MAKALE
Giriş Tarihi : 07-04-2023 09:14   Güncelleme : 11-04-2023 09:44

Sait Alioğlu Yazdı: Şeyh Efendinin Gecekondusu!

Sait Alioğlu Yazdı: Şeyh Efendinin Gecekondusu!

Yetmişlerin ortalarında oluyor hadise. Anadolu’da yaşayan bir şeyhin İstanbul’da yaşayan, aynı zamanda hemşehrileri olan müridanı, şeyhlerini de İstanbul’da ikamet eder düşüncesiyle, Sur’lara bir, iki adımlık mesafede konuşlu bir semtte ona hazine arazisi üzerine bir ev yaparlar. Evin bazı şeyleri eksik kalır, inşaat durur. Burada söyleyelim, şeyhten manevi bir güçte gelmez, zaten müridan da bu işi sorma, sorgulamaz!
Şeyhin zaten İstanbul’a gelecek bir hali de yok. O, bulunduğu kırsal kesimde cahil, cühelaya manevi önderlik etmeyle meşgul! Aynı zamanda cukkası da sağlam! Deme gitsin!
Yine Anadolu’nun bir şehrinden, kasabasından, köyünden bir gariban “taşı toprağı altın” deyu şehr-i azim’e çalışma umuduyla gelmiş. Gelmiş, gelmesine de iş bulamaması bir tarafa, ailecek başını sokacak bir odalık ev dahi tedarik edememiş!
Garibanın yolu bir şekilde o semte düşmüş, bakmış ki, bir ev, inşaatı durmuş, kapısı, penceresi, sıvası vb. eksik bir ev görmüş. Bu ev kimin evi diye soracak olsa; ya birisi sahip çıkıp “benim” dese, ona orada kalmak için kira parası ödeyecek, ya da evi, kendisinin malı kılacak. Zaten, çevrede, yakınlarda hiçbir ev ve insancıklarda yokmuş! Evi sahiplenip eksiklerini kendi kıt imkânlarıyla gidermiş ve ailesinin başını sokacak bir ev edinmiş…
Birkaç gün sonra, birileri, nasıl olmuşsa, müridana haber ulaştırmış, gelmişler bakmışlar ki, evde birileri ailecek oturuyor. Birazcık kızmışlar, ama durumu, şeyhe mi, yoksa müftüye mi danışsınlar. Zira adam evi “resmen” işgal etmiş. Bunlarda, zikir muhabbet ehli olduklarından dolayı, adamla pek kavga etmek istememişler, ama ne yapsınlar, nasıl davransınlar şaşırıp kalmışlar!
Müftü beye müracaat etseler, o sonuçta bir devlet görevlisi, ya “bu arsanın mülkiyeti kime ait?” dese ne diyecekler…
Şeyh efendinin deseler, büyük bir ihtimalle müftü beyden “hani tapusu var mı” diye bir karşılık alacaklar, ona ne diyecekler zahir. Bir de, ya müftü efendi, ”ne şeyhi beyler!” deyip, ardından ondan, Mustafa Kemal’i hatırlatırcasına, ”bu ülke şeyhler ve müritler ülkesi olamaz!” diye ters ve gayet sert bir cevap alsalar, belli ki arsada gider, şeyhlikte gider ve dahi müritlikte…
Bir yolunu bulup şeyh efendiye ulaştırsalar. Tövbe estağfirullah! Mânâ âleminden haber veren şeyh efendinin bu basit işten haberi olmayacak mıydı ki, böyle cahilane düşüncelere muhatap oluyorlar? Olacak şey mi yani!
Ama şüphe işte Eğer mânâ âleminden haber alınacak olsa idi, şeyh efendi hemencecik keramet gösterir ve işi çabucak hallederdi. Günler günleri, aylar ayları kovalayıp dursun, ne şeyhe bir şeyler iletebildiler, ne müftüye çıkıp konuyu anlatabildiler. Bu arada, evi sahiplenen garibanda, yavaş, yavaş evin arta kalan kısımlarını kendi kıt imkânlarıyla bitirmeye çalışıyordu.
Müridan, adama içten, içe kızıyorlardı, ama arsa apaçık hazine’ye ait olduğundan bir şeyler yapamıyorlardı. Nasıl yapsınlardı ki, adam ya anarşik nedir çıksaydı! Hele bir de, yoldaşlarıyla birlikte hareket edip bölgeyi kurtarılmış bölge ilan etselerdi, sonuç ne olurdu, düşünmek bile istemiyorlardı.
Bunca iş içerisinde, bir de kalkıp uzun saçlı, pos bıyıklı, haki parkalı, belki de silahlı militanlarla nasıl uğraşacaklardı! Zaten onlar, “gericiliğe, şeyhliğe ve ağalık düzenine karşı savaş açmamışlar mıydı?
2 / 2
Neme lazım canım! Ama beri yanda da, kendilerini, eteğine tutunup “hoppala!” diye cennete götürecek(!) olan şeyhin manevi durumundan yararlanma durumu vardı. Peki o ne olacaktı?
