ANALİZ
Giriş Tarihi : 08-06-2023 14:41   Güncelleme : 21-07-2023 23:39

İbrahim Sediyani Yazdı: İmam Humeyni İslam Tarihinin Güzide Bir Siması....

İbrahim Sediyani Yazdı: İmam Humeyni İslam Tarihinin Güzide Bir Siması....

(Âlimler peygamberlerin vârisleridirler. Şüphesiz peygamberler ne dinar ne dirhem miras bırakırlar. Onların bıraktığı miras, ilimdir. Bu itibarla kim ki peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse, tam bir hisse almış olur.)

Hâdis-i Şerîf

 (Sahîh-i Buharî, Kitab’ul- İlm, bölüm 11; Sünen-i Tirmizî, Kitab’ul- İlm, bölüm 19, hâdisler 2683 ve 2822; İmam Ahmed ibn-i Hanbel, el- Mûsned, cilt 1, sayfa 262, hâdis 13 / 210; Sünen-i İbn-i Mace, Muqaddime, bölüm 17, hâdis 223; Sünen-i Ebû Dawud, Kitab’ul- İlm, bölüm 1, hâdis 3641; Sünen-i Darimî, Muqaddime, bölüm 32, hâdis 349)

 

20. yy’ın en büyük siyasî olaylarının ve dünya tarihinin en önemli kırılma anlarının başında gelen 1979 İslam Devrimi’ni gerçekleştiren şehîdperver İran halkına önderlik eden Ayetullâh-i Uzmâ İmam Seyyîd Rûhullâh Mustafawî Musewî Xomeynî (ﺁﻴﺖﷲ ﺍﻠﻌﻇﻤﺎ ﺍﻤﺎﻡ ﺴﻴﺪ ﺮﻮﺡﷲﻤﺼﻄﻔﻮﻯ ﻤﻮﺴﻮﻯ ﺨﻤﻴﻨﻰ), şüphesiz İslam tarihinin güzide bir simâsı olarak bütün yönleri ve özellikleriyle incelenmeyi hak etmektedir.

İmam Humeynî (rh. a.)’nin önderlik ettiği inqılâb hareketi hakkında dünyada bugüne dek yüzlerce kitap yazıldı, binlerce makale kaleme alındı; bir o kadar da panel ve konferanslar düzenlendi.   

Ancak İmam’ın ortaya koyduğu siyasal perspektif ve gerçekleştirdiği kutlu devrimden belki de daha fazla, dünyayı şaşkınlığa uğratan, O’nun, benzerlerine ancak tarih kitaplarında, sahabelerin ve evliyâullâhın mübarek hayatlarında rastlanabilecek örnek kişiliği, sade ve mütevazi yaşantısıydı.

İmam’ın dünyada seveni de sevmeyeni de pek çoktu; ancak sevenlerinin de sevmeyenlerinin de hemfikir olduğu bir nokta vardı ki, o da, İmam Humeynî’nin tüm yaşantısı ve âmelleri ile söylem ve fikirlerinin tam bir uyum halinde olduğuydu. O ne söylüyorsa onu yaşıyor, kendisi ne yaşıyorsa halka da onu öğütlüyordu. Bu, düşmanlarının bile O’nun ardından itiraf ettiği bir hakikatti.

İnandığı değerlerle bu kadar birebir uyumlu bir şahsiyete sahip olan, fikirlerine bu derece paralel bir yaşam süren, söylemleri ile yaptıkları bu denli örtüşen bir lider, dünya tarihinde iki elin parmaklarını geçmez herhalde.

İmam Humeynî (rh. a.), kapitalist bir kültürün ve modernist bir yaşam tarzının egemen olduğu 20. yy gibi bir çağda, bütün yaşamı boyunca kendisine peygamberleri ve pâk imamları örnek alan bir kişilikti. Bir lider olarak elinde her türlü imkân varken ve istediği her şeye rahatlıkla ulaşabilecek bir konumdayken, O ömrünün sonuna kadar iki odalı küçük bir evde hem de “kiracı” olarak yaşamış, vefât ettiğinde de çocuklarına bir sehpa, bir gözlük ve birkaç kitaptan başka hiçbir şey bırakmamıştır.

O’nun mübarek yaşam öyküsünden kareler ve örnek şahsiyetinden anekdotlar aktarmak, başlıbaşına “bir mektebi yeniden ihyâ etmek” anlamına gelir. Hayatı boyunca dünya malına ve dünyevî menfaatlere teveccüh etmemiş olması, 15 yaşından 87 yaşındaki vefâtına kadar bir kere bile olsun “gece namazı”nı aksatmamış olması, ömründe bir kere olsun ağzına sigara almamış olması, evliliği boyunca hânımına karşı bir kere olsun sesini bile yükseltmemiş olması, evde yemek pişirmekten tutun bulaşık yıkamaya kadar eşine yardım etmesi, eşi Hatice Hânım’la konuşurken “Canım sana fedâ olsun”, “Kurban olayım” gibi sözlerle hitâb etmesi, evin içinde yaptığı espiri ve şakalarla kızlarını ve gelinlerini gülmekten kırıp geçirmesi, evine gelen misafirlerin küçük çocuklarıyla çocuk olup onlarla saatlerce oyun oynaması, her fırsatta “Benim ölmem ile herhangi bir İranlı’nın ölmesi arasında hiçbir fark yoktur” diyerek kendisini hiç kimseden üstün görmemeye azamî dikkat göstermesi, râhmetli İmam Humeynî’nin güzide şahsiyetine sadece birkaç örnektir.

İran gezi dizimizin, İmam Humeynî (rh. a.)’nin “tarihten daha büyük olan” küçücük ve mütevazî evine misafir olduğumuz bu bölümünde, emperyalist ABD ve SSCB’ye meydan okuyan, şehinşâhları ve putları deviren, dünya tarihini değiştiren Ayetullâh Humeynî’yi değil, evde bulaşık yıkayan, eline kürek ve bez alıp banyoyu ve helayı temizleyen, bahçede torunlarıyla oyun oynayan, mahallenin çocuklarıyla çocuk olup onlarla top oynayan, mutfakta hânımına yardım eden, evin içinde yaptığı espiri ve şakalarla kızlarını ve gelinlerini gülmekten kırıp geçiren Rûhullâh Humeynî’yi anlatacağız sizlere.

Bu haftaki sohbetimizde, İmam’ın mütevazi ve halkçı kişiliğini, sosyal ve ailevî yaşantısını, dünya nimetlerine ve mal mülke zerre kadar itibar etmeyen şahsiyetini, bir insan-ı kâmil örneği olan kişiliğini konuşacağız.

► Misket Oynayan Çocukların Gerçekleştirdiği Muhteşem Devrim

0a.jpgİran İslam Devrimi’nin ilk tohumları, 5 Haziran 1963’te başlayan ve tarihe “15 Xordad Qıyâmı” olarak geçen hadiseyle atılır. O güne dek sadece ulemâ kesimince tanınan ve ülkede halkın hiç tanımadığı bir mollâ, câmiîde verdiği vaazda Şâhlık rejimini “küfür rejimi”, Şâh Rıza Pehlewî’yi ise “kâfir” olarak niteleyip, halka, bu rejimin yıkılması gerektiğini teblîğ eder. Şâhlık rejimi hemen harekete geçer ve Ayetullâh Rûhullâh Humeynî adındaki bu zât, verdiği vaazdan dolayı tutuklanır ve cezaevine götürülür.

Şâh’ın polisleri bir yandan Ayetullâh Humeynî’yi elleri kelepçeli halde cezaevine götürürken, bir yandan da yolda O’nunla alay etmektedirler. Polisler Ayetullâh Humeynî’ye şöyle der: “Sen neyine güvenip de koskoca Şâh’a ‘kâfir’ diyorsun, şâhlığı yıkacağını söylüyorsun? Bizim ordumuz dünyanın en güçlü ordularından biri. Senin gücün ne? Silâhın, ordun, askerin var mı?”

Bunun üzerine Ayetullâh Humeynî, o esnada yol kenarında misket oynayan 4 – 5 yaşlarındaki çocukları işaret ederek şöyle der: “Bakın, şu çocukları görüyor musunuz? Benim askerlerim işte onlar. Şâh’ı onlar devirecek.”

16 yıl sonra İslam Devrimi olur. İmâm Humeynî’nin önderlik ettiği 1979 İran İslam Devrimi, 20’li yaşlardaki gençlerin eliyle gerçekleşen görkemli bir devrim olarak tarihe geçer. İslam Devrimi sürecinde Şâh’a karşı ayaklanan kitlenin ekseri 20 – 21 yaşlarındaki gençler olduğunu biliyoruz. 1979’da 20 – 21 yaşlarında olan bu gençler, demek ki 1963 yılında 4 – 5 yaşlarında çocuklar idiler.

İmâm Humeynî’nin 1963’te “Şâh’ı bunlar devirecek” diyerek işaret ettiği misket oynayan çocuklar 1979’da Allâh ve adalet düşmanı Şâhlık rejimini devirmişti.

İmam Humeynî (rh. a.) ve İhlas

İmam, “ihlas” konusuna çok önem verir, öğrencilerine hep şöyle nasihat ederdi: “Ne yaparsanız Allâh için yapın. Yaptığınız işleri sadece Allâh’ın rızasını gözeterek yapın; başkalarının rızasını gözeterek değil. İnsanın yaptığı âmellerde Allâh rızasından başka hedefinin olmaması gerekir.”

Bazıları iki – üç yıl hapse düştükten sonra İmam’dan bazı beklentiler içine girerdi, fakat İmam ilk baştan böyle bir düşünceyi ortadan kaldırdı. Kıyamın ilk zamanlarında bazı âlimler ve İslamî hareket öncüleri hapse atılmışlardı. Onlar hapisten çıktıktan sonra İmam hepsini topladı ve onlara şöyle buyurdu: “Eğer benim için hapse girdiyseniz, benim ne size verecek bir şeyim var, ne de sizin için yapabileceğim bir şey. O halde benim için bunları yapmayın. Ve eğer Allâh rızası için yapıyorsanız, sabredin ve korkmayın; sadece vazifenizi yerine getirin.”

İmam Humeynî hapisten çıktıktan sonra, Tahran’daki çarşı esnafı İmam’ın serbest bırakılması sebebiyle yemek verdiler. İmam verilen bu yemekte sofranın baş tarafında oturmuştu. Orada bulunan esnaftan biri İmam’a “Tahran esnafları sizin için böyle yaptı, şöyle yaptı” diye anlatmaya başlayınca (Şâh aleyhine yaptıkları faaliyetleri anlatmaya başlayınca), İmam, “Boşuna yapmışlar” dedi. Orada bulunanlar şaşırıp kaldılar ve İmam’ın neden böyle bir şey söylediğini düşünürken, İmam, “Eğer Allâh için yapmışlarsa Allâh mükâfatlarını versin ve yapmaları gereken de buydu. Yok eğer benim için yapmışlarsa, benim verecek bir şeyim yok” dedi. 

İmam Humeynî (rh. a.)’nin Qûr’ân Okumaya Olan Düşkünlüğü

İmam, Qûr’ân’a çok düşkün bir insandı. Sabah kahvaltısından sonra devlet sorumlularıyla toplantısı vardı; saat 9’da Qûr’ân okur, gelen mektuplara göz attıktan sonra öğlene doğru abdest alır ve yine Qûr’ân okurdu. Öğleden sonra akşam namazına doğru tekrar Qûr’ân okurdu. Yani günde üç kez Qûr’ân okurdu.

İmam programlı bir insan olduğu için günün belirli saatlerini Qûr’ân okumaya ayırmıştı; o saatlerde hiç kimse O’nun yanına gitmezdi. İmam o saatlerde kimsenin sorusuna cevap vermez ve bütün dikkatini Qûr’ân’ın üzerinde toplar, âyet-i kerîmelerin mânâları üzerinde düşünürdü.

İmam asla vaktinin boş geçmesine izin vermezdi. Sofranın hazırlanmasına kadar kısa bir sürede dahi Qûr’ân okurdu.

Mübarek Ramazan ayında bütün işlerini ve görüşmelerini tatil eder, zamanını ibadetle geçirirdi. Her gün üç cüz Qûr’ân okurdu. Yani her 10 günde Qûr’ân’ı bir kez hatim ederdi. Bazı arkadaşları Ramazan ayında Qûr’ân’ı iki kez hatim etseler seviniyorlardı; fakat İmam’ın Ramazan ayında Qûr’ân’ı on kez hatim ettiğini öğreniyorlardı.

