“Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet” yok, “Ümmet-i Muhammet” var!
Mekke’de reform yaşanmadıkça Medine’de iktidar olunmaz.
Abartılmış, aşırılaştırılmış komünizmle mücadele bize iki musibet getiriyordu: Biri içerde sağcı muhafazakar, milliyetçi partilere mecbur ediyor, dışarıda Amerika ve NATO’yu zaruri gösteriyordu ki, bunun 1970’lerdeki jargonu Ehven-i şerdi.
Bir Mecelle kaidesi olarak “Şerreyn tearuz ettik de ehveni ihtiyar olunur.”
Ehven olanın aslında eşedd olduğunu anlatmak mümkün değildi. Hem Tek Parti Dönemi’nde süren zulüm ve baskılar, hem komünist grupların açıktan dine karşı tutumları muhafazakâr kitleleri sağcı milliyetçi partilere sürüklüyordu. Yalçın Küçük, bir konuşmasında işçi sınıfı ihtilal yaptığı günün sabahında ilk iş ezanları yasaklayacağını söylüyordu. Türk solu ne ilke düzeyinde ne reel politik olarak dine müsamahakâr değildi, bugün de öyle.
(1981’de Afganistan’a gitmek üzere Necati Aktülün, Sami Becerikli ve Cengiz Ayanoğlu ile İran üzerinden Pakistan’a gittik, oradan Peşaver’e geçecektik. Karaçi’de kaldığımız gece Hindistan Komünist Partisi’nin liderinin ölen annesine Mevlüt ve dua okuttuğunu söylediler, programımız müsait olsaydı biz de duaya katılacaktık. 1937 yılında kabul edilen Sovyet Anayasası’nda kolera ve dinle mücadele aynı paragrafta yer alıyordu, II. Dünya Savaşı başlayınca Stalin Moskova Kilisesi ile barıştı, yardımını temin etti. Jean Paul Sartre, Varoluşçu ateist idi ama Kilise ile barışıktı, çünkü içinde yaşadığı toplumun sosyolojisinin bunu gerektirdiğini söylüyordu. Akşamdan sabaha kadar Ali Şeriati ile sohbetinden sonra Sartre şunu demişti: “-Eğer bir din seçecek olsaydım, senin dinini seçerdim.” Bizim solcularımız ne Kemal Tahir’e ve İdris Küçükömer’e kulak verdiler, ne Hikmet Kıvılcımlı’ya kafa yordular. Bizdeki solcuların kahir ekseriyeti solcu-sosyalist olmaktan çok pozitivist Kemalisttirler, bu yüzden Sovyetlerin çöküşünden sonra hızla ve kolayca sosyalizm veya komünizmden Kemalizm’e geçiş yaptılar.)
Komünizmle Mücadele Dernekleri ve sağcı milliyetçi propagandanın etkisi büyüktü ama Türk solunun dine karşı tutumunun muhafazakar kitlelerin sağa itilmesinde büyük payı vardı.
(1977 seçimlerinde MSP adına Şehremini’de sandık müşahidi idim. Gün boyu yüzlerce sarıklı-cübbeli, çarşaflı insan gelip oy kullandı. Ben sandıkta MSP’nin patlama yapacağını düşünüyordum. Açıldığında bir tek oy çıktı MSP’ye o da benimkiydi, diğerlerinin tamamı AP (Adalet Partisi)’nindi.)
Kendimizi komünizm tehdidine kaptırmamız bizi ülkenin maddi, ekonomik sorunlarına bigane kılıyordu. Yoksulluk, yasaklar, yolsuzluklar ki o zaman da vardı, hem de çok ağırdı. Komünistler “işçi sınıfı”nı söylemlerinin merkezine yerleştirdiklerinden bizim cenahta işçilerin, yoksulların derdi davamız değildi. Oysa biz de o ezilenlerin sınıfındandık.
(Ben ezilen sınıflara karşı her zaman duyarlıydım, İmam Hatip’te okumasaydım, muhtemelen sosyalist olurdum. 18 yaşına henüz girmişken Mardin Sesi gazetesinde yazdığım bir yazıdan dolayı savcılık 141-142’den hakkımda soruşturma başlatmıştı, tam o hafta staj amacıyla Şehidiye Camii’nde verdiğim bir vaazdan dolayı aynı savcılık bu sefer 163’ten soruşturma açtı.)
