Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “Mezheplerin Doğuşunda İlk Kırılma” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte o yazı:
Hz. Peygamber (s.a.)’in irtihalinden (h. 10/m. 632) sonra başlayan iç iktidar çatışmalarında trajik olayların yaşanması kısa zamanda “mezhep/fırka” diyebileceğimiz sosyo politik gruplaşmanın oluşmasında önemli rol oynadı. Özellikle üç olay travmalara yol açtı: Hz. Osman’ın Mısır ve Kufe’den başkent Medine’ye gelen muhaliflerin evini kuşatıp şehit etmeleri (35/656), hemen akabinde Hz. Ali ve Hz. Aişe’nin karşı karşıya geldiği Cemel Vak’ası (36/656) ve tabii ki on binlerce Müslümanın hayatını kaybettiği Sıffin Savaşı (37/657).
tesbihBu trajik olaylar Müslümanların zihninde şu istifhamların doğmasına yol açtı: Cinayet işlemek, haksız yere savaş çıkartıp binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermek büyük günahtır, peki büyük günah işleyenin Allah katındaki hükmü nedir? Önceden tayin edilmiş bir kader üzere mi biri öldürür (katil), biri öldürülür (maktul)? Daha geniş çerçevede insan eylemlerinde kişinin özgür iradesinin rolü nedir? Savaşlarda, özellikle Sıffin’de ve Muaviye’nin seçilmiş halifeye yani Hz. Ali’ye başkaldırdığı Sıffin’de iki tarafın arasını bulmak üzere “hakem” tayin edilmesi meşru mudur, değil midir? Sadece “Kur’an” ile mi hükmetmeli, yoksa bazı durumlarda sadece “Sünnet” ile mi?
Zira Hz. Ali, hakem tayinini küfür sebebi sayan Haricilerle müzakere etmek üzere İbn Abbas’ı görevlendirdiğinde ona şu talimatı vermişti: “Onlarla Kur’an üzerinden tartışma, Hz. Peygamber’i (tatbikatını) dayanak göster!” Hz. Ali’ye göre tartışmada, hasım sizin öne sürdüğünüz bir ayete başka bir kaç ayetle cevap verir ve bu sonuçsuz bir cedele döner. Tabii ki Hz. Ali için Kur’an en yüksek normdur ama Kur’an hükümlerinin nasıl hayat pratiklerine aktarıldığını “mü’minler için örnek” seçilen (33/Ahzab, 21) Hz. Peygamber’in sünnetinden anlamak mümkündür.
Söz konusu istifhamlar etrafında baş gösteren münazara ve müzakere, sonraları İslam tarihinin belli başlı kelami/itikadi mezheplerin teşekkülünde rol oynayacaktı.
Kısa zamanda Muaviye inisiyatifi ele geçirdi ama iç siyasi çalkantılar durmadı. Emeviler, bir yandan tarihin en büyük imparatorluğunu kurmak üzere İspanya’dan Çin sınırına kadar fetihler yaparken, diğer yandan iç muhalefet ve ayaklanmalarla da uğraşmak zorunda kaldılar.
Emevi iktidarına yönelik iki büyük rahatsızlık söz konusuydu: Biri hilafetin saltanata dönüşmesiyle, Beni Ümeyye ailesinin sosyo politik düzeni ele geçirmesi ki, bu artık Hz. Peygamber’in tasfiye ettiği kabileci asabiyetin tekrar diriltilmesiydi, diğeri fetihlerle giderek artan servet ve refahın adilane bölüştürülmemesinin doğurduğu büyük öfke. Bunun yanında devletin sıkıştığı yerde hazinedeki açığı kapatmak üzere vergileri arttırması, iktidardakilerin ve iktidarla yakın ilişkisi olan zümrelerin şatafatlı hayatı, israf ve gösteriş büyük rahatsızlıklara yol açıyordu. Normal vergiler yetmediğinden, Emeviler gayrimüslimlerin Müslüman olmasına adeta yasak getirdiler. Çünkü cizye zekattan daha çok hazineye gelir getiriyordu.
