Ali Bulaç, akilsiyaset.com’da “İslam Birliği hayal mi? (1)” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte o yazı:
Müslüman dünyanın sosyo politik krizinin başat sebebi 10 alanda süren çatışmaları son erdirecek Birlik fikrinin dayandığı sac ayaklarını şöyle sıralayabiliriz:
1.Tarihsel tecrübenin ciddi revizeye tâbi tutulduğu Müslüman-Gayrımüslim ilişkisinin yeniden kurulması.
2. Mezhep ve etnik çatışmalara kalıcı-gerçekçi çözüm bulunması.
3. Her on çatışmaya çözümler aranırken yeni bir paradigmanın inşaı ile yeni bir manevi ve ahlaki gücün oluşturulması.
Gazze’de süren soykırım İslam ülkelerinin tek tek hiç birinin kadın ve çocukların katliamını değil durdurmaya, onlara su, gıda ve ilaç dahi ulaştırmaya güçlerinin yetmediğini apaçık ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu demektir ki, uzun zamandır Nixon’un dediği gibi küresel mütegallibe güçlerin elinde “karakol veya benzinlik” olmaya devam ediyoruz; İran’ın ve beraberinde hareket eden Direniş Ekseni de bir yere kadar direnebiliyorlar; bu direniş Müslüman dünyayı içine alan bir Birlik ruhuyla bütünleşirse yeni bir kurtuluş ve uyanışa yol açacaktır.
Görünürde küresel mütegallibe güçler, bölgesel olarak otokrat yönetimler, diktatörlükler ve monarşiler Birlik fikrinin başlıca muhalifleridir. Bölgemiz tarih boyunca büyük devletler, hanedanlar ve imparatorluklar tarafından yönetilmiş olsa dahi, iktidar kavgalarının, bey isyanları ve huzursuzlukların eksik olmaması birçok insanı “tarihte olmayan bugün de olmaz” fikrine götürüp derin bir ümitsizliğe, hatta nihilizme sürüklemektedir. Oysa konu tamamiyle ruh haliyle ilgili olup, eğer Müslümanların kalbinde reform olursa, amelleri de eskisi gibi olmayacak.
İslam’ın ana referansı Kur’an-ı Kerim, negatif bir örnekten hareketle bunun yolunu göstermektedir:
Sad (38) surenin şu ayetleri tam olarak bu duruma ışık tutar:
“1. Sad, Zikir dolu Kur’ân’a andolsun; 2. Hayır; o inkâr edenler (boş) bir gurur ve muhalefet içindedirler. 3. Biz kendilerinden önce, nice nesilleri yıkıma uğrattık da onlar feryat ettiler, ancak (artık) kurtulma zamanı değildi. 4. İçlerinden kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar. Kâfirler dedi ki: “Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür.” 5. “İlâhları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey!” 6. Onlardan önde gelen bir grup: “Yürüyün, ilâhlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur” diye çekip gitti. 7. “Biz bunu, diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir.“ (38, Sad, 1-7)
2. Ayette geçen “izzet ve şikak” cahiliye Araplarının boş gurur, hak edilmemiş onur ve izzete sahip çıktıkları halde aslında paramparça halde olduklarına ve mevcut hayat tarzlarıyla hakikatten ve hakkaniyetten ne kadar uzak-kopuk olduklarına işaret eder. Vahyin ilk muhatabı olan putperestler her bir kabile ayrı tanrıya tapınmak suretiyle kendi içlerinde parçalara ayrılmışlardı. Hz. Muhammed (s.a.) ise tevhid inancıyla onları bir olan Allah’ın iradesi altında toplamak, birlik ve beraberliğe davet ediyordu.