İmam Necef’te sürgündeyken, bir gün gözünden rahatsız oldu. Doktor gelip İmam’ı muayene etti ve dedi ki, “Birkaç gün gözünüzün dinlenmeye ihtiyacı var. Bu yüzden Qûr’ân okumamalısınız.” İmam, tebessüm ederek doktora şöyle dedi: “Doktor bey, ben gözümü Qûr’ân okumak için istiyorum zaten. Qûr’ân okumayacaksam, gözümün sağlam olması neye yarar? Siz birşeyler yapın da ben Qûr’ân okuyabileyim.”

İmam, dûâ konusunda da aynı hassasiyete sahipti. Namazda okunması sünnet olan dûâları ve belirli günlerde okunması sünnet olan dûâları mutlaka okurdu. İmam dûâ hakkında şöyle buyururdu: “Qûr’ân gökten indirilen kitaptır; dûâ ise gökyüzüne yükselen Qûr’ân’dır.”

İmam Humeynî (rh. a.)’nin Sünnet’e ve Namaza Olan Düşkünlüğü

0b.jpgİmam (rh. a.), Qûr’ân-ı Kerîm’e karşı gösterdiği ilgi ve hassasiyetin aynısını Sünnet-i Nebi (saw)’ye karşı da gösterirdi.

İmam Irak’ta sürgündeyken, gündüzler çok uzun olmasına rağmen Necef’in 50º C sıcağında sünnet oruç tutardı. Buna rağmen iftarda çok az yemek yediğinden evin aşçısı İmam’ın böyle az yemek yemesinden şikâyetçi idi.

İmam abdest aldığı zaman abdestin bütün âmellerini kıbleye doğru yapardı. Hatta çeşme kıbleye doğru olmasa dahi İmam suyu eline alır, musluğu kapattıktan sonra kıbleye dönerek suyu yüzüne ve koluna dökerdi.

Namazda güzel koku sürmek sünnet olduğu için İmam namazı güzel koku sürmeden kılmıyordu. Hatta Necef’te dahi dam üstünde geceleri namaz kıldığı için orada her zaman bir şişe esans hazır bulundururdu.

İmam, sünnet olan ve namazın sevabını arttıran şeylere çok önem verirdi ve mutlaka âmel ederdi. Namazda mührü Kerbelâ toprağındandı. Namazdan önce diş fırçalamak sünnet olduğu için, dişleri takma olmasına rağmen onları çıkarır ve fırçalardı ve yine sünnet olduğu için akik taşlı yüzük takar, sonra namaza başlardı.

İmam, namazdan sonra okunması sünnet olan dûâları okur ve Hz. Fatımâ (sa) annemizin tesbihatını zikir ederdi.

İmam her Cuma günü, öğleden önce Cuma guslü alır ve asla terk etmezdi. Paris’te sürgünde iken bir Cuma sabahı ABD’den gazeteciler İmam’la ropörtaj yapmak için geldiler. Yanındakiler durumu İmam’a ileterek “Eğer bu ropörtajı yaparsanız diğer Avrupa ülkelerinden de mutlaka geleceklerdir ve siz bu vesileyle kendi siyasî mesajınızı bütün dünyaya bildirebilirsiniz” dediler.  İmam ise, “Şimdi sünnet âmel zamanıdır, ropörtaj değil. Cuma gününün sünnetlerini yerine getirdikten sonra ropörtaj için hazır olurum” dedi.

Tahran âlimlerinden biri anlatıyor:

 “1341 yılından (= miladî 1963) önce İmam’ın oğlu Mustafa Humeynî’nin misafiri oldum. Geceyarısına kadar Şehîd Mustafa ile sohbet ettik. Sonra yatmaya gittik. Daha yeni uykuya geçmiştim ki ağlama ve feryâd sesleriyle uyandım. Telaşla koşup Mustafa’yı kaldırdım ve ‘Sanki komşuda biri öldü de ağlama sesi geliyor’ dedim. Mustafa sesi iyice dinledikten sonra, ‘Babamın ağlama sesidir. Gece namazı kılıyor’ dedi.”

İmam Humeynî’ye göre namaz hayatın kendisiydi. O’nun en meşhur sözlerinden biri şöyledir: “Ezan okunduktan sonra namazdan daha önemli hiçbir şey yoktur.”

Bir Gecede Ülkenin Tüm Erkeklerini Traş Eden Emir

1978’in sonlarıydı. İran’da kitleler “Allâh-û Ekber” nidâlarıyla ayaklanmış, âzîz önderleri ise Paris’te sürgündeydi. Allâh ve adalet düşmanı hâbis Şâhlık rejimi ha yıkıldı, ha yıkılacak!

İmâm Humeynî, İran’a bir emirname gönderir: “Askerlik yapmak için şu anda mecburi olarak Şâh’ın ordusunda bulunan er veya üst düzey bütün askerlere sesleniyorum! Bu mesajım size ulaşır ulaşmaz, Allâh ve Peygamberi’ni seven herkes ordudan firar edecek!”

Bütün askerler ordudan kaçıyor, firar ediyor. Sadece bir avuç komutan ve general kalıyor.

Buna çok sinirlenen Şâh, komutanlarına emir verir: “Yarından itibaren sokaklara çıkacaksınız ve ülkenin her tarafında, saçları traşlı, kafası kel bütün erkekleri kurşuna dizeceksiniz!”

Ancak onlar daha bunu uygulamaya koymadan, İmâm Humeynî Paris’ten ikinci emrini gönderir halkına: “Bütün İran genelinde, Allâh ve Peygamberi’ni seven 7’den 70’e bütün erkekler saçlarını kesip traş etsinler!”

Ertesi gün sokaklara çıkıp “saçları traşlı erkek”, yani “asker” arayan Şâh’ın adamları neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Çünkü küçük çocuklardan yaşlı dedelere kadar bütün erkeklerin kafası kel. Hepsinin saçları traşlı.

Kimin asker olduğunu bilemiyorlar tabiî ki.

İmam Humeynî (rh. a.) ile Paris’te Noel

Irak’tan sınırdışı edildikten sonra Fransa’ya sürgüne gönderilen İmam Humeynî, başkent Paris’in yakınındaki Neauphle – le – Château kasabasına yerleşir.

O sırada İran’da kitleler milyonlar halinde Şâhlık rejimine karşı ayaklanmış, başta başkent Tahran olmak üzere İran’ın tüm şehirlerinde büyük katılımlı gösteriler düzenlenmektedir. Devrim hareketinin lideri İmam Humeynî’nin mecburî iskana tabi tutulduğu Paris yakınlarındaki Neauphle – le – Château kasabası ise, İmam’a gelen ziyaretçiler, dünyanın dört bir yanından meraklılar ve gazeteciler ile televizyonculardan dolayı oldukça kalabalık ve gürültülüdür.

İmam Humeyni ile ilgili olarak, komşusu olan Louis adındaki Fransız bir genç bakın neler anlatmaktadır:

 “Bir gün babam eve geldiğinde öfkeli bir vaziyette ceketini çıkardı ve koltuğa yaslanarak şöyle dedi: ‘Bu yıl şansım hiç de iyi gitmedi. Bir yandan firmanın iflası ve öte yandan kasabamızın kalabalık hali.’

Annem de bunun üzerine, ‘Merak etmeyin, Ayetullâh Humeyni’nin birkaç güne kadar İran’a döneceği söyleniyor. Şâh devrildi devrilecek. O zaman buralar sakinleşir’ dedi.

Annemle babamın bu konuşmalarından sonra, komşumuz olan o ruhanî adamı daha çok merak ettim, İran’ın dînî liderini görmeye karar verdim. Dışarı çıkıp O’nun oturduğu evin yanına gittim. Gazetecilerle birlikte bahçe kapısının açılmasını bekledim. Sonra açıldı ve onlarla birlikte ben de içeri girdim.

Yaşlı bir dîn adamı, ağırbaşlı ve sakin halde oturmuş, konuşuyordu. Heybeti, kendini Allâh yoluna adamış büyük insanları andırıyordu. Bir saatlik sürenin nasıl geçtiğini anlayamadım.

Büyük bir hayret içinde eve döndüm ve babama, ‘Hz. Mesih gibi birini görmek ister misin?’ diye sordum ve ‘Eğer sen de İmam Humeynî’yi görecek olsan, benim taşıdığım duygunun aynısını taşırsın’ dedim.

Babam beni ciddîye almadı; alaylı bir gülümsemeyle, ‘Ne fark eder? O da nihayetinde diğer papazlar gibidir işte’ dedi. Fakat sonunda babamı ikna ettim ve ertesi gün ikimiz birlikte Ayetullâh Humeynî’yi ziyarete gittik.

O’nun zaman konusundaki titizliği ilginçti ve dikkatlerimizden kaçmamıştı. Tam zamanında geldi. Herkes O’na saygı göstermek için ayağa kalktı ve O da konuşmaya başladı. Biraz sonra babamın yüzüne baktım; can-ı gönülden dinliyordu. Gözleri parlıyordu babamın ve artık öfkeli değildi.

Birkaç gün sonra Hz. İsa’nın doğum günüydü. Hepimiz evde ailece birarada oturmuş, Noel’i kutluyorduk. Aniden kapı çalındı. Babam kapıya doğru gitti ve ben de peşinden gittim. Kapıda elinde bir demet çiçek ile bir kutu tatlı taşıyan biri duruyordu. Selam verdikten sonra çiçek ve tatlıyı babama uzattı ve ‘Bunlar, Ayetullâh Humeynî’den küçük bir hediye. Hz. İsa (as)’nın doğum yıldönümü münasebetinden dolayı tebrîklerini iletmek istediler ve kasabada bulunuşundan dolayı sizleri rahatsız edebileceğini düşündüğü için, sizlerden özür dilemek istediler’ dedi.

Babam şaşkınlıktan sapsarı olmuştu; hiç konuşmadan odasına çekildi. Sanki içinde birşey kırılmış gibiydi, gözleri yaşla doldu. Babam bu denli şefkat ve sevgiye şaşırmıştı.

Bir gün önceki sinirli ve rûhsuz adam, babam, duygu yüklü bir insan olmuş ve çocuk gibi ağlıyordu.”

O günlerde İmam Humeynî’nin yanında bulunan Müslümanlar ise şunları anlatmaktadırlar:

 “İmam Paris’te iken Hz. İsa (as)’nın doğum gününde bizlere şöyle buyurdu: ‘Komşular bu gelgitten ve kalabalıktan rahatsız oldular; en iyisi onlara birer hediye alıp gönderin ve benden taraf da özür dileyin.’

Arkadaşlar birkaç kutu çikolata alıp geldiler. İmam ne aldıklarını sordu, onlar da kutuları gösterdiler. İmam dedi ki, ‘Avrupalılar gülü çok severler. Bu yüzden birkaç tane gül gönderin.’

Noel gecesi Paris’teki bütün komşulara gül ve hediye dağıttık. Ertesi sabah sokağımız gazeteciler ve halkla dolmuştu. Ben arkadaşlarımdan birine neler olduğunu sordum, ‘Gazeteciler dün gece gönderilen güller ve hediyeler hakkında ropörtaj yapmak için gelmişler’ dedi.

İmam’la röportaj yaptılar ve İmam, Hz. İsa (as) hakkında bazı noktalara değindi. Gazeteciler ve orada bulunan halk o kadar etkilenmişti ki İmam’ın anlattıklarından.

İmam’ın bu davranışının (Noel gecesi bütün komşulara gül ve hediye dağıtmasının) teblîğ yönü bundan önceki ropörtajlarla kıyaslanamayacak kadar çoktu. Diyebilirim ki, Avrupalılar’a İslam’ın mesajını anlatabilme yönünde İmam’ın en etkileyici ropörtajı bu ropörtaj olmuştu.”

İmam Humeynî (rh. a.) İsraftan Nefret Ederdi

İmam Humeynî evlendiği zaman Qum’da bir ev tuttu. İmam’ın evine aldığı ilk ev eşyalarını hânımı şöyle anlatıyor: “Bir kilim, bir yatak, yemek pişirmek için bir tüp, iki tane gaz lambası, küçük bir tencere, demlik ve birkaç tane bardak”...

