ANALİZ
Giriş Tarihi : 07-05-2023 22:51   Güncelleme : 11-05-2023 23:00

Ümit Aktaş Yazdı: Mustazaflar (Ezilenler) ve Walter Benjamin...

Ümit Aktaş Yazdı: Mustazaflar (Ezilenler) ve Walter Benjamin...

Ümit Aktaş, indyturk.com’da “Mustazaflar (Ezilenler) ve Walter Benjamin” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

Kasas (Kıssalar) Suresi, firavunun ezdiği ve köleleştirdiği toplumsal kesimlere dikkat çekerek başlar ve 5. ayetinde ise ilahi gaye açıklanır:

Biz ise istiyorduk ki mustazaflar (ezilenler)’a lütfedelim, onları öne geçirerek arza mirasçı kılalım.

Bu oldukça özlü cümle, aslında tarih boyunca işleyen belli bir toplumsal işleyişi özetlemekte.

Yoksun (madun)laştırılan toplumsal kesimlerin süreç içerisinde ve kendilerine uygun önderler ve söylemler bularak giriştikleri mücadelelerin sonucu, refah içerisinde şımarmış ve yozlaşmış iktidarların çök(ertil)mesi olacaktır.

Allah’ın isteği olarak ifade edilen bu sonuç, aslında toplumsal normalliğin (adaletin) gerçekleştirilmesi olsa da, gelinen bu nokta çoğu kez çığırından çıkarılarak toplumsal gidişat yeniden zalimlerin inisiyatifine geçecektir.

Mustazaflık/ezilmişlik, Ali Şeriati’nin Kuran’dan aldığı en önemli kavramlaştırmalardan birisi.

Her ne kadar bu surede İsrailoğullarının hikâyesinin anlatıldığı söylense de, surede doğrudan İsrailoğullarından değil, evrensel bir durumdan bahsedilir.

Dolayısıyla da mustazaflar, tüm etnik ve kültürel aidiyetlerinin ötesinde adeta apayrı ve özgül bir halk, evrensel bir sınıf, tarih-üstü bir topluluktur.

Yaşadıkları coğrafya her neresi olursa olsun, yersiz-yurtsuz bir topluluk olarak mustazaflar ortak karakteristiklere sahip bir(er) halktır ki en önemli örnekleri Yahudiler, çingeneler, köleler, sömürgeler, madunlar ve benzerleridir. 

Kapitalizmin bir ürünü olan proletarya ise farklıdır kuşkusuz. Belki de bu farklılık Marx’ın ezilenlere özgü tarihsel-toplumsal durumun kavramını proletaryaya da uygulaması ve buradan evrensel bir hikâye çıkarmasıyla da ilgilidir.

Bir bakıma bu özgüleyiş, ezilmişliğe dair tarihsel-toplumsal biçimselliği proletaryaya özelleştirir ve modern bakışın sair ezilmişlik hallerinden, özellikle de sömürgelerden sarfı nazar etmesine de yol açar.

Ama Franz Kafka, Marx gibi bakmaz mevzuya; gidişattan endişelidir ve bu konuda şunları söylemekten geri durmaz:

Bu insanlar gayet kendiyle meşgul, kendine güvenli ve neşeli. Sokağa egemenler, dolayısıyla dünyaya egemen olduklarını düşünüyorlar. Aslında yanılıyorlar. Onların ardında şimdiden sekreterler, memurlar, profesyonel politikacılar yürüyor, iktidar yolunu açtıkları bütün modern sömürge valileri yürüyor… Bu kitlelerin gücüne, gözümün önündeki biçimsiz ve kaotik görünüme sahip güce sonradan bir biçim ve disiplin verilmeye çalışılacak. Samimi olarak devrimci olan her gelişmenin sonunda bir Napoleon Bonaparte beliriyor. 1

Nitekim anlatılarında Hitler, Stalin ve benzerlerinin egemenliklerini öngören Kafka’nın eserleri, Nazizm kadar Stalinizm tarafından da yasaklanacaktır.

Bunları tanrılaştıran kitlelere egemen olacak olan ise tıpkı “Şato”nun o ulaşılamazlığı gibi asla kendilerini aşıp asıl mercilere, dahası hakikate ulaşılamayacağı o devasa bürokrasidir:

Istırap içindeki insanlığın zincirleri kırtasiye malzemelerinden yapılmıştır. 2

Geçtiğimiz yüzyılın en trajik soykırımına maruz kalan Yahudiler ise yine de koşullara teslim olmayarak kendilerini temsil ve ifade edecek şahsiyetler yetiştirmiş ve böylece mahkûm edilmeye çalışıldıkları tarihin zindanından çıkma cüretini göstermişlerdir.