Beni Ümeyye’ye mensup kişilerin devlette önemli makamlara getirilmesi ile hazineden beslenen zümrelerin şatafatlı hayatı daha Hz. Osman hayatta iken huzursuzluklara yol açmıştı. Ebuzer el-Gifari’nin Muaviye’nin yönetim tarzına, saray inşa ettirip orada yaşamaya başlamasına, kısaca Sünnete ve ilk halifelerin tatbikatına aykırı şatafatlı hayatına şiddetli muhalefet etmesi bunun göstergesiydi, Muaviye’nin şikayeti üzerine Hz. Osman, Ebuzer’i başkente çağırıp Rebeze çölüne sürgüne gönderecek ve bu büyük sahabe orada yapayalnız vefat edecekti (32/653).
Teşekkülleri sırasında mezheplerde “itikat-siyaset ilişkileri”nin başlangıç noktası Muaviye’nin Sıffin savaşında Kur’an ayetlerini mızrakların ucuna asıp hakeme gitme talebini ortaya koymasıdır. O tarihe kadar iktidar mücadelesinde nassa/metne müracaat edilmemişti. Hz. Ali, gerek kendi hakkını öne çıkarır, gerekse hasımlarına karşı kendini savunurken, ne şahsına ve ailesine (Ehl-i Beyt’e) Kur’an’dan ayeti delil olarak öne sürmüş, ne de kendisinin Hz. Peygamber tarafından hilafete veya imamete vasiyet edildiğine dair bir söylemde bulunmuştu. Sonraları Şia, siyasi sistemin tesisinde seçim yerine vasiyeti, “furu’” yerine “usul”u öne çıkarınca konu “usulu’d-din”den sayılmaya başlandı. Şia’nın öne sürdüğü teze muadil Haricilerin iddiaları 21. Yüzyılda dahi din-siyaset ilişkisini Kur’an ve Hz. Peygamber ile Dört Halife’nin tatbikatına aykırı olarak akutlaşmış bir problem olarak ciddiyetini korumaya devam etmektedir.
Hariciler, ister adi ister siyasi sebeplerle -ki elbette ağırlıklı olarak iktidar mücadelelerindeki eylemleri kastediyorlardı- büyük günah işleyip tövbe etmeyen failin küfrüne ve ebediyen cehennemde kalacağına hükmetmeleri ile İslam tarihinin en büyük kırılmalarından birinin oluşmasına yol açtılar. Bu iddia, siyasi suç işleyen kişinin suç eylemini ceza hukukunun konusu olmaktan çıkarıp itikadın konusu haline getiriyordu. Böylece siyaset fıkhın konusu olmaktan çıkıp tamamen akidenin/itikadın asli konusu haline gelmiş oluyordu. Haricilerin öncesinde veya sonrasında Şia’nın da siyasi meseleleri –imamın nasbı- dinin “füruu”ndan çıkarıp “usulü” kapsamına sokması iki zıt mezhebin aynı noktada buluşmasıyla siyaset “iman-küfür meselesi” haline geldi. Hariciler, büyük günah işleyeni ve siyasi ihtilaflarda hakeme gidilmesini küfür sebebi sayarken, imamın nasbını nassla ve vasiyete endeksleyen Şiiler de, nassla vasiyeti görmeyenleri en azından prensip itibariyle dinin usulünden olan bir hükmü çiğnemiş, hatta dinin dışına çıkmış kabul ettiler.
Halbuki siyaset tabiatı gereği fıkhi bir konudur; niyete bağlı olarak siyasiler görüşlerinde isabet edebilecekleri gibi isabetsiz kararlar da alabilirler. Bu onları dinden çıkarmanın sebebi olamaz.
Bu, İslam tarihinde yerleşmiş siyaset algısında meydana gelen en büyük kırılmaydı. Haricilere ve Şiilere göre siyaset itikadi bir konu olduğundan, “doğru” tutum takınmayan ya itikadın temel umdesini ihlal etmiş ya da daha keskin yargıyla dinin dışına çıkmış olur.
