlar. Her iki tasavvur da yanlıştır, iki tarafı birbirine düşman etmek için İngilizler tarafından uydurulmuştur. Arapların bu yanlış tasavvurdan kurtulmalarını istiyorsak, biz de memleketimizdeki Batı kuklası münevverlerin sistemli bir şekilde yerleştirmeye çalıştığı Arab düşmanlığının bütün izlerini silmeliyiz. Unutmayalım ki, “Arap düşmanlığı propagandasının temelinde İslam düşmanlığı vardır; İslâm dünyasının yan yana yaşayan iki büyük kitlesini birbirine düşman etmek, böylece her birini tek tek Batılılara esir etmek gayreti vardır.” (Prof. Dr. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yay. 14 Basım, İstanbul 1999, s. 235-236)
Diğer yandan modern devlet aklı, devletin geleceğini her tür düşüncenin önüne koyduğundan temel hak ve özgürlükler ihmal edilebilir unsurlar olarak görmüştür. Temel hak ve özgürlüklerin devletin bekası için ihmal edilebilir görülmesi, halkın hukuk ve adalet bilincini de önemli ölçüde zedelemiştir. Hukuk bilincimizin zayıflığı bir taraftan tarihsel mirasımızla, diğer yandan modernleşme sürecindeki eğitim politikalarımızla ilgilidir. Azınlıklar aleyhine olan hukuk ihlalleri, halk tarafından, devletin güvenliği ve bekası öne sürülerek kabul görmüştür.
Modernleşmenin ürettiği “devlet aklı”nın üzerine oturduğu kavramlardan biri de “ulusal bilinç”tır. İnsanlar artık inançları uğruna değil dinlerin yerini tutan seküler bir kavram olan “ulusal bilinç” uğruna savaşırlar. Bu modern devlet aklı in dinin yerine dinin yerine ikame ettiği bir kavramdır. Son üç yüz yıldır, kurulan ulus devletler bu kavram uğruna savaşmış ve milyonlarca insan ölmüştür. “Ulusal bilinç” modern seküler devlet aklının en merkezi kavramıdır. Ulusal bilinç, Platon” dan Hegel’e uzanan ” “totaliter soylu geleneğin” ürettiği “devlet aklı’nın ürünüdür.
Özellikle Batı dışı Modernleşme süreçlerinde ordunun varlığı ve etkinliği belirleyici olmuştur. Modern ulus devletlerin örgütlenmesinde ve ideolojisinin oluşmasında en kritik rol orduya verilmiştir. Modern devletler orduya ayrıcalıklı yasal bir konu sağlarken ordu da ona yönelik tehditleri bertaraf eder. ” İç ve dış düşmanların varlığı, ordunun gücünden kaynaklanarak topluma müdahale etmesinin meşruiyet zeminini oluşturur. Devamlı yeniden üretilen iç ve dış düşmanlar sayesinde ordunun toplumsal düzenlemesi fonksiyonu da sürekli yeniden üretilir. Orduların varlığı, devletin varlığından ve ortak çıkarların karşılıklı beslenmesinden kaynaklandığı için ordular toplumsal alanın değil siyasal iktidar alanının temsilcileri olarak hizmet ederler. Modern ulus devletin varlığı ile varlık kazandıkları için tek amaçları kendilerini de var kılan bu varlığın çıkarlarını, güvenliğini ve bekasını her şeye rağmen ve her şeye karşı korunmasıdır. Bu yüzden modern ulus devlet ve modern ‘ devlet aklı ‘hem bu koruyucularca korunup düzenlenmekte, hem de koruyucuları da koruyan bir kalkan görevi üstlenmektedir: Halk için kılıç / devletlular için kalkan.” ( Halis Çetin, Devlet Aklı, Kadim yayınları, C 3, s: 36) Modern ulus devletlerin örgütlenmesinde ve ideolojisinin oluşmasında en kritik rol orduya verilmiştir. Modern devletler orduya ayrıcalıklı yasal bir konu sağlarken ordu da ona yönelik tehditleri bertaraf eder.
Türkiye gibi Batı dışı modernleşmenin olduğu ülkelerde ordunun rolü çok daha belirleyicidir. Türkiye’de ordu sadece iç ve dış tehditlerde değil, rejimin tehlikeye düştüğünde müdahale etme hakkına sahiptir. Bundan dolayı bütün askeri darbelerde rejimi korumak ve kollamak misyonuna vurgu vardır. Türkiye’de ordunun siyasete egemenliğinin önlenmesi kuşkusuz önemli bir adımdır. Ancak bu istenilen dönüşümü tek başına yapmaya yetmiyor. Daha köklü bir dönüşümün olması gerekir.