Anlıyordum ki iki kanatlı (Zü’l cenaheyn) olmadıkça iyi bir müslüman/İslamcı olunamaz. İlahiyat (Yüksek İslam) yanında sosyoloji okuma fikrim buna dayanıyordu, bu fikri rahmetli Said Nursi’den almıştım. Sedat Yenigün gibi hayli yüksek puan aldığım halde tereddütsüz sosyolojiyi tercih ettim.
(365 toplam almıştım, o zaman toplam puanına göre istediğin fakülteye kayıt yaptırmak mümkündü. İstanbul Sosyoloji 270 puanla kayıtları açmıştı, bu puanla da öğrenci bulamadığından 256’ya kadar düşürmüştü. 365 puanla kayda gittiğimde mermura hanım –Evladım, bu puanla niye buraya geldin, git eczacılığa, başka iyi fakültelere yazıl, demişti de, ben niyetim sosyolojiye yazıldım. Özellikle sosyoloji seçmemin sebebi, asıl mezuniyet Umumi Sosyoloji’den olsa bile bunun yanında Sistematik Felsefe, Sosyol Psikoloji, Antropoloji ve Sanat-Estetik’ten de sertifika alma mecburiyeti vardı. Sanat-Estetik hocam sonraları 28 Şubat sürecinde isminden çokça söz ettirecek Necla Arat’tı.)
Komünizmle ilgili kanaatlerim oluştuktan sonra kapitalizm ve faşizmle ilgili yazılar yazmaya başladım. Sedat Yenigün adeta bana konu siparişi verip yazıları MTTB’nin Milli Gençlik Dergisi’nde yayınlıyordu. Gel gör ki, sağcı muhafazakar kitleyi ikna etmek kolay değildi. Bir yazıda “Marxist doktrine nasıl yaklaşmalı?” diye bir ara başlık vardı. Erzurum’dan biri yazıp “Ne demek istiyorsun? Şimdi komünistlerle kucaklaşalım mı? Ayağını denk al” diye tehdit mektubu yazmıştı.
Yazılar belli bir yekuna ulaşınca Sedat, bunları kitaplaştırmamı teklif etti. Ben de redakte edip bir araya getirdim, böylece bugüne kadar tahminen 200 bin civarında satan Çağdaş Kavramlar ve Düzenler kitabım yayınlanmış oldu (Sırdaş Yayınları-1976). İlk bölümde kapitalizm, bilimsel-sosyalizm, komünizm ve faşizm doktrinlerini; ikinci bölümde muhafazakarlık, sağcılık, ahlak ve maneviyat, sınıf, laiklik-sekülarizm, teokrasi, iktisat, emek, mülkiyet kavramlarını ele aldım.
Amacım, çağlar üstü mesaja sahip Müslümanlığın revaçta olan üç doktrinin üzerinde kendine özgü bir sosyo politik ve ekonomik düzene sahip olduğunu ortaya koymak, bu arada yeni oluşmakta olan İslamcı hareketi öykünmeci, rövanşçı, retorikçi şair ve edebiyatçıların tesirinden kurtarıp kavramlarla analitik düşünmeyi sağlamaktı.
Sedat, kitabı İhsan Mermerci Lisesi’ndeki öğrencilere okutturup, kitaptan ne anladıklarını yazmalarını istedi, öğrenciler kitabı okudu, düşüncelerini yazdılar. Bana bir tomar dosya kağıdını getirip “-Al, oku bir daha gözden geçir” dedi. Amacı lise ve üniversite gençlerinin anlayabileceği üslubu tutturmaktı. Denebilir ki bugün çok sayıda siyasetçi, bürokrat, yazar, aktivist insanın okuduğu Çağdaş Kavramlar ve Düzenler kitabını Sedat Yenigün yazdırdı, sonraki baskılarında bunları anlattım, Sedat’ı minnet ve rahmetle andım.
Sedat Yenigün hem bir mütefekkir hem de bir eylem adamıydı, durmadan hareket halindeydi ve gerçekten kendine özgü bir karizması vardı. Ama yine de MTTB’de arzu ettiği değişimi yapamıyordu, içeride hayli kavi bir zemin vardı ki, bu zeminin inşaatında milliyetçi, sağcı, mukaddesatçı ve muhafazakar malzeme kullanılmıştı.