Günümüzde bu zindana kendileri yerine başka bir halkı, Filistinlileri tıkmaya çalışsalar da, bu temel özelliklerini onlara kazandıran her ne şartta olursa olsunlar, kitap (Tevrat)’tan kopmamaları ve adeta kitapta yurtlanmalarıdır. 

Yahudiler bu açıdan oldukça tipik bir halk. Belki aşırı iddiaları olan, belli bir yerde yurtlan(a)mayan, kabına sığmayan, kendilerine toprağı değil de kitabı yurt kılmaya çalışan bir halk.

Sadece onlar değil, Fenikeliler ve Yunanlılar da bu anlamda üretken ve yaratıcı halklardı. Birinciler alfabeyi, ikinciler ise felsefeyi miras bıraktılar insanlığa.

Yahudilerin en büyük mirası ise aynı zamanda Yahudiliğin gerçek yurdu olan Tevrat olsa gerek.  

Yunan düşüncesinin banisi addedilen Sokrates: “Doğru felsefe yapanlar kendilerini ölüme hazırlarlar” demekte.

Ölüme hazırlanmak, doğruyu söylemek, kendini bilmek ve kendine ihtimam göstermek gibi pratiklerin yaşamsal bir düstur haline getirilmesi anlamına da gelmekte.

Doğruyu söylemekten vazgeçmeyen Sokrates’in felsefi yolculuğu, haksızca suçlanarak ölüme gönderilmesiyle sonuçlandı ama o da geriye, giderek derinleşen bir felsefi miras bırakarak anılmayı hak etti. 

Yahudi halkı ise Yunanlılar kadar şanslı değildi. Felsefenin ve Hıristiyanlığın yurtlandığı Avrupa, Yahudiler için aynı alicenaplığı göstermedi.

Hatta tarihin en büyük zulümlerinden birini bu halka reva görseler de, bahsedilen ayetin satır aralarında da zikredildiği üzere, buradan insanlığa büyük anlatılar, düşünceler ve devrimler çıkmasını da önleyemediler.

Bu halkın trajik yaşantısından düşünsel derinleşmelere ve çözümlemelere giderek, bunu farklı edebî üsluplar ve yöntemlerle dile getiren önemli isimlerden ikisi Franz Kafka ve Walter Benjamin’dir. 

Alman kültürel havzasında yetişen Benjamin, çeşitli ideolojik kurtuluş güzergâhlarında dolaşsa da, sonuçta üzerinde eminlikle yürüyebileceği bir yolu bulamaz ve felsefi çabalarını özerk ve eleştirel bir düşünür olarak sürdürür.

Kendisini ezilenlere yakın hisseder ve zaten ona göre “tarihin görevi ezilenlerin geleneği ile bağlantı kurmaktır.”  3

Bu ezilenler sadece Yahudiler değildir kuşkusuz. “Tarihsel bilginin öznesi(nin), mücadele içindeki ezilen sınıfın kendisi” 4 olduğuna inanmaktadır.

Marx bu sınıfı, tüm mazlum kuşakların öcünü alarak kurtuluş davasını sonuca ulaştıran son köleleştirilmiş sınıf olarak ele alır. Spartakistlerle birlikte bir an için yeniden hayatiyet kazanan bu bilinç, oldum olası Sosyal Demokrasiye itici gelmiştir. Blanqui’nin önceki yüzyılı yerinden oynatan adını, Sosyal Demokrasi otuz yıl içinde hafızalardan silmeyi neredeyse başardı. İşçi sınıfı için gelecek kuşakların kurtarıcı rolünü yeterli sayarak, ona güç veren en büyük kaynaklardan birini kuruttu. Bu eğitim sınıfa hem nefreti hem de fedakârlık duygusunu unutturdu. Çünkü her iki duygu da, köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil. 5

Acemi ve beceriksiz nesiller ise geçmişe dair bu imgeyi, Jean Jaures’in ifadesiyle, “ataların ocağından külleri değil, aksine ateşi taşıyıp geleceği aydınlatmak” olarak kavrayamadıklarından, bunu bir tür fetişizme ya da bir kullanım nesnesine dönüştürerek tüketirler.

Şimdi-kılınmış-geçmiş’in sahte canlılığı, bir ‘ağıt’ın her yankısının tarihten tasfiye edilmesi, tarihin modern bilim kavramına nihai teslimine işaret eder. 6

Oysa tarih, bilimsel olguların dönüştürülmesi çabasına uygun bir çerçeveye sığ(dırıl)acak sıradan bir bilim olmayıp, onda bu tür çerçeveleri aşan bir özgürleşmeye ve iradiliğe dair esaslar bulunmalıdır.

Ve bu açıdan tarihçi, olağan bir bilim insanı değil, “sırtı dönük bir peygamberdir”7 ve “asla yazılmamış olanı” okur: Ezilenlerin tarihini.

