ANALİZ
Giriş Tarihi : 07-10-2024 21:08

Dr. İsmail Duman yazdı! Aksa Tufanı: Zorunluluk mu, gereksiz bir bedel mi?

Dr. İsmail Duman yazdı! Aksa Tufanı: Zorunluluk mu, gereksiz bir bedel mi?

Sakarya Üniversitesi akademisyenlerinden Dr. İsmail Duman, " Aksa Tufanı: Zorunluluk mu, Gereksiz Bir Bedel mi?" sorusunu Milli Gazete'ye yazdığı bir makale ile cevapladı.

Aksa Tufanı: Zorunluluk mu, Gereksiz Bir Bedel mi?

Bölgesel ve küresel gelişmeler açısından önemli bir kırılma noktasını temsil eden Aksa Tufanı, tarihe damga vuran pek çok olay ışığında bir yılı geride bıraktı. Güncel sürece ilişkin yapılması gereken kritik değerlendirmeler olmakla birlikte, başlangıç noktası hakkında dolaylı sorgulamaların zihin altında yer ettiğine dair işaretler, bu savaşla ilgili kafa karışıklıklarını masaya yatırmayı zorunlu hale getiriyor. Bu bağlamda, mücadele eşiğini aşındıran psikolojik bir bariyer olarak “Bir yılın bilançosuna baktığımızda, acaba HAMAS böyle bir operasyona hiç girişmeseydi ve eski düzen devam etseydi daha mı iyi olurdu?” sorusuna cevap aramak önem arz ediyor.

Bu sorunun zihinlerde yer etmesinin temel sebebi, Gazze’de ve son dönemde Lübnan’da yaşanan yıkımların ve can kayıplarının bilançosu. Şu ana kadar Gazze’de 42 binden fazla, Lübnan’da ise 2 binden fazla kardeşimiz hayatını kaybederken, binalar ve altyapı sistemleri harap olmuş durumda. Gazze’de temiz su ve gıdaya erişim noktasında yaşanan ciddi problemlerin yanı sıra salgın hastalıklarla mücadele edebilecek düzeyde bir sağlık düzeninden bahsetmek mümkün değil. Bu ağır tablo, sürece sadece ‘kayıplar’ üzerinden bakanların Aksa Tufanı’na eleştirel bir zaviyeden yaklaşmasını doğururken, bu süreci ihdas eden asıl nedenlerin göz ardı edilmesini mümkün kılabiliyor.

Tam bu noktada, Aksa Tufanı’nın bir boşlukta oluşmadığını hatırlamak ve süreci adil ve bütüncül bir çerçeveden ele almak önem arz ediyor. Zira, Aksa Tufanı bir ‘macera girişimi’ olarak doğmamış, aksine 2020 yılında imzalanan İbrahim Anlaşmaları ile temeli atılan bir bölgesel dizayn projesine karşı ‘oyun bozucu’ bir vasfa sahip olmuştur. Bu anlaşmalar, geçmişte Mısır ve Ürdün’le sınırlı kalan İsrail ile normalleşen ülkelere Bahreyn, Fas, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan gibi bölgenin ve Müslüman dünyanın önemli ülkelerini de eklemiştir.

Diğer bir ifadeyle, İsrail ‘kaleyi içten fethetme’ taktiğiyle Filistin coğrafyasında el-Fetih öncülüğündeki ‘uzlaşmacılar’ın elini güçlendireceği ve HAMAS, İslamî Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi ‘direnişçileri’ marjinalize edeceği bir denklem kurmayı hedeflemiştir. Aksa Tufanı’ndan hemen önce Suudi Arabistan ve Türkiye ile yapılan görüşmeler de bu sürecin bir devamı niteliğinde olmuştur. Suudi Arabistan, İsrail ile masaya oturacağı doğru zamanı kollarken, Türkiye ise İsrail ile bozulan ilişkilerini yeniden tamir etmeye çalıştığı bir vasatta bu tufana yakalanmıştır. Hatırlayacak olursak, Aksa Tufanı’ndan sadece 17 gün önce New York’taki Türkevi’nde Siyonist rejim başbakanı Binyamin Netanyahu ile bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Netanyahu’nun Ekim veya Kasım ayında Türkiye’ye geleceğini duyurmuştu.

Kısacası, İsrail’in Müslüman ülkelerle normalleşme sürecine hız vermesi, Filistin’de barış ortamı sağlamak amaçlı değil, direniş güçlerini pasif kılma hedefli bir stratejiye işaret ediyordu.