İmam Humeynî sürgündeyken, Kuveyt sınırından geri çevrildiği zaman, Bağdad’a geri döndüğü günün sabahı Paris’e gideceği için o gece bir otelde kaldı. İmam’ın kaldığı otel çok modern ve lüks idi (Irak devleti tarafından tutulmuştu). Bütün turistler orada kaldığı için personelin hepsi İngilizce konuşuyordu. İmam için otelin bir katını boşaltmışlardı. Akşam yemeği vakti gelince otel çalışanlarından biri, İmam’ın akşam yemeğinde ne almak istediğini sormak için odaya geldi. İmam dedi ki, “Ekmek ve biraz yoğurt getirin yeter. Bende de kuru üzüm var.” İmam’ın bu sözü yemek siparişi almaya gelen Iraklı otel çalışanı için çok şaşırtıcı bir şeydi. Otelin restoranında istediği yemeği ücretsiz yiyebilecek durumdayken, sadece ekmek ve biraz yoğurt istemiş, kendisinde de biraz kuru üzüm olduğunu söylemişti otel çalışanına.

İmam Humeynî’nin yıllarca yanında kalmış bir yakını anlatıyor:

 “İmam’ın Necef’teki evinde klima yoktu; hava ise çok sıcaktı.  O kadar ısrar etmemize rağmen İmam, klima almayı kabul etmedi. Bir gün arkadaşlardan biri evindeki vantilatörü getirdi, pencereye tam olarak yerleşmeyince, etrafına kontapile döşenmesi için marangoz çağrıldı. İmam marangozu görünce ‘Bu kim?’ diye sordu. Pencerenin etrafını yaptırmak için getirdiğimi söyledim. Ben marangozla orayı yaparken İmam beni çağırdı; yanına gittiğimde sert bir şekilde şöyle dedi: ‘Sen, Mustafa ve Ahmet (= İmam’ın iki oğlu), hepiniz birlik olmuş beni cehennemlik etmek istiyorsunuz.’ İmam’ın iki tane kontapile için bu kadar sinirlenmesi beni çok korkutmuştu. İmam o kadar sade yaşıyordu ki, bunları dahi sade yaşantısına çok görüyordu.

Aklıma geliyor da İmam’ın vefâtının 40. gününde iki Fransız keşiş İmam’ın yaşadığı evi görmek için geldiler ve Cemaran’daki evin sadeliğini görünce çok şaşırdılar. Dediler ki, ‘Bırakın burası hep böyle kalsın ve dünya böyle büyük ve ruhanî bir insanın nerede yaşadığını ve misafirlerini nerede ağırladığını görsün.’

Ben İmam’ın yanında kaldığım 10 yıl zarfında yakından şahîd oldum ki İmam’ın fevkalade önem verdiği şeylerden bir tanesi de sade yaşantısı ve israftan kaçınmasıydı.

Defalarca şahîd oldum; İmam evden çıkarken gereksiz lambaları söndürüp çıkardı. Bir bardak su içtiği zaman, bardakta arta kalan suyu susadığı zaman tekrar içerdi. Eğer İmam’ın bir yerine bir şey olsaydı, kâğıt mendili birkaç parçaya böler ve onun yetecek kadarını kullanırdı sadece.

İmam israftan nefret ederdi. Bir gün cemaat namazı için medreseye geldiğinde ezana biraz vakit vardı. Bu yüzden talebelerden birinin odasına gitti. O sırada başka bir talebesi odasının lambasını söndürmeden İmam’ın yanına geldi. İmam bunu görünce ‘Niçin lambayı açık bıraktın?’ diye sordu. Oradakilerden biri ‘Işıkta israf olmadığını söylüyorlar’ dedi. İmam cevabında ‘Asılsız söylemişler’ dedi.

İmam abdest almak için odadan çıktığı zaman dahi televizyonu kapatıyordu ve geldiği zaman açıyordu. Yani israftan bu kadar kaçınıyordu.

Ben bazı konuları İmam’a bildirmek için yazıp veriyordum. Bir gün birşey yazıp İmam’a verdim. İmam odadan çıkarak, ‘Niçin dikkat etmiyorsun?’ diye sordu. Ben ‘Ne oldu?’ dedim. İmam, ‘Niçin birkaç satırlık birşey için temiz kâğıt kullanıp israf ediyorsun? Bu notunu küçük ve işe yaramaz bir kâğıda da yazabilirdin.’”

Portakalın Ucuzunu Seçerken Bile Kul Hakkına Riâyet Etmek

Fransa’daki sürgün günlerinde İmam Humeynî’nin yanında bulunanlardan biri anlatıyor:

 “Paris’teyken bir gün İmam’ın evi için alışveriş yapmaya gitmiştim, Portakalın çok ucuz olduğunu gördüm ve evde birkaç gün portakal bulunsun diye almam gerektiğinden biraz fazlasını aldım ve eve götürdüm. Her zamanki gibi aldığım şeyleri görmesi için İmam’ın yanına gittim. Tabiî çoğu zaman aldığım şeyleri görmek için kendisi mutfağa geliyordu.

İmam portakalları görünce ‘Niye bu kadar çok portakal aldın?’ diye sordu. Ben de dedim ki, ‘Hacı Ağa, evde iki üç gün portakal bulunsun diye aldım.’ İmam, ‘Fazlasını geri götür; bizim bu kadar portakala ihtiyacımız yok’ dedi. Geri vermek benim için çok zor olduğundan dedim ki, ‘Hacı Ağa, fazla almamın sebebi ucuz olması idi.’ İmam dedi ki; ‘İki tane günâh işledin o zaman! Bizim bu kadar portakala ihtiyacımız yoktu ve siz fazla aldınız. Yani israf yaptınız. İkincisi de ucuz olması idi, zira eğer bu portakallar dükkânda kalsaydı, şimdiye kadar pahalı portakal alamayan biri belki de bugün bu ucuz portakalları alabilirdi. Dolayısıyla başkalarının kul hakkını ihlâl ettiniz. İşte bu yüzden portakalları geri vermeniz gerekiyor.’

Bir daha İmam’a dedim ki, ‘Hacı Ağa, burada alışverişi bilgisayarla yapıyorlar ve bir şeyi geri vermek çok zor; belki de hiç geri almazlar. En azından siz birşey söyleyin de ben kendimi bu günâhtan kurtarayım.’ İmam dedi ki, ‘Öyleyse siz portakalları soyun ve dilimlere ayırın. Akşam, cemaat namaz için toplanıldığı zaman dağıtın herkes yesin, belki Allâh-û Teâlâ bu şekilde hatanızı bağışlar.’”

Düzenli ve İnanılmaz Ölçüde Programlı Bir Hayat

0c.jpgİmam Humeynî’nin belki de en ilginç özelliklerinden biri, inaılması hakikaten güç olan bir şekilde düzenli ve programlı bir insan oluşuydu. O’nun sabah kalktıktan gece yatana dek her şeyi programlıydı; yaptığı her şeyin bir saati vardı.

İmam her zaman sabah namazından önce kalkıp gece namazı kılardı, daha sonra sabah namazını kıldıktan sonra biraz dinlenir ve kitap okurdu. Kahvaltıdan sonra saat 11’e kadar devlet sorumluları ile görüşme yapardı. 15 – 20 dakika dinlendikten sonra namaz için hazırlanırdı; namazı kıldıktan sonra öğle yemeğini yer ve dinlenirdi. İmam’ın kendine has programı, yaptığı her işin belirli bir zamanı vardı. Eğer birine söz vermişse onu asla geciktirmezdi.

İmam Humeynî’nin damadı anlatıyor:

 “İmam o kadar düzenliydi ki, eğer yemek saatinden 5 dakika geçse ve İmam gelmeseydi, herkes İmam’ın odasına koşardı ve mutlaka birisinin İmam’ı geciktirdiğini görürdük.

Kesinlikle İmam’ın başarısının sırrının vaktini ve işlerini düzenlemekte ve bu konuda olan disiplininde olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki ömrünün bir dakikasını bile bu yüzden boş geçirmemiştir. İmam’ın bütün işleri düzenli ve saatinde yapılırdı, işleri o kadar dakik idi ki talebeler saatlerini İmam’ın yaptıklarına bakarak ayarlıyorlardı.

İmam her işini programlı yapardı. Hatta abdest tazelemesinin bile belirli bir vakti vardı. İmam her zaman saat 21’de akşam yemeği yiyordu. Bir gün Şehîd Mufettih’in konuşmasını ve halkın yürüyüşünü içeren bir video kaseti getirdiler; ben ve diğer arkadaşlar bu kaseti seyretmek istiyorduk. Bu yüzden biraz erken İmam’ın yanına gittim ve dedim ki, ‘Hacı Ağa, akşam yemeğini getirdim.’ İmam saatine bakarak dedi ki, ‘Akşam yemeğine daha 20 dakika var.’

İmam her zaman saat 23’te yatıyordu ve tam saat 03’te uyanıyordu. Ben İmam’ın yattığı  odanın önünde yatıyordum; zira İmam’ın odası bahçeye doğru idi. Her gece saat 03’te uyanıyordu ve ben Qûr’ân ve dûâ kitabının kâğıdının sesinden veya ibadetinin sesinden uyandığını anlıyordum. İmam’ın bütün hayatı boyunca bir kerecik dahi olsun saat 03’ten 5 dakika erken veya geç uyandığını hatırlamıyorum! İmam’ın vakit düzeni konusunda görüşü şuydu ki; eğer insan vaktini programlarsa tabiâtı ile o bu programa uyum sağlayacaktır. Ve bu konu benim için tek değil, İmam’ı tanıyan herkes için bilinen bir şeydi.

Hastanede kontrol altında iken İmam’a uykuya geçmesi için ilaç verdikleri halde İmam geceyarısı uyanıyor ve gece namazının vaktinin gelip gelmediğini soruyordu.

İran’da devrim olduktan ve İmam Paris’teki sürgünden İran’a geri döndükten sonra, O’nun Paris’te yaşadığı mahallede görev yapan Fransız polisleri Fransa medyasına şu açıklamayı yapmışlardı: ‘Ayetullâh Humeynî’nin hareketlerine bakarak kolumuzdaki saatlerin kaç dakika geri veya ileri olduğunu anlıyorduk. Humeynî’nin hareketlerini takip ederek saatlerimizi ayarlıyorduk.’

Allâh şahîddir; İmam asla hedefsiz yaşamadı. Bazen eğer boş olduğunu görseydiniz mutlaka bir şey hakkında düşünüyordu. Bütün bir gün boyunca uğraşıyor ve çalışıyordu. Yani bir anını dahi boş geçirmiyordu. İmam 24 saat boyunca yarım saat yürüyüş yapıyordu. Bir Cuma günü İmam bahçede yürüyordu; ben ve hânımım (= İmam’ın kızı) kanepenin üzerinde oturmuştuk. İmam’ın yürüyüşü bittikten sonra her zaman oraya oturur, iki bardak çay içerdi. Hânımım İmam’a ‘Baba çayınızı getireyim mi?’ dedi. İmam saatine bakarak şöyle dedi: ‘Daha 23 saniye var.’

İmam Türkiye’ye sürgün edildiği zaman, Türkiye topraklarına ayak basar basmaz kâğıt kalem istemiş ve Türkçe öğrenmeye başlamıştı. Düşünün; o ülkeye ayak bastığı ilk dakikadan itibaren! Bu konu İran rejimini bayağı tedirgin etmişti, zira onlar İmam’ın hareketlerini en ince ayrıntısına kadar inceliyorlardı ve İmam’ın niçin bu kadar acele Türkçe öğrenmek istediğini merak ediyorlardı. İmam Türkiye’de öyle bir iş başardı ki, Şiâ tarihinde eşi ve benzeri yoktu. Zira İmam Türkiye’de ‘Tahrîr’ul- Wesile’ adında bir kitap yazarak İslam’ın ibadet boyutundaki hükümleri ile siyasî boyutundaki hükümlerini birleştirerek anlattı ve o kitapta İslam âlimlerinin küfür düzeni karşısındaki konumunu şöyle belirtiyordu: ‘Eğer dîn âlimi hâşâ tağutî küfür ve şirk düzenine yakınlaşırsa (onun emri altına girerse), o zaman kötü âlimdir, kandırılmış ve satılmıştır.’ Daha sonra halkı bu gibi âlimler karşısında aydınlatıyordu. İmam Türkiye gibi dîni siyasetten ayırmaya çalışan bir ülkede yazdığı bu kitapla dîn ve siyaseti bir bütün haline getirdi.”

Doğa ile Barışık Yaşayan İnce Rûhlu Bir İnsan

İmam Humeynî doğa ile barışık yaşayan, yüreği doğa sevgisi ile dopdolu bir insandı. Tabiâta gerçek anlamda âşık bir kişilikti. Şâir rûhlu olan ve çok güzel aşk şiirleri de yazmış olan İmam Humeynî, her gün çiçeklerle konuşan, bahçesindeki ağaçlarla sohbet edip dertleşen bir insandı.