Tamamen yanlış yaklaşımın doğurduğu bu büyük sakıncaları Mürcie ta’dil etmeye çalışacaktı. Ama o da iman ile ameli kategorik olarak birbirinden ayırmak suretiyle, kaş yapayım derken göz çıkardı.
Söz konusu tarihi kırılmanın modern zamanlara yansıyan söylemi “din-siyaset” ikilemi şeklinde oldu. Buna göre farkında olsun olmasın, Harici ve Şii bakış açısını benimsemiş modern Müslüman zihin siyaset-din ilişkisini belirlemeye çalışırken, “itikad-akaid” yerine “din” kelimesini ikame etmek suretiyle tarihsel hatayı tekrar etti, hatta tekrar etmekle kalmadı, tarihi hatayı ikiye katladı. Aynı hatayı laik-seküler kesimler de tekrar ederek “din ile siyaset”in tamamen birbirinden ayrı olduklarını, laikliğin kurtarıcı bir ilke olarak bunun sağladığını düşünüp savundular. Laiklere göre din siyasetten ayrı bir olgudur, inançla (akide) ilgilidir, vicdan işidir; siyaset ise dünyevidir, yalan dolan, entrika, haram her şey içine karışır. Müslüman din ile siyaseti birbirinden ayırır da dine “din adamları”na, siyaseti de “laiklere, laik alan”a terk edecek olursa, bu ayrım Müslümanın inancına, dindarlığına (akaid) halel getirmez. Laikler de revize edilmiş Mürcie olarak Harici-Şii taraf karşısında yer aldılar; iki taraf arasındaki gerilim ve çatışma bu zeminde başladı, bugün de devam etmektedir.
Bugünlerin modası “din siyasallaştıkça sekülerleşir, siyasette istismara yol açar, iyisi mi dini tamamen siyasetin dışına çıkarmaktır” söyleminin sabık İslamcılar arasında da revaç bulmaya başlamasıdır.
Buna göre;
a. Siyaset doğası gereği kirlidir, ma’ruf siyaset olmaz, siyasetin özünde ebedi ve ontolojik kötü bir öz vardır
b. Siyasetsiz olmayacağından siyasi alanı tümüyle laiklere terketmelidir.
Fakat siyasetin doğasına yükleyeceğimiz anlama göre bu öneri, laiklerin lehine olabileceği gibi aleyhine de olabilir. Şöyle ki:
1. Siyaset özü itibariyle kötülük ise, bu öz onu tasarlayan ve yürütenleri de kirletir, bu durumda laiklerin siyaseti kaçınılmaz olarak kötü olur;
2. Eğer siyaset doğası icabı iyi ise, din iyi insan olmanın yöntemi ve davası olduğundan, siyaset en çok dine ve samimi dindara yakışır;
3. İyi olan siyaseti din kötü hale getiriyorsa bu durumda din özünde kötüdür demektir, bu da ne teorik ne tarihsel olarak kanıtlanabilir iddia değildir.
Sorun her üç önerme ile açıklanamaz. İyi siyaset olabileceği gibi, kötü siyaset de olabilir, sorun tamamiyle iyi veya kötü aktörlerin siyaset yapımıyla ilgilidir. Din özünde iyilik, güzellik, yarar ve kurtuluştur; siyaset beşeri bir çaba olarak toplumsal hayatın organize olup vahşilikten kurtulup medeni hayat sürmesi faaliyetidir. Eğer siyasiler dini istismar ediyorlarsa, bu takva sahibi olmamaları dolayısıyladır ki, sonuçta toplum kendi kaderinden sorumlu olduğundan ona düşen bilgi, ahlaki sorumluluk ve bilinç sahibi siyasileri, yöneticileri bulup çıkarmasıyla çözülür. Eğer siyasiler ve yöneticiler takva sahibi değillerse yani yüksek ahlaki normlara ve hukuk kurallarına, adalete, paylaşım ilkelerine riayet etmiyorlarsa toplum da takva sahibi değildir ki, toplum her nasıl ise öyle yönetilir.