Bu çerçeveden baktığımızda, Aksa Tufanı’nın ‘İhanet Fırtınası’nı önlemeye yönelik bir operasyon olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu operasyona imza atılmasaydı, Filistin direnişinin mücrim olarak kodlanacağı ve ‘bölgesel barış’ adı altında Siyonist rejimin işgal ettiği topraklardaki mevcudiyetini garanti altına alan bir düzene boyun eğdirileceği yıkıcı bir süreci izlemek işten bile olmayacaktı. Nitekim, bu kadar sıcak bir atmosferde dahi direnişin yanında durmak yerine ABD’yi ve İsrail’i memnun edecek adımlar atmakla meşgul olan bazı Müslüman ülkelerin varlığı, bu sürecin ve denklemin en büyük ispatıdır.

Diğer yandan, Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda gösterdiği iki harita da meseleye ilişkin büyük fotoğrafı tüm çıplaklığı ile gözümüzün önüne seriyor. Bu haritalarda İran, Irak, Suriye, Yemen gibi Filistin direnişine doğrudan destek olan ülkeleri ‘şer ekseni’ olarak kodlayan Netanyahu, Mısır, Ürdün, Sudan, Suudi Arabistan gibi ülkeleri ise ‘iyilik ekseni’ olarak tanımlamıştı. Bu da meselenin sadece Filistin’den ibaret olmadığını, bölgesel anlamda yeni bir dizayn planının çok önceden tasarlandığını gösteriyor. O halde, Aksa Tufanı’nın gereksiz bir bedel ödeme girişimi değil, emperyalist ve Siyonist kurguya karşı başta Müslüman dünya olmak üzere tüm direnen halkların sorumluluğunu omuzlayan zorunlu bir adım olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bu bağlamda başta HAMAS, İslami Cihad ve Hizbullah olmak üzere tüm direniş gruplarının İslam ümmetinin izzetini ayakta tutma noktasında çok kritik fonksiyonları icra ettiklerini bilerek haklarını teslim etmek gerekmektedir.

Aksa Tufanı’nda son durum
Geçtiğimiz bir yılın muhasebesini yaptığımızda, Gazze’de büyük yıkım ve tahribatlar olmasına karşın, direnişin tüm gücüyle yoluna devam ettiği tespitinde bulunabiliriz. Taraflar arasındaki asimetrik güç ilişkisini hesaba kattığımızda, HAMAS ve İslâmî Cihad başta olmak üzere diğer direniş gruplarının uzun süreli mücadele kabiliyetleri, zamanın İsrail’in aleyhine işlediğinin en büyük göstergesidir. Netzarim ve Selahaddin koridoru gibi stratejik noktaları ele geçirdiğini açıklayarak psikolojik yıpratma savaşı veren İsrail’in, rehineler meselesi başta olmak üzere HAMAS’ın altyapısının tamamen yok edilmesi ve Gazze’nin kontrol altına alınması gibi açıkladığı hedeflerden oldukça uzakta olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Direniş grupları tarafından neredeyse her gün yayımlanan videolarda işgal askerlerinin pusuya düşürülme görüntüleri de Gazze’de sürecin İsrail’in istediği gibi gitmediğinin bir diğer delilidir.

Benzer şekilde, 8 Ekim’den itibaren Lübnan cephesinden sürece dahil olan Hizbullah’ın verdiği yıpratma savaşı da, hareketin üst düzey isimlerine yönelik suikastlara rağmen, İsrail açısından bir kâbusa dönmüş durumda. Aşamalı bir şekilde saldırılarını artıran Hizbullah, İsrail’in kuzeyini felç ederek Gazze’yle dayanışmasını gösterirken, her ne pahasına olursa olsun direnişi yalnız bırakmayacağını deklare ederek, işgal güçlerinin kara saldırılarının muhatabı olmuştur. Gelinen noktada İsrail işgal güçlerinin büyük zaiyatlar vermesi ve Lübnan sınırından içeriye doğru ilerleyememesi, işgal rejiminin Lübnan cephesinde de büyük açmazlar yaşadığını göstermektedir. Nitekim İbranice basında çıkan haber ve yorumları takip ettiğinizde, Gazze ve Lübnan cephelerinin İsrail açısından ne denli bir yıkıma dönüştüğünü anlamak mümkündür.