O Allâh’ı çok sevdiği için, Allâh’ın muazzam san’âtı olan güzellikleri de seviyordu.

Bir yakını anlatıyor:

 “İmam günde üç kez yürüyüş yapıyordu ve bu vakitler İmam’la konuşmakta en değerli vakitlerdi.

Bir gün İmam’la yürürken güllerin yanına geldik. İmam bir goncagülü göstererek şöyle sordu: ‘Bu gonca kaç gündür açmış, biliyor musun?’ Ben de hiç dikkat etmediğim için ‘Bilmiyorum’ dedim. İmam, gözleri buğulanarak goncagüle sevgiyle baktı ve şöyle dedi: ‘Ben her gün buna bakıyorum ve buradan her geçtiğimde ne kadar değiştiğini görüyorum. Şimdi tam olarak iki buçuk günlük.’”

Başka bir akrabası anlatıyor:

 “İmam bir defasında bir goncagülün karşısında oturup şöyle dedi: ‘Ben her defasında yeni açan bu güle baktığımda, kendi kendime diyorum ki, ‘Bu Ali’dir’ (= İmam’ın küçük torunu), ve çok yavaş açılıyor.’ Onun biraz yukarısında bir gül daha vardı, solmuş yaprakları da birazcık dökülmüştü. İmam onu da göstererek dedi ki, ‘O gül de benim, artık soldum ve gidiyorum. Bu ikisi arasında bir ilişki görüyorum; biri daha yeni açarken öteki solup gidiyor.’”

Bir diğer yakını anlatıyor:

 “Bir gün bahçede yürürken İmam bana ağaçları gösterdi ve şunu sordu: ‘Söyle bakalım, bu ağaçların hangisi daha güzel?’ Ben şimdiye kadar hiç dikkat etmediğim için öylesine rastgele birini göstererek ‘Bu ağaç daha güzel’ dedim. İmam, ‘Gelişigüzel söyleme! Bu ağacın daha güzel olduğuna dair delilin nedir? Birkaç gün düşün’ dedi. Ben dedim ki, ‘Çünkü bu ağaç daha yeşil.’ İmam ise, ‘Hayır, git düşün bakalım, bir ağacın güzelliği neyindedir? Dallarının duruşunda mı, gövdesinin şeklinde mi yoksa yapraklarında mı?’ Bahçenin bir köşesinde başka bir ağaç vardı, sıradan bir ağaçtı ve hiçbir özelliği yoktu, İmam onu göstererek şöyle dedi: ‘Güneş doğmadan önce bu ağacın ne kadar güzel olduğunu bilemezsin. Güneş doğduğu zaman ağaca yansıyor ve ağaç çok farklı bir güzelliğe bürünüyor.’”

Hayvan Sevgisi ile Dolu Bir İnsan

İmam hayvanları çok sever, onlara büyük bir merhamet ve şefkat gösterirdi. Bu O’nun ince rûhlu ve duygusal bir insan olmasından kaynaklanıyordu.

İmam’ın oğlu Ahmed Humeynî anlatıyor:

 “Bizim evin bahçesinde kediler çoktu. İmam ne zaman yemek için odaya gitse, bütün kediler kapının arkasında toplanırdı. Çünkü sokaktaki bütün kediler İmam’ı tanımışlar ve O’nun kendilerini aç bırakmayacağını anlamışlardı.

Kediler ne zaman gelse, İmam tabağındaki yemeğin içindeki bütün eti kedilere verir, kendisi yemeğin suyuyla idare eder ve biraz pilav yerdi. Ben hayatımda bir kere bile olsun, İmam’ın kediler toplandığı zaman yemeğinin etini yediğini hatırlamıyorum.

Bir gün İmam yine yemeğinin etini kedilere verdi, annem yanına geldi ve dedi ki, ‘Ağa, neden bu pahalılıkta yemeğinizin etini kedilere veriyorsunuz?’ İmam şöyle söyledi: ‘Bu kedilerin sizden ve benden farkı ne? Onlar da nefes alıyor, biz de nefes alıyoruz. Eğer biz bunlara yemek vermez isek kim verecek?’

İmam’ın hayvanlara karşı şefkati o derece idi ki, sinekleri odadan dışarı çıkarmak istediği zaman sinekkovan ile dışarı çıkarırdı. Asla onları sinek ilacı veya başka bir şeyle öldürmezdi.”

Bir Tevazu Timsali

Bir tanıdığı anlatıyor:

 “İmam Humeynî selam vermekte herkesten önce davranırdı; başkalarının yanına gittiği zaman onlardan önce selam verirdi. Bütün süper güçlerin adını işittiği zaman dehşete kapıldığı o büyük ve azametli insan o kadar yumuşak ve merhametli idi ki, eğer çocuklara dahi rastlasa selam verirdi. Gece namazına kalktığı zaman kimsenin rahatsız olmaması için lambayı yakmazdı; küçük bir el lambası ile karanlıkta abdest alıp namazını kılardı ve yine kimsenin rahatsız olmaması için ağır adımlarla yürürdü.”

İmam’ın özelliklerinden biri de, övülmeyi hiç sevmemesiydi. Bazıları konuşmalarında İmam’ı çok över veya aşırıya kaçarak gerçekdışı bazı şeyler söylerlerdi. İmam onları çağırır ve şöyle söylerdi: ‘Niçin aşırıya kaçıyorsunuz ve beni olduğumdan daha yüksek makamlarda göstermeye çalışıyorsunuz?’

İmam Humeynî’nin kızı Feride Hânım anlatıyor:

 “Ben İmam’ın hayatı boyunca bir kez dahi birisi ile yüksek sesle konuştuğunu görmedim. Bir işçinin adını dahi basit bir şekilde söylemez ve birini çağırdığı zaman onları ziyarete gider, hal ve hatırlarını sorardı. İmam’ın bu ilgisi onları çok sevindirirdi.

İmam’ın yaşam tarzı halkın seviyesindeydi; normal halk gibi yaşardı. İbadet ve dersten başka bir uğraşı yoktu. Yani tam anlamıyla bir talebe hayatı vardı. Ev eşyası hep aynıydı ve asla normalin üstünde bir yaşantıya sahip değildi. İşte bu yüzden ilmî çalışmaları ve mütalaası çok fazlaydı; odaya girdiğiniz zaman kitapların içinde kaybolduğunu görürdünüz. Her zaman yerde oturmuş, önünde masası ve etrafında üst üste serili kitapları dururdu.”

İslam’ın Temeli Adalet

İmam’ın adalet konusunda gösterdiği hassasiyet konusunda satırlar değil kitaplar yazılsa yetersiz kalır. Bunu bütün içtenliğimizle söylüyoruz. 8 yıllık savaş boyunca, İran’ın elinde bulunan Iraklı esirlere her gün hangi yemek veriliyorsa kendisine de o yemeğin hazırlanmasını emreden bir liderden bahsediyoruz çünkü burada.

Bu husuta aktaracağımız şu birkaç anekdot bile insana o kadar çok şey anlatıyor ki...

İmam’ın kızı anlatıyor:

 “Bizim evde Meşhedi Ali adında yaşlı bir adam çalışıyordu; evin ihtiyaçlarına bakardı. İmam henüz sürgün edilmemişti. Bir gün İmam’a şöyle sordum: ‘Burada birçok kimse var, niçin siz onların arasında Meşhedi Ali’yi bu kadar seviyor ve yakınlık gösteriyorsunuz?’ İmam şöyle cevap verdi: ‘Ben geceleri uyandığım zaman O’nu namaz kılıp dûâ ederken ve münacaat halinde görüyorum. O’nu bu yüzden seviyorum.’

İmam çocukluğumuzdan beri bizim hicâbımıza çok dikkat ederdi; evde hiçbir günâha, örneğin yalan, gıybet ve büyüklere saygısızlık, izin vermezdi. Her zaman şöyle söylerdi: ‘Allâh’ın kulları arasında takvadan başka bir üstünlük yoktur. Sizinle evde çalışan bu işçiler arasında hiçbir fark yoktur.’

İmam’ın emrindeki bir görevli anlatıyor:

 “Devrimden sonra Şâh taraftarlarından ve onun için çalışanlardan birkaç tanesi yakalandı ve hapse atıldı. O akşam İmam’ın ve diğerlerinin yediği yemekten yakaladığımız mahkûmlara götürdük. Mâhkumlardan biri yemeği beğenmedi ve bana dedi ki; ‘Ben bu yemeklerden yiyemem! Bana tavuk getirin.’ Bu konuyu İmam’a ilettik; İmam ‘Ne istiyorsa onu götürün’ dedi. Gece vakti arkadaşlar dışarıdan tavuk ve pilav almak zorunda kaldılar, o yemeğini beğenmeyen mâhkum için.

Halbuki bizim o mâhkuma götürdüğümüz ve beğenmediği yemek, devletin başındaki liderin de o saatte yediği yemekti. Zirâ İmam Humeynî’nin açık emri vardı: Kendisine ne pişiriliyorsa, mâhkumlara da verilecek; mâhkumlara ne veriliyorsa kendisine de o pişirilecek. Fakat yemeğini beğenmeyip tavuk isteyen o mâhkum bunu bilmiyordu. İmam’ın da aynı vakitte o yemekten yediğini bilseydi belki yemeğe karşı öyle bir saygısızlık yapmazdı.”

İmam Humeynî bu konuda son derece hassas bir insandı. Her defasında, “Benim ölmemle halktan herhangi birinin ölmesi arasında hiçbir fark yoktur” diyordu.

Bir devlet görevlisi anlatıyor:

 “Savaşın olduğu yıllarda devlet bakanlarından birinin oğlu şehîd oldu. İmam’a dediler ki, ‘O’nun için bir tesliyet mesajı verin, yayınlayalım.’ İmam ise şu cevabı verdi: ‘Bakanın oğlu olduğu için mi tesliyet mesajı vermemi istiyorsunuz? Siz yalnız O’nun oğlunun mu şehîd olduğunu sanıyorsunuz? Şehîdlerin hepsi benim çocuklarımdır; eğer tesliyet mesajı vermek istersem hepsi için veririm. Benim için bakanın oğlu ile çiftçinin oğlu arasında hiçbir fark yoktur.’

Bir yakını anlatıyor:

 “İmam ilk tutuklanmadan sonra serbest bırakıldığı zaman Qum’a geldi. Diğer şehirlerden halk İmam’ı görmeğe geldiği için Qum bayağı kalabalık oldu; bu yüzden fırınlarda uzun sıralar oluyordu. İmam’ın evinde çalışan zayıf bir adam vardı; herkes O’na Baba diye seslenirdi. Bir gün İmam O’na şöyle dedi: ‘Baba, işittiğime göre sen fırına gittiğin zaman ‘bu İmam’ın hizmetçisidir’ diyerek sırada seni öne geçiriyorlar ve ne kadar ekmek istiyorsan veriyorlarmış. Bunu yapma! Bu evden birinin gidip sırada beklemeden birşey alması doğru değil. Sen de diğerleri gibi sırada bekle ve sakın senin için bir ayrıcalık yapılmasına izin verme.’”

İmam’ın oğlu Seyyîd Ahmed Humeynî anlatıyor:

 “İmam Necef’te iken kardeşim Mustafa’yı şehîd ettiler. İmam bu haberi işittikten sonra bir köşeye gidip Qûr’ân okumaya başladı ve ağlayıp figan eden ev halkına teselli veriyordu. Ancak o gün şahîd olduğum bir olay, babamın İslam’a ne kadar teslim olduğunu bir kez daha bana gösterdi. O olay şuydu: Annem, İmam’ın bürosundaki telefonla Tahran’ı arayıp görüşme yapmak istedi, fakat İmam oğlunu kaybetmesine rağmen hânımına açıkça şunu söyledi: ‘Bu büronun telefonu beytulmalındır ve sizin bu isteğiniz şahsî olduğu için caiz değildir.’

Anne ve babamın o anki rûhsal durumlarını göz önünde bulundurur isek, çocuklarını kaybetmiş bir anne ve babanın, beytulmala gösterdiği bu titizliğin ne kadar mükemmel olduğunu anlarız.”