Tarihte yok olup giden toplumların maruz kaldığı felaket, şu veya sebeple parçalanıp birbirlerine düşmeleri, böylece düşmanlarının tahakkümü altına girmeleridir. Geçmişte hakikatten uzaklaşan veya parçalanan (şikak) nice toplumlar, büyük imparatorluklar, güçlü devletler bu şekilde yok olup gitmişti. Tarih inkârcıların, isyankâr ve zorbaların mezarlığıdır.
Kur’an’ın deyimiyle onlara azap (çöküntü) geldiği zaman başlarına gelen musibetin farkına vardılar ama iş işten geçmişti, artık kurtulmaları, helak olmaktan kaçmaları mümkün değildi. Bazen de dağılma aşamasına girmiş bir güç, tükendiğinin, ölüm sekerâtına girdiğinin farkına varmayabilir, hatta bir ara ayağa kalkıp ortada ölümcül bir illet olmadığını zannedebilir. Lakin bu yalancı doğrulmanın hemen arkasından ölüm gelir.
Mekkeli müşrikler de içlerinden birinin –hem beşer nev’inden bir insan hem tanıdıkları hemşehrilerinin- elçi olarak seçilip yol gösterici ve uyarıcı sıfatıyla gönderilmesine şaşırmışlardı. Onların iddialarına göre Tanrı bir elçi gönderecekse bu ya “insanüstü bir varlık” -mesela melek gibi (bk. 6/En’am, 8-9; 7/A’raf, 63)- veya hiç değilse Mekke ve Taif gibi iki şehrin ulularından, aristokralarından biri olmalıydı (43/Zuhruf, 31).
İnkârcıların şaştıkları başka bir nokta ise daha ilginç: Hz. Muhammed (s.a.) çok tanrıcılığı, birden fazla ilaha tapınma âdetini ortadan kaldırıp tek Tanrı inancına yani bir olan Allah’a davet ediyordu. Oysa Kâbe’de her kabilenin bir putu vardı, bunların sayıları 365’e kadar çıkmıştı. Her kabile kendi özerkliğini, hâkimiyet alanını kendine özgü putu ile ifade ediyordu, Bir kabileyi diğerinden ayıran şey asabiyetinin, kimliğinin sembolü puttu. Her kabilenin putu olduğundan başka kabilenin nüfuzu veya hâkimiyeti altına girmezdi. Bir kabile diğerinin putunu kabul ettiğinde artık zımnen veya açıktan siyasi hâkimiyetini, kabile prestijini ve üstünlüğünü de kabul etmiş, böylelikle başkasının nüfuzu altına girmiş sayılırdı.
Her ne kadar bugünden bakıp dinler tarihini tahrif etmekte olan sosyal bilimciler, birden fazla putun birden fazla tanrıya tapınma dolayısıyla kayda değer bir “çoğulculuk” olduğunu iddia ediyorlarsa, pozitif çoğulculukta kriter alınacak faktör bir arada yaşama, barış, adalet ve ihtiram olması gerektiğinden, her biri ayrı puta tapınan kabileler arasında süren çatışmalar, ölümcül rekabetler bu tezin yanlışlığını ortaya koymaya yeter.
Hz. Muhammed (s.a.) onları tek bir Tanrı’ya davet ettiğinde, kabile kültürlerine göre bunun anlamı onun ve dolayısıyla kabilesi veya ailesinin nüfuzu altına girmeleri demekti. Hz. Peygamber, bu yakıştırmayı reddediyordu. Nitekim onu koruyucusu olan amcası Ebu Talib’e şikayet ettiklerinde bunu öne sürmüşlerdi. Amcası ona “-Kavmin senden şikayetçi, onlardan ne istiyorsun?” diye sorduğunda, Hz. Peygamber, onlardan tek bir kelimeyi kabul etmelerini istediğini söyledi. Bunun üzerine müşriklerin önde gelenlerinden oluşan heyetin içinde olan Ebu Cehil öne atılarak “-O kelimeyi söyle sana fazlasını verelim” deyince, Kelime-i Tevhid’i söylemelerini buyurdu. Buna şiddetle tepki göstererek sövgü ve küfürlerine daha büyük bir hırs ve kararlılıkla devam edeceklerini söylediler.