Peki Aksa Tufanı cephelerinde gelişmeler olumlu seyirde ilerliyor ise neden bize servis edilen haberlerde hep İsrail’in yıkımlarını merkeze alan bir korku propagandası öne çıkarılıyor? Burada bir parantez açarak, emperyalist düzende medya manipülasyonlarının nasıl işlediğine dair ipuçları veren Prof. Dr. Noam Chomsky’nin şu sözlerine kulak vermek faydalı olacaktır:

“İnsanları pasif ve itaatkâr tutmanın akıllıca yolu, kabul edilebilir görüş yelpazesini katı bir şekilde sınırlamak, ancak bu yelpazede çok canlı tartışmalara izin vermek, hatta daha eleştirel ve muhalif görüşleri teşvik etmektir. Bu, insanlara özgür düşüncenin devam ettiği hissini verirken, sistemin ön kabulleri tartışma yelpazesine konulan sınırlarla her zaman pekiştirilir.”

Medya-sermaye-siyaset ilişkilerini doğru tahlil ettiğimizde, Aksa Tufanı’na yönelik İsrail anlatılarının konuyla çok da alakası olmayan gazeteciler, muhabirler ve akademisyenler tarafından satın alınarak bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde pazarlanmasının, Chomsky’nin sözlerinin haklılığını bir kez daha ortaya koyduğunu göstermektedir. Halbuki bölgeyi iyi çalışan-bilen ve adil bir bakış açısıyla konuya eğilen akademisyenler ve gazeteciler şunu çok net bir şekilde ifade etmektedirler ki; İsrail’in tüm hava gücü üstünlüğüne rağmen mevcut durumda direniş gruplarıyla olan mücadelesi hezimete doğru evrilmiştir. Tam da bu sebeple, İsrail, ABD’nin desteğini alacağı bir bölgesel savaşı tetikleyerek süreci lehine çevirme derdine düşmüştür. Ancak şu anda direniş cephelerinin bileşenleri etrafında Filistin, Lübnan, Yemen, Irak ve Suriye gibi çok boyutlu bir savaşa dönüşme potansiyeline sahip olan Aksa Tufanı’nın orta ve uzun vadeli sonuçları bakımından İsrail’in bataklığına dönüşeceği bir temenniden ziyade rasyonel bir gerçekliğe dönüşmüş durumdadır.

Tarih bize göstermiştir ki; nasıl Şeyh Ahmed Yasin ve Abdulaziz Rantisi şehit olduktan sonra HAMAS yok edilme hedefinin tam tersi şekilde İsmail Heniyye başbakanlığında Gazze’de iktidar partisi olduysa veya Abbas Musavi’nin şehadetinden sonra Hizbullah gücünün kırılması hayallerini boşa düşürüp İsrail’i Lübnan’dan çıkarma şerefine nail olmuşsa; bugünden sonra da İsmail Heniyye ve Hasan Nasrallah’ın İsrail tarafından şehit edilmesi, Filistin ve Lübnan’da İsrail’e karşı daha büyük müjdelerin habercisi olacaktır. Bunu romantik bir okuma olarak değil, HAMAS’ın ve Hizbullah’ın organizasyonel ve liderlik yapılanmalarını yakından çalışanların sunduğu veriler üzerinden yapılmış bir analiz olarak değerlendirmek Aksa Tufanı’na ilişkin daha gerçekçi yorumlar yapmaya fırsat sunacaktır.

Bize düşen sorumluluklar
ABD ve diğer pek çok Batılı ülkenin İsrail’in arkasında saf tutarak katliamlarına ortak olduğu bir denklemde, Müslüman dünyanın tüm üyeleriyle birlikte Filistin’in ve Lübnan’ın yanında pozisyon alması en doğal beklentilerden biridir. Ancak İsrail’le normalleşme görüşmeleri ve emperyalist güç merkezi olarak ABD’yi ürkütmeyecek adımlar atma acziyeti, Müslüman ülkelerin önemli bir kısmının fonksiyonel felç hali yaşamasına neden olmuştur. Gelinen noktada İran’ın desteklediği direniş gruplarının haricinde Aksa Tufanı’nda işlevsel rol oynayan başka aktörlerden bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda Türkiye ve Katar gibi ülkelerin ise diğer Körfez ülkeleri gibi büyük bir ihanet içerisinde olmamakla birlikte, sadece retorik boyutunda kalan adımlarına eşlik etmeyen pratikleriyle Filistin direnişinin işini kolaylaştıracak adımlardan uzak olduğunun da altını çizmek şarttır. Diğer bir ifadeyle, küresel emperyalist düzene kafa tutmayı gerektiren hamlelere mesafeli durarak, mevcut denklemden duyulan rahatsızlığın sadece söylemden ibaret kaldığını görmek gerekiyor. İsrail’in ülkemiz de dahil olmak üzere tüm bölge için tehdit olduğu aşikâr halde iken, ticari ve diplomatik ilişkilere dair somut adımlar atılmaması, ülkemizden giden Azerbaycan petrolünün vanasının kapatılmaması ve Kürecik ve İncirlik üslerinin kapatılmasına ilişkin herhangi bir irade beyanında bulunulmaması, direnişe destek söyleminin kısıtlarına işaret etmektedir. Tüm bunları göz önünde bulundurarak, tarihin doğru tarafında durmak için Türkiye kamuoyuna büyük sorumluluklar düştüğü aşikârdır. Bu çerçevede Müslüman halkımızın ifa etmesi gereken üç sorumluluktan bahsedebiliriz.