Fransa Halkının İmam Humeynî (rh. a.)’den Etkilenmesi

0d.jpgİmam’ın Paris’e hîcreti büyük bir değişim ve etki yarattı. Öyle ki Avrupalılar’ın İslam’a ve Müslümanlar’a bakış açısını önemli ölçüde değiştirdi. İmam’ın ahlâk ve davranışı öyle etkili oldu ki, o günleri yaşayan âlimlerden birinin deyimine göre, “Eğer bütün bir yıl bütçeyi İslamî kitap ve tercümelere harcayıp Avrupa’ya gönderseydik, bu tebliğimiz, İmam’ın orda kaldığı o dört ay kadar etkili olmazdı.”

Paris halkı İslam’ı ve bir tek sözüyle 36 milyonluk İran’ı ayağa kaldıran İslam rehberinin televizyonlarda tanıtılmasını istediler. Mâlesef İslam’ı tanıtacak bir film olmadığı için Fransa televizyonu günde 15 dakika Anthony Quinn ve Irene Papas’ın çevirdiği “Çağrı” filmini yayınlıyor, daha sonra İmam’ın görüntüsüyle onun hakkındaki haberleri veriyordu. Fransız televizyonları her gün 15 dakika İmam Humeynî’yi anlatıyor, bunu da “Çağrı” filminin görüntüleriyle birlikte veriyordu.

O günlerde İmam’ın yanında bulunan âlimlerden biri anlatıyor:

 “Paris halkı bize çok saygılı davranıyordu. İmam namaz için dışarı çıktığı zaman etraftaki komşular toplanıyor ve İmam’ın mübarek yüzünü seyrediyorlar, sıcak ve samimî duygularını gösteriyorlar, İmam’a sevgi ve tevüccühlerini iletiyorlardı.

Bütün dünya haber merkezleri İmam hakkında haberler yayınlıyordu. İmam her hareketi ile bir olay başlattığı için Fransa’da gündem oydu. Her gün Avrupa’nın radyo ve televizyon haberlerinin başında İmam hakkındaki haberler yer alıyordu.

Bu haberler İmam’ın görüntüleri ve İslamî filmlerle beraber olduğu için Fransa devleti kendi halkının sürekli bu haberi dinlemeleri ve Fransız halkının bir değişim içerisine girmesinden korkarak şöyle bir karar aldı: İmam hakkındaki haberler yayınlanmadan önce, Papa’nın görüntüsü ve O’nun hakkında olan haberler yayınlanacaktı. Bu öyle bir hal almıştı ki, Papa hakkında yayınlanacak bir haber olmadığı zaman sebepsiz bir şekilde Papa’nın görüntüsü yayınlanıyor ve daha sonra İmam hakkında olan haberler yayınlanıyordu. Bunun sebebi, İmam’ın Fransa halkı üzerinde bıraktığı etkiyi azaltmaktı.”

İmam’ın önderliği kendine has bir şeydi; önderlik konusunda en belirgin özelliği, kararlı olması ve zûlümle uzlaşmamasıydı. Bunun sebebi ise O’nun mutmain bir kalbe ve hedefine karşı gereken imâna sahip olmasıydı.

Şehîd Murteza Mutahhari (rh. a.), Paris’ten İmam’ı ziyaretten döndükten sonra, İmam’ın manevî durumu sorulduğunda şöyle demişti: “Ben İmam’da dört imân gördüm. Bir, Râbbine olan imân; iki, hedefine olan imân; üç, seçtiği yola olan imân; ve dört, halkına ve milletine olan imân.”

Fransa’daki sürgün günlerinde İmam Humeynî’nin yanında bulunanlardan biri anlatıyor:

 “Bir grup Fransız gencin her gün gelip İmam’ın konuşmasını dinlediklerini fark ettik. O gençler ara vermeden her gün geldikleri için dikkatimizi çekmişlerdi. Fransızca bilen arkadaşlarımızdan biri onlara şöyle sordu. ‘Siz her gün İmam’ın konuşmasına geliyorsunuz. İmam’ın ne söylediğini anlıyor musunuz; Farsça biliyor musunuz?’ Onlar, ‘Biz İmam’ın söylediklerinden hiçbir şey anlamıyoruz ve Farsça da bilmiyoruz’ dediler. Bunun üzerine arkadaşımız tekrardan, ‘O halde niçin her gün İmam’ın konuşmasını dinlemek için geliyorsunuz?’ diye sordu. Fransız gençler şu cevabı verdiler: ‘Biz buraya gelip İmam’ın konuşmalarını dinlediğimiz zaman kendimizde değişik bir manevî hava hissediyoruz.’”

İmam’ın yanında bulunan başka biri de şu anekdotu aktarıyor:

 “İmam’ın Paris’teki günleri sona eriyordu ve daha büyük bir hîcret başlıyordu. İmam’ın sürgündeki son günleriydi; devrimi gerçekleştiren lider olarak İran’a dönecekti. Fransız halkı O ayrılacağı için çok üzülüyordu.

Bir gün güneşin batmasına yakın, iki Fransız bayanı İmam’ın evinin önünde gördüm; İmam’la görüşmek istediklerini anladım. Ben onlardan özür dileyerek görüşmenin mümkün olmadığını söyledim. Onlar, ellerindeki içi toprak dolu şişeyi uzatarak şöyle dediler: ‘Bizde şöyle bir gelenek var; birine karşı ilgi ve sevgimiz olduğu zaman ona en değerli şeyimizi hediye ederiz. Bu bizim vatanımızın toprağıdır ve bizim için en değerli şeydir. Eğer görüşmek mümkün değilse bu toprağı İmam’a götürün; ülkemizin toprağını ülkesine götürsün. Ve bizim için imzalı bir fotoğrafını isteyin.’

Ben bayanlardan aldığım toprağı İmam’ın yanına götürdüm ve olayı anlattım. İmam tebessüm ederek şişeyi aldı ve imzaladığı iki fotoğrafını onlara vermem için bana verdi. Ben götürüp o bayanlara verdim onlar. Teşekkür ettiler ve büyük bir sevgiyle fotoğrafı öpmeye başladılar.

Gördüğüm manzara karşısında donakalmıştım. Fransız bayanlar, kendilerine verdiğim İmam Humeynî fotoğrafını büyük bir sevgiyle öpüyorlardı.”

İmam Humeynî (rh. a.)’nin İran’a Dönüşü

1963 yılında Şâh’a karşı başlayan devrim hareketi,16 yıllık bir halk direnişi neticesinde başarıya ulaşır.

İmam Humeynî’nin artık Fransa’daki son günleridir. İran’a geri dönüş hazırlıkları yapmaktadır. Cefakâr ve şehîdperver İran halkı ise 16 yıllık ayrılığın ardından İmam Humeynî’nin yüzünü görmek için sabırsızca beklemekte, sevinç ve heyecanla karşılama törenleri hazırlamaktadır.

O tarihe geçen günleri İmam’ın yanında yaşayanlardan biri anlatıyor:

 “Ben İmam’ın Paris’teki bürosundaydım. Şehîd Mûhammed Hûseyn Beheştî (rh. a.) Tahran’dan telefon açtı ve İmam’ın haberi olsun diye dedi ki: ‘İmam’ın gelişinden dolayı program yapıldı. Havaalanına halı sermek istiyoruz ve İmam’ın konuşma yapacağı yere kadar ışıklandırma yapacağız. İmam geldikten sonra havaalanından helikopter ile konuşma yapacağı yere götürülecek ve…’ Çok sevinçli olduğu için ballandıra ballandıra anlatıyordu.

Söylediklerinin hepsini İmam’ın yanına giderek anlattım. İmam her zamanki gibi sözüm bitene kadar dinledikten sonra o kararlı ve açık konuşması ile başını kaldırarak şöyle dedi. ‘Git onlara de ki, Kureyş’i mi İran’a getiriyorlar? Böyle şeylere katiyen gerek yok! Bir tane talebe yıllar önce İran’dan çıktı ve aynı talebe İran’a geri dönüyor. Hepsi bu! Ben halılar üzerinde yürümek değil, halkımın arasında olmak istiyorum, konuşma yapacağım yere onlarla gitmek istiyorum. Ayaklar altında ezilsem dahi.’”

1 Şubat 1979...

İmam Humeynî “Air France” uçağıyla Paris’ten Tahran’a dönüyor.

İran halkı, Tahran şehir merkezindeki Azadî Meydanı ile İmam’ın uçağının ineceği Mehrâbâd Havaalanı arasında mahşerî bir kuyruk oluşturmuş: Uzunluğu 33 km, genişliği ise 5 km olan bir insan selidir bu.

Evet... İnsanlık tarihinde daha önce benzerine dünyanın hiçbir yerinde raslanmayan bir olaya tanıklık ediyor Aryan coğrafyası: Uzunluğu 33 km, genişliği ise 5 km olan bir insan seli.

Uçak havaalanına iniş için alçalıyor; içindeki gazeteciler soruyorlar İmam’a, “Neler hissediyorsunuz?” diye. İmam’ın verdiği cevap şu: “Hiçbir şey.” Şaşırıyorlar bu yanıta; ikinci bir soru soruyorlar mecburen: “16 yıl aradan sonra İran’a geri dönüyorsunuz. Hem de zafer kazanmış, devrim yapmış, 2 bin 500 yıllık bir Şâhlık hanedanını tarihe gömen lider olarak. Birşey söylemeyecek misiniz?’ İmam’ın verdiği cevap şu: ‘Allâh-û Ekber.’

Uçak iniyor havaalanına. Kapı açılıyor ve İmam uçağın merdiveninden yavaş yavaş aşağı iniyor.

İneceği yerde, sağ ve sol tarafta devrim hareketi boyunca halka önderlik etmiş olan ulemâ, yani âlimler, mollalar, ayetullâhlar var. Karşıda ise halk! Milyonlarca insan...

Ulemâ çok heyecanlı. Bir an önce İmam’ın uçaktan inip kendileriyle kucaklaşmasını bekliyorlar.

İmam iniyor uçaktan. Ve sağındaki ve solundaki ulemâya kafasını çevirip bakmıyor bile. Direk karşıya, halka doğru yürüyor.

Yalınayaklılara, mustaz’âflara doğru.

Halk Âşığı Bir Lider

İmam İran’a döndüğü zaman halk çok sevinçli ve heyecanlıydı. Beheşt-i Zehrâ’da İmam konuşma yaptıktan sonra halkın arasına girmek istedi. İmam o anı şöyle anlatıyor. “Halkın arasına girdiğim zaman rûhumun çıktığını hissettim. Ömrümün en güzel anları halkın elinin ve ayağının altında ezildiğim anlardı.”

Halkıyla kurduğu sağlam manevî bağdan dolayı İmam onlara güveniyor ve inanıyordu. O devletin kültür bakanları ile görüşmesinde şöyle söylemişti: “Sürekli bizimle ilgili (= İmam’ın kendisi) haberler ve fotoğraflar yayınlanmasın. Gazete, televizyon ve radyo halka aittir; bu yüzden halkın daha fazla yere sahip olması gerekir.”

Bir gün İran radyo ve televizyon kurumu (= Sedâ û Simâ / IRIB) başkanı İmam’a şöyle söylüyor: “Halk sizi görmek ve hakkınızdaki haberleri bilmek istiyor, bu yüzden herşeyden önce sizin fotoğraflarınız ve size ait olan haberler medyada yer almalı.” İmam ise kendisine şu cevabı veriyor: “Biz radyo ve televizyon aracılığıyla halkla tanışmadık. Bizim halkla tanışıklığımız radyo ve televizyona sahip olduktan çok önceydi. O halde bizim halkla olan ilişkimiz bu şeylere bağlı değildir.”

Savaşın ilk yıllarında yapılan saldırılardan zarar görmemesi için İmam’a özel bir sığınak yapılmasına karar verildi. O bina yapılırken İmam, “Ben oraya girmeyeceğim” dedi. Bu sığınak 5 – 6 ay içerisinde tamamlandı. Sığınak L şeklindeydi. İmam savaşın sonuna kadar, bir tek kez dahi oraya girmedi. Bir defasında yanındakiler İmam’a, en azından bir kez içine girip bakmasını istedikleri halde O bunu dahi kabul etmedi ve “Dışarıdan nasıl yapıldığı belli” dedi.

Yine bir gün öğleden sonra İmam’ın Cemaran’daki evinin etrafına 7 – 8 tane füze isabet etmişti. Görevliler endişe içinde İmam’a gelip şöyle dediler: ‘Füzelerimizden birinin Saddam’ın sarayına isabet etmesine sevineceğimiz gibi, onların füzesinin de bizim eve isabet etmesi onları sevindirecektir.” İmam şöyle cevap verdi: “Allâh’a yemin olsun ki kendimle evin önünde nöbet tutan asker arasında hiçbir fark görmüyorum. Vallâh benim ölmemle herhangi bir İranlı’nın ölmesi arasında hiçbir fark yoktur.”