Batı dışı modernleşme sürecinin en etkili aracı olan ordu, toplumun modernleştirilmesi konusunda gerekirse güç kullanan en önemli kurumdur. Tek Parti Dönemine itirazı temel siyasi söylem yapan bir iktidarın bir süre sonra Tek parti siyasetine dönme refleksi, Tek parti siyasetinin, devletten topluma bakan, güvenliği önceleyen, devletin çıkarları için hukuku ihmal eden bir siyasal anlayışı sürdürmenin işlevselliği ile ilgilidir büyük ölçüde.
Yirminci yüzyılda egemen olan modern devletin temelini oluşturan devlet aklı, milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Faşizm, sosyalizm, askeri diktatörlükler hep bu kuramın( ulus-devlet ve devlet aklı )uygulayıcıları olarak dünyayı kan gölüne çevirmişlerdir. Modern ulus devletlerin temelini oluşturan devlet aklı anlayışının felsefi temellerini aydınlanmacı akıl ve pozitivizm oluşturmuştur.
Modernleşmenin dayandığı en önemli ayaklardan biri de aydınlanma düşüncesidir. Özellikle Batı dışı toplumlarda, ulus devlet ve onun değerlerini oluşturmak için zoraki yöntemlere sıkça başvurulmuştur. ” Cahil/ Gerici nüfusun aydınlatılması/ terbiyesi/eğitimi ve ilerletilmesi için Aydınlanmayı yukarıdan aşağı empoze etmek. Bu tepeden inmeci aydınlatmacı ‘ devlet aklı ‘ doktrini tüm Avrupa’da aydınların ve devlet adamlarının ortak Jakoben despotizmi ile uygulanmıştır. Aydınlanmacı devlet aklı üzerine inşa edilen mutlakiyetçi modern devletlerin uzun süre hükmettiği ülkelerde radikal aydınlanmanın demirden bir süpürge ( faşizm) gibi çalışmıştır.” ( Halis Çetin, Devlet Aklı, C: 3, Kadim yayınları, s: 14) Türkiye modernleşmesi de dahil, devletten topluma yönelik, her modernleşme hareketi, her ideolojik tutum ve uygulama yukarıdaki gibi çalışır. Faşizm ve komünizm birbirine zıt uygulamaları olsa da, aydınlanmanın çocuğu ve devlet aklının savunucuları olarak, hakim olduklarında uygulayacakları yöntem aynıdır. Burada önemli olan devleti hangi ideolojinin ele geçirdiğidir. Meşruiyet devlete sahip olmaktan kaynaklanır. Devlet aklının dışında kalan halkı modernleştirmek için kullanılacak her araç meşru sayılır. Özellikle, radikal modernleşmenin uygulandığı Tek Parti Dönemine bu açıdan bakmak gerekir.
Siyaset, her zaman insanın Tanrılaşması gibi bir otoriterliğe açıktır. Bunu önlemek için gücü olabildiğince dağıtmak gerekir. Siyasal sistem gücü dağıtan bir kurumsallaşmayı gitmek zorundadır. Ancak ne yazık ki, Türkiye siyasal aklı dini ve tarihsel geçmişi itibarıyla otoriterliğe bir hayli yatkındır. Platon, Machiavelli, T. Hobbes, J.J.Rousseau ve özellikle Hegel felsefesi üzerine inşa edilen kutsal ve otoriter devlet anlayışı, devlet- devlet adamı ve devlet ahlakı özdeşliğine yaslanır. Vatandaşa düşen kendini devlet iradesine teslim etmektir. Bu anlayış devletin devamı için yapılan her eylemi ahlaki görür. Devlet, kendisinin devamı için soylu yalanlar üretebilir. Devletin devamına hizmet ettiği sürece devlet adamı yalan söyleyebilir.
Otoriterliğe yatkın siyasal yapılar için muhalefet, siyasetten yok edilmesi gereken bir düşmandır. Türkiye siyasal zihninde bu tutumu meşrulaştıran anlayış, Fatih Kanunnamelerindeki, “Devletin devamı için kardeş katli vaciptir” ifadesidir. Bu ifade devletin her tür hukuk ve ahlakın üzerinde olduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber önderliğinde Mekke oligarşisine karşı devrimci ve itirazcı, inşa edici bir dil ve eylem kullanan İslam öğretisi, nasıl oluyorsa modern zamanlardaki iktidar denetimlerinde devrimci ve değişimci dilden statükonun parçası haline bu kadar kolay gelebiliyor?
Türkiye toplumu önüne çıkan sorunları çözmek için gerekli olan hukuki ve ahlaki zemini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bir konuyu etnisite üzerinden tartışma ve temellendirme çabası o konuya ahlaki ve hukukî zemin bulamamak anlamına gelir. Oysa tartışma konusu olan anlaşmazlıkları mutlaka hukuk ve ahlak zeminine taşımak gerekir. Hayatın her alanını olduğu gibi siyaseti de hukuki ve ahlaki bir zemine oturtmak, Türkiye siyasetinin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır.
Farklı Bakış