Zor bir soru, içerisinden çıkılamaz bir durumla karşı karşıyaydılar. Bir yanda şeyhe uygun gördükleri arsa ve üzerine kondurdukları ev, diğer yanda eve konup onu sahiplenen birisi, diğer yanda arsanın, arazinin sahibi konumunda devler, bir yanda da kerametinden istifade edilecek olan şeyh efendi!
Şeyh efendi Anadolu’daki kasabasında yaşayadursun, yine etrafında bir yığın insan, deyim yerindeyse kendi öz iradesini iptal ederek müritleşen yığınlar, “sözde” mânâ âleminden, gayb âleminden gelen bilgiler, hu” çekmeler, zikir halkları ve kucak dolusu hediyeler, artınlar, gümüşler ve paralar. Tam bir saltanat ve debdebe…
Şeyh efendi öyle yaşaya dursun, taşı toprağı altın deyip İstanbul’a çalışmaya gelen gariban müridan ise, kıt kanaat geçinip kendi rızkı peşinde mi koşsun, yoksa, şeyhin arsasını, oraya kondurduğu, amma başkasına kısmet olan eve mi göz kulak olsun; bir düşünce ve uğraş içerisinde sıkışıp kalmıştı.
Gerçi, şeyhi de, müridi de, alnı secdelisi de, secdesizi de, dinlisi de, keza dinsizi de, bir nevi “ata yadigârı” olan arazilere konmak istiyordu, işi kılıfına sokanlar parsel, parsel toprağa sahip oluyordu. Olamayanlar ise, kendi dertlerine yanıyor ve ata yadigârına hasretlik gözlerle bakakalıyorlardı.
Bu şeyh ve mürüdanı, mânâ ve madde arasında” ve bir de pos bıyıklıların ne yapabileceklerini kestiremeden yaşayadursun, az buçuk kalibre ehli şeyh ise devlet katında kendilerine uygun yerler ediniyor, itibar sahibi oluyor, tekkeleri, dergâhları müridandan yetkililerce ve birçok üst rütbeli askerce ziyaret ediliyor, zikir halkaları oluşturuluyor ve diğerlerine inat “gelsin arsalar, gitsin arsalar, kucak dolusu ,hatta kamyon, kamyon hediyeler devr-i daim oluyordu.
Anarşizmi başlatan zevat, bir gün düğmeye basında, ortada ne pos bıyıklılar kaldı, ne bozkurt selamın veren gençler, ne de duvarlara “tek yol İslam” yazan mücahit gençler; kendini darbeye karşı korumaya çalışıp yakalanmayanlarla birlikte, derdest edilip Mamak’a, Diyarbekir’e, Ulucanlar’, Bayrampaşa’ya vb tıkılıp işkenceden geçenlere inat, meydan, gelecek için toplumun uyuşukluğunu sağlayacağı düşüncesiyle “İslam âlimi” numarasıyla halka, dinin gerçeğini değil de, sahtesini anlatmakla görevli kılınan zevata gün doğmuştu. Yani, ortada dine karşı din halleri sökün ediyordu!
Kalibresiz bir şeyh birkaç avuçluk arsa ve onun da başkasına kaptırdığı iki, üç odalı ev ile yetinirken- tabii ki de müritler yine burada hava alsınlar, onlara iyi gelir- esas parsayı, dini Allah adına ve toplum için değil de, egemenler adına kullanan, değerlendiren yeni versiyon vizyoner(!) şeyhler, darbenin ürünü olan “bırakın geçsinlerci, bırakın yapsınlarcı” bir mantığın ürünü olan liberalizmin, bu kez Türkiye’ye özgü versiyonu olan Özalizmle birlikte palazlanıp duruyorlardı.
İşte bir gecekondu ve bir avuçluk arsa üzerinden mana ve madde âlemini bir araya getirip müritlerini manevi hizaya sokmaya çalışan amatör bir şeyhe karşı, işin kurdu olan profesyonel şeyhler güruhu ise, hem devleti ve hem de Amerika’yı arklarına alarak küreselleşiyorlardı.
Bunlar küreselleştikleri gibi, onlarca yıldır muhafazakâr ve milliyetçi partilerinde oy deposu oldular, o da, toplum ve ülke adına değil, tarikat ve özelikle de o yapıların politbürolarının(halkanın en başında duranlar) selameti ve refahı için…
Bunların yanında, anlamı yanlış kurgulanmışta olsa “bir lokma, bir hırka” diyen temiz yürekli, saf ve sadece manevi arınma peşinde olan şeyhlere –eğer kaldı iseler- hiçbir şey diyeceğimiz olmaz ve olamazdı…

Farklı Bakış

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com