İmam’a babasından bir miktar arsa miras kalmıştı. İmam etrafındakileri çağırdı ve onlara bir mektup vererek şöyle söyledi: “Siz benden taraf, bana ait olan yerleri fâkirler arasında bölüştürmekle sorumlusunuz. Kullanılır olsun veya olmasın, bu arsaları layık gördüğünüz kişilerin üstüne tapulayın.”

Bir gün İmam’ın oğlu Seyyîd Ahmed Humeynî, eniştesinin (= İmam’ın damadının) babasını yemeğe çağırdı. İmam dünürüne olan saygısından dolayı akşam namazından sonra oğlu Ahmed’in evine gitti. Bu dâvet, İmam Humeynî’nin Birleşmiş Milletler Kongresi’ne katılması ile aynı zamana denk gelmişti. Herkes İmam’ın BM’de yaptığı konuşmanın ne kadar güzel, açık ve devrimci olduğunu anlatıyor, İslam’ı ve İnqılâb’ı tanıtmada ne kadar faydalı olduğundan söz ediyordu.

Bu arada İmam’ın damadının babası konuşmaya başladı. Herkes susmuş O’nu dinliyordu. O İmam’ın sağlığı için dûâ etti ve “İslam’ın böyle önemli yerlerde konu edilmesi, İslam İnqılâbı önderi İmam Humeynî’nin bereketidir” dedi. İmam kendine has tevazûu ile şöyle dedi. “Bu yolu bulan ve seçen halktır; ben değil. Sorumlular ne yapacaklarını biliyorlar, ben olsam da olmasam da bu böyle devam edecektir. Bu izzet ve şerefi halkın sahnede olması bize kazandırdı.”

Bir gün İmam’ın oğlu Ahmed Humeynî’nin evinde toplanılmıştı. Konu halkın fedakârlığından açıldı. İmam konuşma esnasında şöyle söyledi: “Halk çok öndedir ve biz onların arkasından koşuyoruz.” Sohbettekilerden biri şöyle dedi: “Bu söz bizim için geçerlidir, (İmam’ı göstererek) sizin için değil. Zira siz halkın önündesiniz; onların önderisiniz.” İmam o dakika içinde sinirlendi ve şöyle cevap verdi.: “Hayır, halk her zaman öndedir. Ayetullâh Humeynî halkın önderi değildir; halk Ayetullâh Humeynî’nin önderidir.”

Müslüman halk defalarca İmam’ın konuşmalarında işitmişlerdi. İmam özellikle vurgulayarak şöyle diyordu: “Bu büyük İslam İnqılâbı, toplumun mustaz’âfları eliyle gerçekleşmiştir. Kardeşlerim; şunu hiçbir zaman aklınızdan çıkarmayınız: Gecekondularda oturanların bir tek saç teli, köşk ve saraylarda oturanların hepsine bedeldir.”

Lakota Kızılderilileri’nden İmam Humeynî (rh. a.)’ye Mektup

Biz unutsak bile Beyaz Adam’ın asla unutamayacağı bir tarih olan 11 Şubat 1979’da Allâh ve adalet âşığı İran halkının Ayetullâh Humeynî önderliğinde 2 bin 500 yıllık Şâhlık rejimini devirip aziz İslam Devrimi’ni gerçekleştirmesi ve Fecr Sûresi’nin bir şafak vakti Aryan coğrafyasını güneşin ilk ışıkları gibi aydınlatmasının üzerinden henüz birkaç aylık kısa bir zaman geçmişti ki, Lakota Kızılderilileri’nin önde gelen reisleri İmâm Humeynî’ye bir mektup yazarlar. Kızılderililer bu mektupta râhmetli İmâm’a aynen şu şekilde seslenirler:

 “Saygıdeğer önder Ayetullâh Humeynî,

Asil ve onurlu tüm Kızılderili halkları adına sizi ve şerefli halkınızı en derin sevgi ve bağlılıkla selamlıyor, sizi yalnızca İran halkının değil, yeryüzünün zûlme ve soykırıma uğramış tüm mazlum milletlerinin, hülâsâ bu zûlüm ve soykırımlardan en derin olarak nasibini almış biz Kızılderili milletinin de önderi olarak kabul ettiğimizi bildirmek istiyoruz. Halkımız bütün kalbiyle halkınızın yanındadır. Size, Müslümanlar’ın hitab ettiği gibi ‘Ey İmâm’ diyerek hitab etmek istiyoruz.”

Kızılderililer mektupla birlikte İmâm Humeynî’ye Lakota kültürüne ait çeşitli hediyeler de gönderirler. İmâm Humeynî ise cevap olarak yazdığı mektupta çok duygulandığını ve 80 yıllık ömründeki “en güzel ve en anlamlı mektubu” aldığını dile getirerek, kendi mektubunda İslam’daki “Tewhîd” ve “Allâh’ın birliği” inancından bahseder.

Bu olaydan bir yıl kadar sonra, buna benzer bir mektup daha alır, râhmetli İmâm. ABD’nin Arkansas eyâletinin Springdale Lisesi’nde okuyan Kızılderili öğrenciler İmâm Humeynî’ye bir mektup yazarlar. Kızılderili öğrenciler, mektupla birlikte İmâm’a hediye olarak bir çift çorap gönderirler ve İmâm’dan hatıra olarak kendilerine, eski ve yırtık bir çorap bile olsa, kendi şahsî bir eşyasını göndermesini isterler.

İmâm Humeynî, mektubun cevabıyla birlikte onlara bir kitap gönderir. Böylece kitap okumanın insanın gelişimi ve yükselişindeki önemine dikkat çekiyor, eski bir giysiyi saklamakla bir şey olmayacağını gösteriyordu o kızıl tenli öğrencilere.

İmâm cevap olarak yazdığı mektupta şunları söyler:

 “Bismillâhirrahmânirrahîm

Arkansas eyâletinin Springdale Lisesi’nin aziz öğrencileri,

Sizin sevgi dolu mektubunuzu ve değerli hediyenizi aldım. Ben Kızılderililer’in ve siyâhların baskıda olduğunu biliyorum. İslam öğretilerinde beyaz, siyâh ve kızıl arasında hiçbir fark yoktur. İnsanları biribirinden ayıran tek şey takva, güzel ahlak ve güzel âmeldir. Büyük Allâh’tan istiyorum ki, siz aziz çocukları başarılı kılsın ve doğru yola hidayet etsin.

Siz âzîz çocuklara, büyük İslam Peygamberi’nin nasihatlerinden bir broşür gönderiyorum ve size hayır dûâ ediyorum. İnsanî değerlerde başarılı olmanız ümidiyle.”

İtalya’dan Gönderilen Gerdanlık

Bir gün İtalya’dan İmam Humeynî’ye bir mektup ve bir paket geldi. Paketin içinde bir gerdanlık vardı.

Mektubun sahibi şöyle yazmıştı:

“Ben Müslüman değilim ama sizi çok seviyorum ve bu kolyeyi size hediye ediyorum. Nasıl isterseniz öyle kullanın.”

Aradan birkaç gün geçti. Bir sabah İmam bir çocuğun ağlama sesini duydu; “Gidin bakın, o çocuk kim ve niye ağlıyor?” dedi. İmam’a “Küçük bir şehîd kızıdır. Annesiyle beraber gelmiş ve sizi görmek istiyor” diye haber getirdiler. İmam, “Onu çabuk buraya getirin” dedi.

Küçük kızı getirdikleri zaman hâlâ ağlıyordu. İmam O’nu kucağına aldı ve dizlerinin üstünde oturttu. Sonra onu öptü ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Küçük kız ağlamayı unuttu ve güldü. İmam da onunla beraber güldü.

Sonra İmam kalktı, o kolyeyi getirip O’nun boynuna astı ve “Şimdi annenin yanına git” dedi. Çocuk da İmam’ı öptü ve gitti.

İmam Humeynî (rh. a.)’den İslam Gençliğine 20 Öğüt

0e.jpgİmam Humeyni, vefât etmeden kısa bir süre önce Müslüman gençlere 20 maddelik bir nasihat yayınladı. İmam’ın Allâh ve adalet âşığı gençlere öğütleri şunlardı:

1 – Günlük farz namazları vaktinde kılın; gece namazı da kılmaya çalışın.

2 – Vacipleri yerine getirip haramlardan uzak durun.

3 – Pazartesi ve Perşembe günleri mümkün oldukça oruç tutmaya çalışın.

4 – Çok fazla uyumayın ve Qûr’ân-ı Kerîm’i çok okuyun.

5 – Sözünüzde durun ve anlaşmalarınıza önem verin.

6 – Sade ve gösterişten uzak giyinin.

7 – Yoksullara yardım edip her gün sadaka vermeye çalışın.

8 – Çok masraf edilmiş lüks toplantılara katılmayın; kendiniz de böyle toplantılar düzenlemeyin.

9 – Çok konuşmayın; çok dûâ edin.

10 – Kendinizi bilgi ve kültür yönünden geliştirin; dînî sohbetlere katılın.

11 – Yaptığınız iyilikleri unutun ve geçmişte işlemiş olduğunuz günâhları hatırlayın.

12 – Spor yapmaya özen gösterin.

13 – Bir İslam ülkesinin ihtiyaç duyabileceği tüm bilimleri öğrenin.

14 – Her bakımdan dikkatli ve uyanık olun.

15 – Qûr’ân okumasını ve tecwîd kurallarını öğrenin.

16 – Aktüalite ile ilgilenin; güncel haberleri, özellikle de Müslümanlar’ı ilgilendiren haberleri düzenli olarak takip edin.

17 – Maddî yönden yoksullara, manevî yönden de âlimlere bakın.

18 – Her gece yatmadan önce kendinizi hesaba çekin; gün boyu işlemiş olduğunuz günâhlardan tewbe edin ve yaptığınız güzel işler için de şükredin.

19 – Âlimlerle arkadaşlığı asla kesmeyin; sürekli onların sohbetlerinde bulunun.

20 – Cihadın muhtevasını değiştirmeyin; cihaddan geri durmayın.

Çocukların Arkadaşı İmam Humeynî (rh. a.)

0f.jpgİmam Humeynî çocukları çok severdi. Onlara çok şefkat gösterirdi ve onları sevindirmek için çaba harcardı.

İmam’ın kızı anlatıyor:

 “Bazen kızım Fatımâ’yı İmam’ı görmeye gittiğim zaman yanımda götürüyordum. Bir gün kapıdan içeri girdiğimde İmam bahçede yürüyordu; beni görünce kızım Fatımâ’yı sordu. Ben de yaramazlık yaptığı için getirmediğimi söyledim. İmam çok rahatsız oldu ve bana şöyle söyledi: ‘Eğer bir dahaki sefere Fatımâ’yı getirmezsen sen de gelme!’

Ben bir gün İmam’a dedim ki, ‘Baba, niçin çocukları bu kadar çok seviyorsunuz?’ İmam cevabında, ‘Evet ben çocukları çok seviyorum. Hüseyniye’ye gittiğim zaman, orda olan çocuklar dikkatimi çekiyor. O kadar seviyorum ki, konuşma yaptığım zaman ağlayan veya bana el sallayan bir çocuk görsem bütün dikkatim o yöne toplanıyor.’”

İmam’ın diğer bir kızı anlatıyor:

 “Ali’nin (= İmam’ın torunu) bir topu vardı ve her zaman götürür İmam’la beraber oynardı. Ali topu İmam’a atar ve İmam da O’na geri atardı. İşte o zaman İmam’ın morali düzelirdi. İmam’ın yanında kimse olmadığı zaman Ali 2 – 3 saat İmam’la kalır ve bir şeylerle uğraşırdı.

İmam bütün çocuklara böyle davranırdı ve onları severdi. Korumalardan birinin bir kızı vardı ve Ali (= İmam’ın torunu) ile arkadaş olmuştu. Ali bir gün dedi ki, ‘Ben arkadaşımı dedemin yanına götürmek istiyorum.’ İmam öyle yemeği yerken odaya girdi. İmam, ‘Arkadaşını oturt yemek yiyelim’ dedi. Çocuklarla beraber yemek yediler.

Ben birkaç sefer çocuklar İmam’ı rahatsız ederler diye getirmek için odaya girdim, fakat İmam ‘Bırakın yemeklerini yesinler’ derdi. Yemeklerini yedikten sonra ben gidip çocukları getirdim ve İmam o çocuklara para ve hediye verdi. İmam çocukları sever ve onlara çok sevecen davranırdı. 