Birincisi, İsrail’in Müslüman dünyanın fay hatlarını çok iyi bildiğini ve mezhepçilik, milliyetçilik ve statükoculuk gibi unsurlar üzerinden Müslüman dünyadaki ihtilafları körüklediğini görmemiz gerekiyor. Sünni-Şii demeden öldürmeye devam eden emperyalist ve Siyonist odakların mezhepsel ayrılıkları körüklemeleri ve bunları sosyal medyadaki bot hesaplar üzerinden tahkim etmeleri, Müslüman dünyanın gücünü bölme amaçlı en önemli projelerden biridir. Türkiye’de İran ve Hizbullah üzerinden yürütülen bu kampanya, Siyonistlerle aynı hedefleri dövmeyi beraberinde getirmektedir. Buna karşı uyanık olmak, Müslüman halkların en büyük sorumluluklarındandır. Eğer bu noktada yeterince bilinçlenmezsek, tüm kritik durumlarda farkında olmadan düşman diye bildiğimiz güçlere dolaylı hizmet etme riskimiz var demektir. Bunu aşabilmenin en önemli reçetesi, Müslümanların birbirini yakından tanıması olduğu kadar emperyalizmi ve Siyonizm’i tüm derinliklerine kadar anlamaktır. Tıpkı medya alanında olduğu gibi, çok masumca zannettiğimiz pek çok veri akışının bilinçli bir sürecin parçası olma ihtimalini doğru analiz etmek ancak bu bilinç seviyesi ile mümkün olacaktır.

İkincisi, Türkiye’de iktidara ve sermaye gruplarına yönelik baskıyı artırmak gibi bir yükümlülüğe sahibiz. Petrol akışından üslerin kapatılmasına kadar pek çok meseleye ilişkin iktidara kamuoyu baskısı oluşturmak oldukça elzemdir. Bu bağlamda Aksa Tufanı merkezli düzenli ve geniş katılımlı eylemliliklere başvurmak en öncelikli gündem maddelerimiz arasında yer almalıdır. Zorlu Holding gibi İsrail ile doğrudan iş birliği yapan sermaye gruplarına ve dolaylı yollarla İsrail ile ticaretini sürdüren şirketlere yönelik farkındalık oluşturmak ve bu sermayedarları geri adım atmaya mecbur bırakmak da aynı derece kritik öneme sahiptir.

Üçüncü sorumluluk alanımız ise Aksa Tufanı ile başlayan sürecin sadece Filistin’den ibaret olmadığını, çok daha geniş bir çatışma alanına doğru evrilme potansiyeline sahip olduğunu bilerek, uzun soluklu bir mücadele için moral ve motivasyonlarımızı yüksek tutacak psikolojik hazırlıklarımızı tamamlamaktır. Düşmanın en önemli silahlarından biri olan psikolojik harp tekniklerine karşı uyanık olmak, gerçek bilgiye erişim imkânlarını takip etmek ve uzun koşulu maratonun gerektirdiği şekilde enerjimizi doğru yerlerde harcamak, bu mücadelenin en önemli sac ayaklarındandır.

Sonuç olarak; Aksa Tufanı, birinci yılını geride bırakırken bize direnişe ilişkin pek çok ders öğretmiştir. Bunlardan çıkaracağımız sonuçlar, adil bir dünya düzeni inşa etme ideali etrafında önemli mücadele azıklarımız olacaktır. Küresel düzendeki krizi aşmada ve ezilen halklara bir umut olmada yol rehberliği yapacak olan bu süreç, alternatif bir anlatının inşasında kritik bir role sahiptir. Yeni bir şafak sökümüne namzet olan bu denklemin doğru tarafında yer almak, üzerimize düşen sorumlulukları ne kadar yerine getirdiğimizle ilgili olduğu kadar, düzen değişimine olan inancımız ve bu inancımızı besleyen doğru bilgi akışlarıyla yakından irtibatlıdır. Tüm dünyada vicdanlı halkların sesi olan Filistin ve Lübnan direnişinin, emperyalist ve Siyonist kibri dize getirmesi duasıyla…

İslamiAnaliz

ZehraZehra

seyyidezehra@outlook.com