Ezilenlerin yazılmamış tarihi ise “yazılı metnin zincirlerini kıran bir nesirdir ve herkes tarafından anlaşılır.” 9

Bir bakıma ezilenlerin tarihini ışıtan belgeler olan kutsal metinlerin okumaları ise anlamı, giderek metne giydirilmiş (kültürel ve tarihsel) klişe okumalarla silikleştirerek anlaşılmaz (ya da yanlış anlaşılan) ibarelere dönüştürür.

Her yenilikçi okuma ise orada salt geçmişe ait olanı değil, hakikate dair olanı da bulup çıkarmalıdır.

Hakikat ise yaşanılmış tarih sahnelerinin ezberine veya kurgul ütopyalara değil, ezilenlerin çığlıklarının tefsirine dayanır.

Egemen anlayış ise tarihsel olanın üstünü kendi ocağının (efsanelerin) külleriyle örterek geride galiplere özgü bir iz/tını bırakır.

Bu geride bırakılanlar ister bir medeniyet isterse kültür olsun, tarihi ya da metni anlamak isteyenler tarafından özenle temizlenmelidir.

Müfessir, “bozguna uğramış olan karşısında galipler tarafından sergilenen yıkımın envanterine son derece eleştirel bir gözle bakabilir. Bu envantere kültür denir… Onlar varlıklarını yalnızca kendilerini yaratan büyük dâhilerin çabalarına değil aynı zamanda aynı dönemde yaşamış başkalarının anonim zahmetine de borçludur. Aynı zamanda bir barbarlık belgesi de olmayan hiçbir kültür ürünü yoktur.  10

Medeniyet ise “solgun çocuklar”ın ayak izlerinin kaybolduğu bir ihtişamın ve fütuhatın bize tutulmuş yüzüdür ve eleştirel bir tarihçi, bakışlarını bu taşıl ve yazınsal satıhların altındaki izleri araştırmaya, susturulmuş olanı konuşturmaya yöneltir.

Ne var ki Marxizm de Benjamin’in “Mesiyanik zaman” olarak nitelediği, tarihin yaratıcı ve olağanüstü anlarını sekülerleştirerek tarihi de bir bilim haline getirecek ve onun devrimci yönleri budanacaktır.

Oysa “kendisiyle birlikte kendi devrimci ihtimalini taşımayan hiçbir an yoktur” ve asıl özenilmesi gereken gelecek işte o ihtimallerde saklıdır.

Sınıfsız toplum ise tarihsel ilerlemenin nihai amacı değil, bu ilerlemenin çoğu kez başarısız olan, nihayetindeyse başarılan o kesintiye uğratılmasıdır. 11

Yani hedefine doğru ilerlemekte olan bir trendeki acil durdurma butonuna basılmasıdır. 

Gershom Scholem’in tanıklığına göre:

Benjamin, Kafka’nın dünyasında Yahudi kategorilerinin negatif biçimde tersine döndüğünü görür. Olumlu doktrin yoktur. Tek varlığını sürdüren şey henüz formüle edilemeyecek olan dar anlamda ütopik bir vaattir… Benjamin Kafka’da pozitif Vahiy anlamını yitirmiş olan ama yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmemiş bir Museviliğin theologia negativa’sının bulunduğunu biliyordu. 12

Hatta ona göre günümüzde Kabala’yı anlamak için uzaktan oldukça seküler biri olarak gözüken Kafka’yı, “bilhassa Dava’yı okumak gerekir.” 13

Oysa ne Kafka ne de Benjamin dinî bir eğitim almıştı ama çağın en çarpıcı dinî yorumları da onlardan gelmiştir.

Gerçi düşünsel yaratıcılıklarında, kullandıkları metaforlarda ve imgelerde Yahudi kültürü kadar Avrupa felsefesi ve edebiyatının etkileri de oldukça barizdir.

Kültürün tüm varoluşa yedirilmiş, adeta orada vücut bulmuş uzanımları, farklı yorumlarla birlikte farklı yaşama ve eyleme biçimlerini de ortaya çıkaracaktır.

Negatif teoloji, bir bakıma teolojinin de reddi anlamına gelir. Tanrı’nın herhangi bir bilimsel/bilişsel nesne haline gelemeyeceğine dair bu sakınım, temelde Tanrı ile hemhalliğe, yoldaşlığa, içsel yakınlığa dair de bir hissiyattır.

Eksikliği duyulan ama anlatılmaya gelinmeyen bu yakınlığın her dillendirilme biçimi, sonuçta ortaya oldukça farklı anlama biçimleri çıkaracağından, en iyisi Kafka gibi alegorik/metaforik anlatımlarla öykülenen kıssalar yoluyla konuşmaktır.