Bu sırada Necmettin Erbakan hocanın başında olduğu MSP siyasette kendini hissettiriyordu. Erbakan Hoca CHP-MSP koalisyonuyla şaşırtıcı bir hamle yapmış, Bülent Ecevit’e “tarihsel yanılgı” cümlesini kullandırmıştı. Erbakan Hoca siyaseten İslamcı’ydı, “Milli Görüş” diyordu ama konjönktürel zaruret dolayısıyla aslında yani zamirinde “milli” kelimesinden Kur’an’daki gerçek manasında “din”i kastediyordu. Kur’an’da “millet”, sayısal manada topluluk vey ulus değil, din ve şeriat (hukuk) manasında kullanılır (12/Yusuf, 37), biz de Kur’an ve Sünnet’i referans alan İttihad-ı Anasır-ı İslam’ı hedefleyen fikri bir hareket olarak bu konuda hassasiyet gösteriyorduk.
Karşı cenahta ise tamı tamına Türk milliyetçiliğini referans alan ama dine, mukaddesata, yerli değerlere saygılı bir fikri-siyasi hareket de vardı ki, bunun sahnedeki en güçlü temsilcisi Necip Fazıl Kısakürek’ti.
Necip Fazıl, tek parti döneminde dindar muhafazakar kitlelere reva görülen baskılara cesaretle karşı çıkan, “din mazlumları”nı yazmış bir şairdi. Sadece şair değil aynı zamanda güçlü bir polemikçiydi, özellikle Kemalistlere ve CHP çevrelerine öyle güçlü saldırılar yapıyordu ki, muhafazakar kitlelerin gözünde müstesna bir şahsiyetti. Güçlü bir polemikçiydi, nüktedandı, hazırcevaptı.
Kumar oynadığı söylense de, bir kitabı iki yayınevine satıp parasını tahsil ettikten sonra üçüncü yayınevinde bastırsa da, herkesi azarlasa da kimse ona karşı çıkmazdı. 28 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra biri demiş ya “Biz bu insanlara ne yaptık ki, bize bir türlü oy vermiyorlar”. Tam öyle.
Tek parti yönetimi hayatı dar etmişti ve bu dönemde Necip Fazıl, en yüksek perdeden bu mağdur ve mazlum insanların sözcüsü, savunucusu gibiydi.
Fakat fikriyatına yakından bakıldığında hiç de İslami/iyi bir çizgide olduğu söylenemezdi. En önemli kitabı “İdeolocya Örgüsü” Mussolini’nin modelinden mülhemdi. Başyücelik, bütün yetki ve kuvvetlerin tek elde toplandığı otokrat yönetimde olabilirdi ancak İslam dünyasından kitapları tercüme edilen belli başlı Müslüman alim ve mütefekkirleri küçümsemekle kalmıyor, olmadık sıfatlarla aşağılıyordu: Muhammed Hamidullah’a “baidullah”, Ebu’l A’la Mevdudi’ye “merdudi” diyordu. Seyyid Kutup’a adeta hasımdı. İranlı yazarlara hayırhah bakması düşünülemezdi, akıl almaz bir kibri vardı. Afganistan’da cihad başlayınca bir heyet İstanbul’a gelmiş, Necip Fazıl’ı ziyaret edip tavsiyelerini almak istemişti. Onlara “Kitaplarımı okuyun” demekle yetinmişti. Kemalistlere ve CHP’ye yönelttiği eleştirilerinde haklıydı ama Kadir Mısırlıoğlu ve bu çizgideki yazarlarla öylesine bir nefret dili kullanıyordu ki, günün birinde bir diyalog kurmak icap etseydi, buna imkan bırakmıyordu.
Yeni başlayan İslami hareketin ve zaten öteden beri Anadolu’da, büyük şehirlerde yaşayan insanların etnik kökenleri karışıktı. İkinci Nesil İslamcılar Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Gürcü, Çeçen, Arnavut, Boşnak vd. etnik kökenden gelenleri “İslam ve ümmet” şemsiyesi altında toplarken, Necip Fazıl “Türk’ün ruh kökü”nden, “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet”ten bahsediyor, son yıllarda iyiden iyiye Erbakan’a kızıp MHP’ye göz kırpıyordu.