Müşriklerin önde gelenleri onu ikna edemeyeceklerini anlayınca kendi aralarında put merkezli dayanışmayı pekiştirip güçlendirmeye karar verdiler. 6. ayet bu çağrıya işaret eder: “Yürüyün, ilâhlarınıza karşı (bağlılıkta) kararlı olun; çünkü asıl istenen budur.” Mademki Hz. Muhammed (s.a.) ilahları ortadan kaldırıp tek bir Allah inancına bağlanmalarını istiyor ve bunun üzerinden parçalara ayrılmış kabileleri birlik olmaya davet ediyor, buna karşı alınacak en etkili tedbir herkesin kendi ilahına, tapındığı puta, aslında kendi kabilesinin üstünlüğüne, çıkar asabiyetine sımsıkı sarılması olmalıdır. Böyle bir durumda yapılması gereken budur (25/Furkan, 41-42).
İbn Haldun, geçmişin bugüne (veya geleceğe) suyun suya benzediği gibi benzediğini söyler. Nasıl bugün iktidarı ele geçirenler devlet gücünü kullanarak bir ulus inşa etmek amacıyla geçmişe referanslar veriyorlarsa cahiliye Arapları da, Hz. Peygamber (s.a.)’in tevhid/birlik çağrısına geçmiye atıflarda bulunarak karşı çıkıyorlardı.
Her bir put onları Tanrı’ya yaklaştırır, üstelik kabilenin kimliği ve onuru iken, nasıl olur da tek bir Allah inancı etrafında bütün kabileler toplanacak? Bu durumda her bir kabilenin onuru, üstünlük iddiası, diğer kabilelerle mücadelesinin anlamı ne olacak? Bu davet imkansızdır, bir hayal ve ütopyadır, bundan önceki dinde böyle bir şeye rastlamış değildir. Müşrikler demek istiyorlardı ki bundan önceki dinde, bizim tarihimizde, geçmişimizde bu türden bir teamül görmedik, bilmiyoruz, Hz. Muhammed bunu nereden çıkarıyor! Geçmişe ilişkin bir referansı yoksa bu içi boş bir iddiadan ibarettir (46/Ahkaf, 11).
Modern zamanlarda benzer bir zihin algısına sahip olanlar –içlerinde samimi Müslümanlar da var- geçmişte İslam Birliği’nin sağlanamadığını, Müslümanların tarih boyunca birbirleriyle kavga ettiklerini, bugün de söz konusu Birlik fikrinin ancak bir ideal veya ütopya olduğunu düşünmekte, ümitsizliklerini etrafa yaymaktadırlar.
Fakat, Hz. Muhammed(s.a.) hayli kısa zamanda putları ortadan kaldırıp Arap yarımadasını tevhid etme başarısını gösterdi.
“(Ey Müslümanlar!) Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (3/Al-i İmran, 103.)
Hz. Muhammed (s.a.)in başardığı harikulade bir şeydi. 120 sene birbiriyle savaşan Yesrip şehrinin dini ve etnik kabilelerini bir araya getirip ortak hukuki bir zeminde buluşturdu: Buas adı verilen savaşlarda Araplar kendi aralarında ve Yahudilerle, Yahudiler de üçe ayrılmış olarak hem kendi aralarında hem de Araplarla savaşıyordu. Hiçbir kabile diğerinin liderliği altına girmeyi kabul etmiyordu; putların birbirinden ayrı ve birden fazla olması kabile asabiyeti ve üstünlük iddiasının dini sebebi olarak kullanılıyordu.
İslamiyet ise bilumum put ve heykelleri yıkarak, kavga ve cinayetlerin, çabulculuk ve yağmanın sosyo politik hayatın olağan fiilleriymiş gibi sürdüğü Yesrib’i kaos olmaktan çıkarıp medeniyetin neşv-ü nema buluduğu Medine’ye dönüştürdü.