Dindarları da, laikleri de “din siyaset ayırımı”na sevk eden belirleyici sebep, 19. Yüzyıldan başlayarak Müslüman zihin hayatının Batı dünyasının derin etkisi altına girmesidir. Batı düşünce evreninde birbiriyle uyuşması mümkün olmayan iki alan (çifte hakikat) söz konusudur ve bunun politik yansıması tarihi Kilise-devlet, ruhani-cismani iktidar, ruhban sınıfı-laik ayrılığıdır ki, bu çifte varlık veya çifte alan tasavvurunun bizim tarihimizde herhangi bir karşılığı yoktur.
Buna göre İslam bakış açısından doğru olan yaklaşım şudur:
1. Siyaset ve diğer hayat alanlarının tümü (iktisat, ticaret, şehircilik, hukuk, eğitim, sanat, edebiyat, spor, sağlık, devletler arası ilişkiler ve ilâ ahir) din alanı içindedir. Din dışı alan yoktur; ama itikadın, başka bir deyişle imanın üç ana umdesi Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret inancı olup bunların dışında kalan bütün eylemler fıkhın ve dolayısıyla beşeri içtihadın konusudur. Bir eylem fıkha ait olup içtihat konusu ise, ihlas ve takva olması kaydıyla müçtehidin içtihadı, siyasi söylemi ve mücadelesi isabetli olabileceği gibi isabetsiz de olabilir, içtihadından dolayı kimse tekfir edilemez. Birden fazla siyasi görüş olabilir, siyasi görüş ve tutumlarından dolayı insanların temel hakları ihlal edilemez.
2. Bütün içtihatlar sonuç itibariyle zanni olduğundan, hiçbir akım veya fırkanın siyasi görüşü mutlak doğru değildir. İçtihatlar birbirlerini nakzedemeyeceğine yani biri diğerlerini hükümsüz bırakıp mahkum edemeyeceğine göre, sivil medeni alanda birden fazla içtihatla oluşmuş toplumsal gruplar bir arada yaşar, kamusal alanı ve bu alanda geçerli olacak hukuki düzenleme muarefe, müzakere ve muahede yoluyla oluşacak bir toplumsal sözleşme ile oluşur.
3. Bu analizden varacağımız üçünce ilke, devletin resmi dini olmayacağı gibi resmi mezhebi de olmaz. Toplumsal sözleşme şemsiyesi altında birden fazla din müntesibi ve birden fazla mezhep olur. Bu verili demokrasinin politik çoğulculuğuna ek sosyo kültürel çoğulculuğu da teminat altına alır; böylece sistemi kaba veya sofistike totalitarizmden korur.
Esasında Abbasilerin orta zamanlarından başlamak üzere resmi girişim ve dil kullanılarak formüle edilen ve kurumsallaşan Sünni mezheplerin kurucu imamlarına bakıldığında –ki imamlar mezhebin resmileşmesine karşı idiler-, daha başlangıcında kurucu imamlar bu ilkeler üzerinde söz birliği içinde olduklarını tespit etmek mümkün. İmam Malik, Harun Reşid’in bu yöndeki teklifini açık bir dille reddetti. Demokratik yöntem izlenerek oluşan mezhepler kurucu imamların arzusu hilafına sonraları siyasi iktidarlar ve mezhep asabiyeti üzerinden iktidarla organik ilişkiler kurma amacında olan çevreler, iktidarlar nezdinde itibar ve çıkar peşinde olan ulema bu ilkeleri bir kenara bırakıp gerilim ve çatışmaları canlı tutmuşlardır. Mezheplerin iktidarlar eliyle resmileştirilip toplumun geneline teşmil edilmeye çalışılması bu uğursuz mirasın eseridir.
Ama artık geçmişte olan geçmişte kalmış olmalı, biz kendimize yeni bir yol haritası çizmeye bakalım.