(Sonraları Necip Fazıl’dan flamayı İsmet Özel alacak, Necip Fazıl’dan daha kalın cümlelerle “Ben üstünüm, çünkü Türküm, Allah beni diğer milletlerden üstün yarattı” diyecektir) (https://youtu.be/pY1B3NN_Z1s?si=pyR81M_BL4kxxAMR)
Bize göre bunlar cahiliyeden kalma iddialar, itikadi cürüm teşkil eden retoriklerdir. Irk üstünlüğü ve seçilmişlik Yahudilerden ve Hitler’den alınmaydı. Buna karşı öncelikle sahih bir akideden hareketle fikri bir mücadele başlatmak lazımdı, bu farzdı.
Bu arada adım adım 12 Eylül’e doğru gidiyorduk. Sağcı solcu arasında süren çatışmalarda neredeyse hergün beş on kişi hayatını kaybediyordu.
(1975’in 21 Kasım günü Çemberlitaş’tan geçiyordum, sinemaların giriş kapısında iki grup karşılaştı, biri silahını karşıdan gelenlere doğrultup ateş açtı, biri yere düştü. Yere düşüp hayatını kaybeden Ülkücü İsmali Tığlı’ydı, vurup kaçanların TSİP olduğu söylendi ise de, sonraları Dev Genç’li oldukları bildirildi. 10 metre mesafeden gözümün önünde cereyan eden bu cinayet beni çok sarsmıştı. İki gün sonra Kur’an hocamız Emin Işık, öğrencileri cenaze törenine katılmaya davet etti, kendisi de katıldı.)
Olaylar geliştikçe saflar belirginleşiyordu. Söz konusu belirginleşmede Düşünce Dergisi, Şura, Tevhid, Hicret, İslami Hareket vb. yayınların büyük etkisi vardı. Çıkardığımız haftalık Şura bir ara 38 bin satıyordu. Düşünce yayınlarında bastığımız kitap 5 bindi ve satıyordu.
Sonunda ipler 1977-Aralık ayında Tepebaşı Gazinosu’nda düzenlenen “İslami Diriliş Gecesi”nde koptu. Gazino’yu coşkulu bir kalabalık doldurmuştu, salon hınca hınç doluydu, çok sayıda ülkücü de vardı. İlk konuşmacı Necip Fazıl’dı, sonra Sedat bir konuşma yaptı, son konuşmayı ben yapacaktım. En son ben sahneye çıkacak, tavrımızı açıkça ve net ifadelerle ortaya koyacaktım.
Öyle de oldu. Necip Fazıl ve Sedat’ın konuşmalarından sonra, sahneye çıktım ve Üstad’ın gözünün içine bakarak “Türk’ün ruh kökü ve Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet”in birer hurafe olduğunu, bizi ırkçılığa götürdüğünü, biz ise Müslümanların birliğini savunanlar kimseler olduğunu söyledim. Yuhalamalar ve alkışlar birbirine karıştı. Bazıları sahneye doğru hamle yapınca Sedat beni sahnenin arkasından alıp dışarı çıkardı, salonu terkettik.
(O sırada Fatih Yavuz Selim, Bedrettin Simavi sokakta oturuyorduk, sokağın sonunda Antalya Erkek Öğrenci Yurdu vardı, yurt ülkücülerin elindeydi. Tehditler almaya başladım, aldığım duyuma göre, ara sıra sokağa çıkıp oynayan üç yaşındaki oğlum Fatih’i kaçıracaklardı, bir gece yarısı sağnak yağmur altında zaten birkaç parça olan eşyamızı bir kamyona yükleyip Güngören-İnönü caddesinde bir eve taşındık.)
Birileri İslami kesimi çatışmanın içine çekme peşindeydi. 23 Şubat 1979 günü Metin Yüksel’in Fatih Camii avlusunda şehit edilmesinin bununla ilgisi vardı. Metin’in şehadeti İslamcı ülkücü arasında süren alan çatışmasının ötesinde bir amaç taşıyordu.