Kur’an-ı Kerim’in dikkatimize sunduğu bu ayetlerden çıkarılacak sonuçlar şunlardır:
- İnsanlar kendilerine seçtikleri kimlik üzerinden bir asabiyete sahip olmaktadırlar. Bazen kimlik insanların zindanı olur; buna Emin Ma’luf “ölümcül kimlek” der
- Her bir kimlik diğeriyle ancak başkalarının zararına veya muhtemel bir tehdidi savmak amacıyla birleşir, bir araya gelir. Bir araya gelişin motivasyonu “iyilik ve takva” değil, “günah ve düşmanlık”tır (5/Maide, 2)
- Kabile kimliği üzerinde ısrar edilmesi, her kabilenin kendi ölçeğinde bir güç ve iktidar peşinde olup diğerleriyle paylaşmayı reddetmesi anlamına gelir ki, cahiliye Araplarının içinde bulunduğu şikak, modern zamanlarda milli/ulusal asabiyete denk düşmektedir
- Modern durumda açıkça müşahede ettiğimiz üzere her bir milli/ulusal birimin kendi başına ve kendi özgün kaynaklarıyla bağımsızlığını koruması ve sürdürmesi mümkün olmadığından, küresel bir gücün patronajlığı altına girmektedir. Bu ise hiç eksik olmayan bağımsızlık söyleminin ne kadar sahte ve halkı uyutmaya matuf olduğunu gösterir.
Şimdi bu anlattıklarımız ışığın Arap cahiliye döneminden bugüne bakalım:
Irak ordusu tarafından işgal edildiğinde Kuveyt kendini savunamadı, Amerikalılar gelip yüksek maliyetler karşılığında Kuveyt’i kurtardı. Pekiyi, kendini koruyamayan bir Kuveyt veya başka ülkenin kendi başına bir birim ilan etmesinin anlamı nedir? Bunun tek bir anlamı vardır, koruyucusu büyük güce kaynaklarının büyük bir bölümünü verme karşılığında bir avuç milli/ulusal zümre refah ve konfor içinde yaşamaktadır, buna üstü örtülü sömürgecilik veya en hafifinden manda modeli denir. Bu zümre kardeşleri Müslümanlarla hakları olan zenginlikleri paylaşmayı reddediyor ama Amerikalılara ve batılılara cömertçe haraç veriyorlar.
- Kabilelerin tevhid inancı etrafında birleşmeyi reddetmeleri çapulculuktan, baskınlardan, kan davaları ve yağmadan vazgeçmek istemeyişleriyle ilgili olup a. Bugünkü gibi baskın ve yağmalardan elde ettikleri refahı kimseyle paylaşmak istemiyorlar b. Liderleri kendi kabilelerini yücelttikçe yüceltiyorlardı. Çapulculuğun, baskın, kabile asabiyeti ve yağmanın sosyo politik sisteminin adı müşriklikti. Hz. Muhammed (s.a.) şirke sıfır tolerans tanıdı.
- Kabile liderlerine göre tarih boyunca birleşmeler olmamıştır, kabileleri bir araya getirmek hayalden ibarettir. Bugün de İslam Birliği’ne karşı çıkanların iki argümanı a. “Milliyetler ve milletler çağını yaşıyoruz, ümmet/İslam Dünyası, İttihad-ı İslam bir hayal, gerçekleşmesi imkansız bir ütopyadır” b. Müslümanlar tarih boyunca birlik olmamış, çatışıp durmuşlardır. Tarihte olmayan bugün de olmaz.