Theologia negativa’ya, yani Kafka’nın negatif Mesihçiliğine politik alanda denk düşen şey bir tür utopia negativa’dır. İkisi arasında çarpıcı bir yapısal benzerlik vardır: Her iki durumda da, kurulu dünyanın pozitif tersi (liberter ütopya ya da Mesihçi kefaret) kökten namevcuttur ve insanların yaşamını düşkün ya da anlamdan yoksun olarak tanımlayan şey tam da bu namevcut olma halidir. Lanetli bir çağın dinsel işareti olan kefaret yokluğuna, bürokratik keyfiyetin boğucu evreni içinde özgürlük yokluğu denk düşer. İki ‘negatif’ konfigürasyon arasındaki seçmeli yakınlık, burada, romanların anlamlı yapısını şekillendiren mahrem bir ortaklığa varır: Bireyin (‘bir köpek gibi’) ezilmesi ya da özgürlüğün kesin olarak inkârı, tam da dünyanın kefaretle kurtulamamasına işaret eder –tıpkı, tersine, bireyin sınırsız (dinsel) özgürlüğünün Mesihin gelişinin habercisi olması gibi. 14

Benjamin’e göre Kafka da “zaman zaman Dostoyevski’nin Büyük Sorgucusu gibi konuşurdu: ‘Demek önümüzde anlayamadığımız bir gizem var. Bizim de tam da bu yüzden, bir gizem olduğu için, vaaz verme hakkımız vardı. İnsanlara esas önemli olanın özgürlük veya sevgi değil, bilmece, esrar ve gizem olduğunu, bunun önünde hiç düşünmeden ve vicdanlarına ters düşse dahi diz çökmelerini öğretmeliydik.” 15

Çoğu insan, özellikle de mustazaflar, daha çok bir kaçış çizgisi aramaya, gündelik hayatın acımasız baskıcılığı karşısında kendilerine basit de olsa bir kurtuluş yolu veya tıpkı Kafka’nın o yeraltı hayvanları gibi bir sığınak bulmaya çalışırlar.

Belki de Kafka Üzerine adlı eserinde, ondan naklettiği bir sözdü onun da kendisine kılavuz edindiği: “İnsanları taklit etmemin tek nedeni bir kaçış yolu aramamdı; başka bir şey değil.” 16

Bu kaçış yolunu ya da çizgisini bulabilmek ise derinlemesine Benjaminyan eleştiriler veya fantastik Kafkaesk öyküler yazmak kadar kolay (ya da zor) değildir ama her insanın yolu, Tanrı’nın onun için kolaylaştırdığı bir güzergâhta ilerler.

Sorun olan işte bu sadece kendisi için açılmış o “dar kapı”yı fark edebilmekte, o uygun Mesiyanik ânı kaçırmamaktadır.

Benjamin ise tam da II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında, korunmasız ve sığınaksız kaldığı Avrupa’dan iltica etmek isterken ama esasında bir ilticagâh da bulamamışken, alıkonduğu İspanya sınırında faşist güçlerin eline geçmemek için intihar ederek hayatına son verir.

Marxizm’in ve Siyonizm’in kıyılarından rücu etmiş ama gidebileceği yegâne yer olan ABD’ye, yani kapitalizmin vatanına iltica etmek için de gönülsüz kalmıştır.

Belki de bu yüzden, yüce Mevlâ onu tam da o kritik anda çekip çıkarmıştır içine kısıldığı bu dünyevi cehennemden. Zira Sartre’ın dediği gibi, ölümdür hayatı kadere dönüştüren.

Onun “dar kapı”sı da budur belki. Zira onunla birlikte olan grup, ertesi gün serbest bırakılarak ABD yolculuklarını sürdüreceklerdir. 

 

1. Costas Despiniadis, İktidar Anatomicisi, Franz Kafka ve Otorite Eleştirisi, Sümer Y. s. 37.Costas 2.  Despiniadis, age, s. 38.
3. Walter Benjamin, Paralipomena, Ketebe Y. s. 13. 
4. Benjamin, age, s. 15.
5. Benjamin, age, s. 15.
6. Benjamin, age, s. 18.
7. Benjamin, age, s. 28.
8. Benjamin, age, s. 31.
9. Benjamin, age, s. 31.
10. Benjamin, age, s. 34
11. Benjamin, age, s. 21.
12. Michael Lowy, Franz Kafka, Boyun Eğmeyen Hayalperest, Versus Y. s. 59.
13. Despiniadis, age, s. 138.
14. Löwy, age, s. 59, 60.
15. Walter Benjamin, Kafka Üzerine, ALTIKIRKBEŞ Y. s, 34.
16. Benjamin, age, s. 56.

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com