Bir gün Ali’yi arıyordum ama O’nu bulamadım. Kendi kendime, ‘Mutlaka İmam’ın odasına gitmiştir’ dedim. Odanın kapısının önüne gittim. Kapıyı çalıp içeri girdim. Baktım ki Ali küçük topunu getirmiş ve ısrarla İmam’dan odada onunla top oynamasını istiyor. İmam da sabırla, odanın diğer tarafında durmuş ve hafifçe topu Ali’ye atıyordu. Şaşırdım ve kendime, ‘İmam bu kadar işle ve bu kadar yorgunlukla ne kadar sabırlı ve çocuklara karşı ne kadar şefkatli’ dedim.”

Küçük Ali’nin Dedesine Oynadığı Büyük Oyun

0g.jpgİmam Humeynî’nin çocuklarla ve özellikle torunu Ali ile ilişkisi arkadaşça idi. Ali küçüktü. Çok tatlı ama bir o kadar da yaramazdı. Bazen İmam’a rahatsızlık verecek derecede yaramazlık yapardı. Ama İmam güler yüzle “Önemli değil, çocuğu serbest bırakın” derdi. Çünkü İmam bütün gün evdeydi ve Ali de O’nun yanındaydı. İmam Ali’ye, Ali de İmam’a alışmıştı.

Bir gün Ali İmam’ın yanında oturmuş ve O’ndan saatini istiyor. İmam ise Ali’ye, “Babacığım! Saatin zinciri gözüne girer ve eziyet eder” dedi.

Ali, “O zaman gözlüğünü ver” dedi.

İmam da, “Gözlüğüm de öyle! Gözüne takarsın ve gözlerin ağırır. Senin gözün şimdi zariftir, çiçektir” dedi.

Ali, gözlüğünü vermesi için ısrar etti.

İmam “Hayır!” dedi, “Kırarsın ve benim başka gözlüğüm yok. Çocuklar böyle şeyleri ellemez.”

Ali üzüntü içinde oradan ayrıldı ve evin içinde kendi kendine oyalandı. Aradan birkaç dakika geçti ve Ali tekrar İmam’ın yanına gelip “Dede!” diye seslendi.

İmam, “Ne var canım?” diye sordu.

Ali, “Gel oyun oynayalım” dedi. İmam da “Bak bu olur işte. Hadi oynayalım” dedi ve elindeki kitapları bıraktı.

Ali sevindi.

İmam sordu, “Ne oynayalım?” diye.

Ali, “Gel sen Ali ol, ben de İmam olayım” dedi.

İmam “Tamam” dedi.

Ali, “Öyleyse kalk buradan! İmam olan benim. Oraya benim oturmam gerekiyor. Sen çocuksun, unutma. Çocuklar İmam’ın yerinde oturmaz ki” dedi.

İmam “Doğru” dedi; kalktı ve yerini Ali’ye verdi.

Ali İmam’ın yerine oturdu.

Ali, “Şimdi gözlüğü ve saati bana ver Aliciğim. Çocuklar gözlüğü ve saati ellemez ki” dedi.

İmam güldü, “Ali, Ali! Ben sana ne diyeyim ki?! Yolunu buldun, gözlük ve saati aldın. Sen kazandın Ali, sen kazandın” dedi.

İmam Humeynî (rh. a.)’nin Kadınlara Verdiği Değer

İmam’dan kalan çok değerli miraslardan biri de Müslüman kadınlara verdiği değerdi.

İslam İnqılâbı’ndan önce kapitalist bir sistem egemen olduğu için toplumda kadınların bir grubu ticaret malı ve reklâm aracı idi. Bunun karşısında bir grup daha vardı; onlar da muhafazakâr ve gelenekçi kesimlerdi ve kadını köle olarak kullanıyorlardı; kadınlara okuma ve tahsil hakkı vermiyorlardı.

İmam Humeynî’nin gelmesi ve İslam Devrimi’nin gerçekleşmesinden sonra kadın hem kapitalistlerin elinde ticaret malı olmaktan ve hem de muhafazakâr yobaz kesimlerin elinde kölelikten kurtuldu.

İmam’ın kadına verdiği değeri konuşmalarında ve amellerinde görmek mümkündür. Örneğin İmam sürekli olarak kadının okuma yazma bilmesi gerektiğini, ilim tahsil etmesini, çalışmasını ve toplumsal etkinliklere katılmasının önemini aşılıyordu. İmam’ın evde ailesine, özellikle de hânımına karşı saygılı davranışlarında da rahatlıkla görebiliriz. Bu İmam’ın bıraktığı değerli miraslardan biridir.

İmam toplumsal çalışmalarda kadını asla erkeklerden geri ve eksik görmüyordu. İslam Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra, başka devletlere giden ilk üç temsilciden biri kadındı; Ayetullâh Rûhani, Ayetullâh Cevadî Amulî ve Debbağ Hânım.

Kadının İslam İnqılâbı’ndaki yerini İmam şöyle anlatıyordu: “Kadınlar erkeklerden daha öndedirler. Öünkü erkekler sadece sokaklarda yürüyüş düzenlediler ve meydanlarda slogan attılar. Fakat kadınlar hem bütün bunları yaptılar, hem de evdeki işlerini aksatmadan yerine getirmeye devam ettiler.”

İmam’ın kadın hakları konusundaki düşünceleri diğerlerinden çok farklı idi. Zira bazıları kadını toplumdan ve siyasî etkinliklerden uzak bir faktör olarak düşünüyordu. İmam’ın bu konu hakkındaki fikirleri şöyleydi: “Eğer kadının topluma ve siyasî gelişmelere karşı olan rolünü kenara bırakırsak toplum istenilen verimi sağlayamaz ve sonuçta kaçınılmaz olarak toplumsal hareket yenilgiye uğrayacaktır.”

İmam kadının toplumsal ve kültürel hareketlerde çok önemli rolü olduğuna ve hatta hizmete layık ve saygıdeğer insanları yetiştirenlerin kadın olduğuna inanıyordu. İmam bu konuda hakkında şöyle buyururdu: “Kadınlar bütün sosyal, siyasal, kültürel ve sanatsal aktivitelere katılsınlar. Kadınları siyasî, toplumsal ve kültürel hareketlerden ayırmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.”

Çünkü İmam, kadını toplumun öğretmeni olarak görüyordu. Hatta iyi bir kadının kötü bir erkeği düzeltebileceği kanaatindeydi. Uygun bir aile ortamında hiçbir yanlış o aileye giremez ve sonuçta çocuklar sağlam ve salih yetişirler. Zira çocukların terbiyesinde annenin çok büyük rolü olduğuna inanıyordu. İmam, çocukları erkeklerin terbiye etmeyi beceremediğine ve bu işi ancak kadınların başarabileceğine inanırdı. Zira kadınlar daha duygusal ve bir ailenin ayakta kalabilmesi için gerekli olan muhabbet ve sevgiye daha çok sahiptirler.

Bir görevli anlatıyor:

 “İmam’ın İran’a gelişinin üçüncü günü idi (= 3 Şubat 1979). Öğleden sonra bayanlar İmam’ı ziyarete geliyorlardı. Biz o günün akşamı sıcaktan ve kalabalıktan bayılan kadınların sayısını 817 olarak tespit ettik. Ambulansta çalıştığımız için kadınları sedyelerle dışarı çıkarıyorduk; saçlarının ve kollarının görünmemesine dikkat ediyorduk.

Bu durum hem bizim için, hem de bizzat İmam’ı ziyaret etmeye gelen kadınlar için büyük bir eziyet halini alıyordu. Bu konuyu İmam’a şöyle ilettik: ‘Eğer izin verirseniz, hânımlar sizi ziyarete gelmesinler. Hem onlar eziyet çekiyor, hem biz.’

İmam bunu işittikten sonra şöyle söyledi: “Siz, benim bildirilerimin ve sizin konuşmalarınızın mı Şâh’ı İran’dan dışarı çıkardığını zannediyorsunuz? Bu kadınlar Şâh’ı dışarı attılar; devrimi bu bacılarımız yaptılar. Onlara saygılı davranın.’”

İmam Humeynî (rh. a.)’nin Aile Hayatı

0h1.jpgİran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu İmam Humeynî (rh. a.), hayatın her alanında dînî emir ve hükümlere bağlı olan kâmil bir insandı. Asrımızda ender rastlanan insanlardan biri olan İmam Humeynî, gerek toplumsal hayatında, gerekse özel hayatında kadınlara ve kızlara karşı oldukça saygılı davranırdı.

İmam’ın kızı Feride Hânım anlatıyor:

 “Biz hiçbir zaman babamın anneme ‘Şu işi yap, bu işi yap’ veya ‘Bana bir bardak çay koy’ dediğini görmedik. Babam annemi çok severdi. Öyle bir insandı ki, 60 yıllık evlilik yaşamlarında hiçbir zaman bir bardak su bile hânımından istemedi. Fakat kendisi hânımının çayını koyar, kendisi hânımına su getirirdi. Babam sadece bir lider değil ama hakikaten aynı zamanda mükemmel bir erkekti.

Ömrünün son zor günlerinde hastanede gözlerini her açtığında, konuşabilecek durumda olsaydı, ‘Hânım nasıldır?’ diye sorardı; hastanede gözlerini her açtığında aklına ilk olarak eşi gelirdi.

Annem yemek yaptığında, kötü de olsaydı, evde hiçbirimizin itiraz hakkı yoktu. Annemin yaptığı yemeklere kötü demeye bile korkardık. Çünkü babam o yemeği överdi. İmam her fırsatta bize, ‘Hiç kimse anneniz olamaz’ derdi.’

0h2.jpgİmam’ın aile hayatı tam anlamıyla İslamî bir çerçeve içerisindeydi. Biz İmam’ın aile anlayışını, örneğin çocuklarına ettiği nasihat ve öğütlerden ve ailesine karşı olan davranışlarından anlayabiliriz.

İmam Humeynî (rh. a.)’nin eşi Hatice Hânım Annemiz (rh. a.) anlatıyor:

 “Ben İmam’la yaşadığım 60 yılda İmam’ın hiçbir zaman benden bir beklentisi olduğunu görmedim. İmam’ın bizden tek beklentisi günâhlardan uzak durmamızdı. Bazen oturup başka bir şeyden bahsettiğimiz zaman İmam, gıybet olmaması için başkaları hakkında konuşmamızı istemezdi.

İmam bana çok saygı gösterirdi; bana karşı hiçbir zaman kötü bir söz söylemezdi. Sinirlendiği zaman dahi bana karşı saygısını korur ve asla edep dışı hareketlerde bulunmazdı. Odada en iyi yerde beni oturtur ve ben sofraya gelmeden asla yemeğe başlamazdı. Çocuklara da ‘Bekleyin anneniz gelsin’ derdi.

Ama hayatımızın bolluk ve refah içerisinde geçmediğini söyleyebilirim. Eşim ülkenin lideri olduğu halde biz fâkir ve yoksul bir hayat yaşıyorduk. Bu eşimin kendi tercihiydi. Talebelik maaşı ile yetinmeye çalışıyorduk ve Allâh’ın yardımıyla başkalarına muhtaç olmamaya çalışıyorduk.

İmam evde iş yapmama asla izin vermiyor ve bana aşırı derecede saygı gösteriyordu. Bir insan bahçedeki bir güle nasıl davranır, bana aynen öyle davranıyordu. Evi süpürdüğüm zaman yanıma gelir ve hemen süpürgeyi elimden alır, ‘Süpürme, kalsın’ diyordu. Çocukların elbisesini yıkadığım zaman bana engel olur, kalkmamı ve yıkamamamı söylüyordu. Ben de bunun için O’nun evde olmadığı zamanlarda ev işlerini yapardım. O evde olduğu zaman ne yapsam da elimi bir işe atamazdım; çünkü bırakmazdı. Elimdekini alır ve kendisi o işi yapardı. Ben de utanırdım O’nun bu nezaketi karşısında. İşte bu yüzden ben ev işlerini yapmak için mecburen eşimin evden çıkmasını beklerdim.

Çocuklar hastalanıp uyuyamadıkları zaman sabaha kadar uyanık kalmak zorundaydım fakat İmam, benim dinlenmem için gecenin bir kısmında kendisi kalkar ve çocuklara bakardı. İmam’ın gündüzleri dersi olduğu için çocuklara bakamıyordu ama derslerden sonra vaktinin bir kısmını çocuklara ayırırdı.