Akıncılar, intikam yemini etmişlerdi, Ülkücülerden mutlaka birini öldürerek intikam alacaklardı. Fakat Metin’in babası Sadreddin Hoca, böyle bir işe kalkışacak olurlarsa hakkını helal etmeyeceğini söyledi. Yine de “aradakiler”den bazıları intikam diyordu. Sedat, bana Beyazıt’ta yapılacak büyük mitingde yapılacak açıklamayı beraber yapmamızı teklif etti, kabul ettim. Beyazıt Camii kapısında ikimiz ortak açıklamayı yapıp, şiddetten uzak durmamız gerektiğini, İslami kesimi birilerinin çatışmaların içine çekmek istediğini belirttik. Sonraları Komünistler tarafından ülkücü bir işçinin öldürülmesi üzerine Lütfü Şehsuvaroğlu ile ortak bir dayanışma toplantısı düzenleyip tarafları mutedil davranıp oyuna gelmemeleri konusunda uyardık.
İşe yaradı.
MTTB dolayımında ortaya çıkan ayrışma bir yönüyle paradigmatik düzeyde politikti. İkinci Nesil İslamcıların –sembol kuruluş olarak- MTTB’de kalanlar, devleti Kemalistlere kaptırdıkları devleti elde etme mücadelesini yürütürlerken –ki modern iktidar, siyaset, devlet, tarihi tecrübe, yeni İslamcılık vb.-konuları önemsemiyorlardı. Devlet bizimdi, ele geçireceğiz ve tekrar Ortadoğu’da lider ülke olacağız. Bayrak düştüğü yerden kalkar, bayrak bizdedir, Arap dünyası bizi kurtarıcı olarak beklemektedir. Bu bakış açısı 2011’den sonra Suriye ve Mısır’da takip edilen akîm politikalar sonucunda bölgeyi felakete geçirecekti.
Ayrışma taraftarı olan bizler için geçmiş geçmişte kaldı, yeni bir güne girdik.
“Eski muhal muhal, ya yeni hal ya izmihlal!”
Yeni hal üzerinde imal-i fikr ederek ilerleyeceğiz, bize ait olmayan siyasi doktrinleri ve iktidar aygıtlarını kullanmaktan imtina edeceğiz. Mekke’de kalplerin geçirdiği manevi, fikri ve ahlaki reformlar yaşanmadıkça Medine’ye sıçrama yapılacak olsa, Medine cahiliyenin Mekke’sine dönecekti. Tabii ki, Hz. Peygamber (s.a.)’in siretindeki 10 yılı Mekke’de, 13 yılı Medine’de geçirmek gerekmezdi, önceliği Mekke’nin manevi ve ahlaki reformlarına ayırmak suretiyle eşzamanlı olarak –hem de kısacık zamanda- süreç yaşanabilirdi.
Ayrışmanın iki belirgin göstergesinden biri milliyetçilikten İslamcı çizgiye geçmek, diğeri literatürü değiştirmekti. Sedat Yenigün, bunun farkındaydı, İslamcılıkla milliyetçilik (buna sadece Türk milliyetçiliği değil Arap, Kürt, Pers veya başka türden milliyetçilik) ayrışmayacak olsaydı, giderek merkez sağ ve merkez solun elinde giderek çökmekte olan sistemi İslamcılar oksijen çadırına alacak, bundan pekmez yoğurt türü bir karışım çıkacaktı.
Acilcilerin acelesi vardı; özgürlük, ahlaki arınma, herkes için hukuk ve adalet, ihtiram ve İttihad-ı İslam için iktidarı bir kenara bırakıp iktidar için iktidar yolunu seçtiler. 2011 yılına kadar görece de olsa “ilkeye dayalı iktidar” ile “reele uygun iktidar” kanatları bir arada çalıştı, iyi şeyler de oldu. Sonraları merkez sağ ve merkez solun bıraktığı noktaya dönüldü.
Sedat Yenigün, bu karışımın önüne geçebilecek potansiyel güce sahipti, MTTB’den ümidini kesince, Fatih’te İstanbul Kültür Ocağı (İKO)’nın kuruluşuna öncülük etti, İslami Hareket isimli dergi yayınına başladı. 5 Temmuz 1980’de Fatih Akşemsettin caddesinde berberde iken şehit edildi. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun.
Serbestiyet