Bu argümanlar üç açıdan yanlıştır:
- Birlik asıl ve amir hüküm olup Kur’an tarafından emrediliyorsa –ki her Müslümanın ideal politiği budur-, gerçekleşmesi beşerin imkanları dahilindedir
- Bir idealin veya bir projenin geçmişte gerçekleşmemiş olması bugün veya yarın gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Geçmiş/tarih kader değildir. Avrupalılar 75 sene öncesine kadar iç çatışma ve savaşların eksik olmadığı kanlı bir tarih yaşamışlarken, dahası İkinci Dünya Savaş’ında 50 milyonun üstünde insan ölmüşken, tarihin en takdire şayan Avrupa Birliği ‘AB)’ni kurup gerçekleştirdiler. “Ortak Pazar”la başlayan birleşme “Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve Avrupa Topluluğu (AT) ile devam edip Avrupa Birliği’ne geldi, varacağı son menzil Avrupa Devletler Topluluğu (ADT) olacaktır.
- Müslümanların reel politiği birleşmeyi, birliği emretmektedir. Gazze’de onbinlerce insan göz göre göre katledilirken, milli devletlerin tümünün iddia ve söylemlerinin bomboş olduğunu ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Retorik düzeyinde en yüksek sesi çıkaran İsrail’e karşı gürler lakin yağmur Filistinlilere değil, İsrail’e yağmaktadır; Gazzelilerin evlerini başlarına yıkan, çocuklarını ve kadınlarını bombalarla katleden uçakların yakıtı iki Müslüman ülkeden, Azerbaycan ve Türkiye’den gitmektedir ve daha neler neler gitmeye devam etmektedir.
Müslümanların bir araya gelip İslam Birliği’ni kurmalarının önündeki engel ne tarihe hükmeden kader, ne projenin imkansızlığı değil, cahiliye döneminin modern versiyonu olan temelsiz yargılar, önkabuller, hurafelerdir. Milliyetçilik ve mezhepçilik yanında konforizm, ruhsal ve entelektüel yetersizlik, bencillik, bölgecilik vs. her biri bir puta karşılık düşen zindanlarımız olmuştur,
Anadolu’yu işgal eden Fransız, İngiliz, İtalyan, Yunan’la aynı birlik (AB) içinde yer almak için uğraşırken –ki bu hiçbir zaman olmayacaktır- Araplarla, İran’la birlik kurmayı imkansız, hayal-ütopya görmek politik bir zihni tutum bile değildir, kalbin en şifa bulmaz marazı kin ve nefret, ruhsal bozukluk, milli/ulusal hamakat ve en ilkel zamanlardan kalma kabileci/kavmiyetçi asabiyettir.
Önce zihinde bir devrim yapmadan ideal politiği olmayan reel politiğin bariyelerleri aşılamaz. Öncelikle yapılması gereken radikal zihinsel devrimdir. Formül basittir ve açıktır:
İlahların tümünü reddedip (La ilahe), tek bir Allah’a yönelmek (illa’llah)!
Hz. Yusuf zindan arkadaşlarına şöyle sesleniyordu; “Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü ve biri diğerine zıt) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar olan bir tek Allah mı?” (12/Yusuf, 39.)
Hz. Ömer “Ölüm en büyük öğretmendir” demişti. Filistin’deki ölümlerden daha büyük öğretmen olabilir mi?
Filistin’de yaşanan büyük dram, Müslüman dünyanın milliyet ve mezhep faktörünü bir kenara itip Birlik olmalarını zorunlu kılmaktadır. Meşru olan ideal politiğe uygun yürütülecek rasyonel, gerçekçi reel politik budur.
İç iktidar kavgaları sonucunda Endülüs yıkılırken şair şöyle feryad ediyordu:
ماذا الطاقطع بينكم يا عباد الله و انتم اخوان
Nedir bu aranızdaki parçalanmışlık ey Allah’ın kulları/ Siz kardeşsiniz.
Şu ilahi davete kulak vermekten başka care yoktur:
“Gerçekten, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.” (21/Enbiya, 92.) “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfal, 46.)