Hatırlıyorum da bir gün ailece İmamzâde Kasım’a ziyarete gitmiştik. Çocuklar büyümüş, kızım Feride evlenmişti. Öğle yemeğinden sonra bulaşıkları yıkamak için çeşmenin başına oturdum. İmam beni o halde görünce, çok büyük bir şey olmuş gibi kızım Feride’ye bağırdı, ‘Feride koş! Anneniz bulaşık yıkıyor...’ Feride koşarak geldi ve bulaşıkları elimden alıp kendisi yıkadı.

Genel olarak şunu söyleyebilirim ki, İmam, ev süpürmeyi, bulaşık çamaşır yıkamayı, benim yapmam gereken bir vazife olarak görmüyordu. Bazen mecbur kalıp yaptığım zaman rahatsız oluyordu. İmam ev işlerini çocuklarımıza yaptırırdı; çocuklar evde olmasa, yani ikimiz yalnız olsak kendisi yapardı. Bana asla ev işi yaptırmazdı.

İmam benimle emrederek konuşmazdı. Hatta kapıyı açık unutarak odadan içeri girdiğim zaman bana ‘kapıyı kapat’ demezdi. Benim oturmamı bekler, sonra kendisi kalkar ve kapıyı kapatırdı.

İmam beni ilgilendiren özel şeylere karışmazdı. Evliliğimizin ilk dönemlerinde (ilk haftalar yoksa ilk aylar mıydı tam olarak hatırlamıyorum) bana şöyle söyledi: ‘İstediğin gibi alıp istediğin gibi giyinebilirsin; bu gibi konularda sana karışmayacağım. Fakat senden istediğim bir tek şey var, o da şu: Allâh’ın farz kıldığı şeylerle âmel et ve haram kıldığı şeylerden uzak dur; yani günâh işleme!’

İmam beni sünnet âmelleri yapmaya mecbur etmezdi; benim işlerime de karışmazdı. Ben istediğim zaman arkadaşlarıma gidebiliyordum. Kendi paramı özgürce harcayabiliyordum. O kendi dersleriyle, ben de kendi işlerimle meşguldüm.

İmam gerçekten İslam’ı bilen bir kocaydı ve bu yüzden kendi hânımının hayatına ne ölçüde karışması gerektiğini biliyordu.”

İmam (rh. a.)’ın oğlu Seyyîd Ahmed anlatıyor:

 “İmam’ın kendine has birçok özelliği vardı. Onlardan biri de sadakatli olmasıydı; yani İmam, dışarıda söylediği bir şeyi asla değiştirmezdi. Halka söylediği her şeyin aynısını ev halkına da söylüyordu. Evde resmîyet yoktu, tam tersine büyük bir samimîyet vardı.

Babamla annem arasında çok büyük bir duygusal ilişki vardı. Babam ömrünün son günlerinde annemin elini tutup benim elime koyarak şöyle dedi: ‘Oğlum, Ahmed’im! Annenin razı olmadığı hiçbir şey yapma! O’nun Allâh’tan başka kimsesi yoktur.’

Annem sofraya gelmeden babam asla yemeğe başlamaz, onu bekler ve annem sofraya geldikten sonra yemeğe başlardı. Yine aynı şekilde İmam hastalandığı zaman bizi başına toplar ve annemizi üzmememizi ister, O’nun çektiği sıkıntıları anlatırdı. Bize her zaman, annemizi kendimizden razı etmemizi tavsiye ederdi.

Dışarıya karşı ve özellikle emperyalist güçlere karşı şedîd ve çatık kaşlı görünüşüyle bilinen babam, aslında gerçek hayatında tam tersiydi. O sadece emperyalist güçlere ve zâlimlere karşı böyle sertti.

Babam İmam Humeynî, kişilik olarak çok duygusal biriydi. Saatlerce bahçedeki güllerle ve çiçeklerle konuşur, ağaçların günün her saatindeki hareketlerini takip ederdi. Mahallenin çocuklarıyla bahçede top oynardı.

Zaten bizim eve gelenler, İran liderinin evine değil, İran’daki kendi halinde mutlu mesut yaşayan gariban bir ailenin evine gelmiş hissine kapılırlardı.”

İmam (rh. a.)’ın kızı Feride Hânım anlatıyor:

 “Hatırlıyorum da çocukken odada top oynardık. Bir gün top oynarken odanın camını kırdık. Babam sinirli bir halde içeriye girdi ve tam elini kaldırıp bize bağıracakken, ben, ‘Annem burada top oynamamıza izin vermişti’ dedim. Ben bunu der demez İmam elini indirip başını önüne eğdi ve hiçbir şey söylemeden geri dönüp dışarı çıktı.

Çocukluğumdaki o manzara hâlâ gözümün önünden gitmez. O derece sinirli bir şekilde odaya giren adam, ben ‘Annem top oynamamıza izin vermişti’ der demez nasıl birden sâkinleşti ve sanki hiçbir şey olmamış, sanki cam kırılmamış gibi tek kelime etmeden geri döndü.

İmam hakikaten bambaşka bir erkekti. Babam annemi çok seviyordu. Annemin pişirdiği yemekler ne kadar kötü olursa olsun kimsenin itiraz etmeye hakkı yoktu ve İmam o yemeği överdi. Annem evde iş yaptığı zaman İmam bundan rahatsız olurdu ve bize kızarak şöyle derdi: ‘Anneniz çalışırken siz oturuyorsunuz!’

Babamın yanına toplanıp konuşmaya başladığımız zaman babam, ‘Burada neden oturuyorsunuz? Anneniz bahçede yalnız oturuyor;  gidin ve O’nunla sohbet edin’ derdi.

İmam evlenen çocuklarına, evliliklerinin ilk dönemlerinde nasihat ederdi. Oğullarına, yani kardeşlerime, hânımlarından iş yapmaları yönünde beklentilerinin olmamasını ister ve evde iş yaptıkları zaman, bunun onların kendi iyiliklerinden kaynaklandığını anlatır ve oğullarına evlilikle ilgili şu nasihatleri ederdi: ‘Birbirinizle arkadaş olmaya çalışın. Siz erkeksiniz, dışarıda binlerce sorununuz olabilir; eve geldiğiniz zaman hepsini kapının dışında bırakın ve eve sevgi ve muhabbetle girmeye çalışın.’

Kızlarına, yani bana ve kızkardeşlerime ise evlendiğimizde şöyle nasihat etmişti: ‘Siz evde çok çalışmış ve yorgun olabilirsiniz, fakat yorgunluğunuzu kocanıza belli ettirmemeye çalışmalı ve kocanız eve geldiğinde gülerek onu karşılamalısınız. Kendiniz için sıcak bir yuva kurun. Siz kocanızın kıymetini ne kadar çok bilirseniz, o da sizin kıymetinizi o kadar bilir. Sevgi ve muhabbetin ilk nüvelerini atmak sizin elinizde. Kocanız size bir adım yaklaşırsa, siz ona üç adım yaklaşın. Kocanızın herhangi bir sorunu olduğu zaman, ne sebepten dolayı olursa olsun, size birşey söyler ve kötü davranırsa, siz haklı olsanız dahi kocanızın sinirleri yatışana kadar birşey söylemeyin. Kocanızın sinirleri yatışmamışken sakın cevap vermeyin. Bu, evde kavga çıkmasına yol açar. Haklı olsanız bile cevap vermeyin. Ne zamanki sinirleri yatıştı ve ortam duruldu, o zaman bir şekilde mevzûyu hatırlatır ve kendi haklılığınızı savunmaya kalkabilirsiniz.’

Ben ilk başlarda pek umursamadım, fakat zaman geçtikçe bunun evlilikte ne kadar önemli bir unsur olduğunu anladım. İmam’ın bu tavsiyelerini uyguladım ve sıcak bir yuvam oldu. Demek ki babamın bu tavsiyeleri, sevgi dolu bir aile kurmak için olmazsa olmaz tüyolarmış.”

İmam Humeynî (rh. a.)’nin Hânımına Yazdığı Mektup

0i.jpgİmam Humeyni (rh. a.)’nin hicrî / şemsî 1312 (miladî 1933 veya 1934) yılında Hacc yolculuğu sırasında Lübnan’ın başkenti Beyrut’tan eşi Hatice Saqafî Hânım Annemiz (rh. a.)’e yazdığı mektup, her satırı duygu yüklü yazılmış, ibret vesikâsı hükmünde bir mektuptur.

İmam’ın nasıl bir karaktere sahip olduğunu anlatmak için yüzlerce sahifelik yazı kaleme alınsa, kendisinin yazdığı bu mektup kadar net anlatamaz.

İşte bir İslam âlimin, bir İslam Devrimi liderinin, Ayetullâh Humeynî’nin eşine hitâb şekli.

Bu mektup, genç bir delikanlının sevgilisine yazdığı mektup değil, İran İslam Devrimi’nin lideri İmam Humeynî’nin hânımına yazdığı mektuptur. Hem de Hacc yolunda... 

İşte o mektup:

 “Sana tasadduk olayım; sana gelecek bir musibet bana gelsin. Canım sana fedâ olsun.

Sana olan bağlılığımı ifade etmek isterim. Canım; sana kurban olayım! Gözümün nûrundan ve kalbimin kuvveti olan senden ayrılığa mübtelâ olduğum süre boyunca seni düşünüyorum.

Yüzünün güzelliği, kalbimin aynasına nakşolmuş bulunuyor.

Gülüm; Allâh'ın seni sağlık ve esenlikle kendi himayesinde korumasını ümit ediyorum.

Günlerim, sıkıntılı da olsa geçiyor. Allâh’a hamdolsun, şimdiye kadar yaşadıklarım iyiydi. Şu an güzel Beyrut şehrindeyim.

Sevgilim; keşke sen de burada olsaydın. Hakikaten yerin bomboş. Şehrin ve denizin manzarasını seyretmek çok güzel. Ama yüzlerce kere hayıflanıyorum ki, eşim, canım sevgilim, Akdeniz’in bu harika manzarasını birlikte seyretmek üzere benim yanımda değil.

Netice itibariyle bu ikinci gecem. Gemiyi bekliyoruz. Yarın bir geminin hareket edeceği söyleniyor. Fakat biz geç kaldığımız için galiba ikinci gemiyi beklemek zorunda kalacağız. Seferimizi öne alıp alamayacağımız belli değil.

Râbbim’in, pâk ecdâdımın hakkı için tüm hacıları amellerinde muvaffak kılmasını diliyorum. Bundan dolayı biraz endişeliyim; ama Allâh’a hamdolsun moralim yerinde. Hatta moralim, hamdolsun, çok daha müstakim, çok daha iyi. Kendimi daha güçlü hissediyorum şimdi.

Yolculuk çok güzel geçiyor, ama işte, senin yokluğunu çok hissediyorum. Sensiz olmuyor.

Çocuklarımızı çok özledim. Umarım çocuklar, sen cancağızımın gözetiminde ve Allâh-û Teâlâ’nın muhafazâsı altında sağlık ve mutluluk içinde olurlar.

Eğer beyefendiye (= İmam'ın kayınpederi; hânımının babası) ve hânımefendilere (= İmam’ın kayınvalidesi; hânımının annesi) mektup yazarsanız, benden de selam söyleyin. Ben hepsi için orada ziyaret edip dûâ edeceğim. Şems Âfak Hânım'a (= İmam’ın baldızı; hânımının kızkardeşi) selam söyleyin; O’nun aracılığıyla da Doktor Alevî’ye (= baldızının kocası) selamlarımı iletin. Haver Sultan ve Rubabe Sultan’a da çok selamlar.

Sana  izzetli bir ömür dilerim. Canım sana kurban olsun.

Rûhullâh.”

İmam Humeynî (rh. a.)’nin Son Gecesi ve Son Sözleri

0j.jpgİmam Humeynî, hastanedeki son günlerinde dahi ibadetlerini terk etmedi; aksine daha fazla ibadet ediyordu.

Son günlerinde hastanede kaldığı odaya gizli kamera yerleştirilmişti; çünkü bütün hareketleri kontrol edilmeliydi. Fakat İmam’ın odada gizli kamera bulunduğundan haberi yoktu.

Vefât etmeden önceki son gecesinde kıldığı gece namazında, ağlayarak şöyle dûâ ediyordu:

 “Allâh’ım! Ne olur beni kabul et; ne olur...”

 

sediyani@gmail.com

1.20120221151408.jpg

Cemaran, 28 Şehrivar 1390

Kaynak: Yaseminler Gülümsüyordu Ellerimiz Kavuştuğunda - 17 - İbrahim Sediyani

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com